12 Şubat 2018 Pazartesi

D.POLLOCK: IŞİD SONRASI IRAK’TA AMERİKAN POLİTİKASI



BÜYÜK RESİM: IŞİD SONRASI IRAK’TA AMERİKAN POLİTİKASI

David Pollock (Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü’nde Ortadoğu ülkelerinin siyasi dinamiklerine odaklanan araştırmacı ve Fikra Projesi direktörü; Amerikan Dışişleri Bakanlığında 1996-2001 yılları arasında Güney Asya ve Ortadoğu politika danışmanı ve 2002’de Büyük Ortadoğu İnisiyatifi kıdemli danışmanı olarak görev yaptı)
Stratejik Politikalar dergisi, sayı 1, Kasım-Ocak 2017, sf. 20-28

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu makale, ilk sayısı geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Stratejik Politikalar” dergisi için kaleme alınmış ve tarafımdan tercüme edilmiştir. Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız


Bu makalenin başında cevabı aranması gereken ilk soru “Acaba Irak şu an gerçekten IŞİD sonrası döneme girmiş durumda mı?” Cevabı ise “Hayır, tam olarak değil”; zira IŞİD’in askerî yenilgiye uğratılması dahi Irak’a ve ABD ile müttefiklerine yönelttiği tehlikeyi muhtemelen sona erdirmeyecek. Aksine, Musul ve diğer büyük Irak şehirlerindeki yenilgisi, en azından kısa vadede, diğer bölgelerdeki IŞİD’e biatlı grupların tehdidini artırabilir; daha makul olan ise, bölgenin dört bir yanında ve Avrupa, ABD ve belki de ötesinde dağınık şekilde terör saldırılarını tetikleyebilir. Orta vadeye gelince, elbette bu askerî yenilginin IŞİD sancağı altında devşirilen teröristlerin sayısını, motivasyonunu ve kapasitesini azaltması muhtemel.
Ancak her zaman olduğu gibi öncelikle kısa vadeli problemlerin üstesinden gelinmesi gerekir. Dolayısıyla terörle mücadelenin Irak’ın yakın geleceğiyle ilgili Amerikan politika hesaplarında önemli bir unsur olarak kalması kuvvetle muhtemeldir. Sadece bu bile önümüzdeki birkaç yılda Irak’ta en azından küçük çaplı bir Amerikan askerî varlığının ve ona eşlik eden istihbarat, diplomatik, lojistik ve bağlantılı konuşlanmaların devam edeceğinin neredeyse bir garantisi.
Bugün Irak’ta yaklaşık 6000 aktif Özel Harekatçı ve diğer birliklerin yanı sıra birkaç bin müteahhit, diplomat, danışman ve diğer resmî veya yarı resmî personel bulunuyor. Önümüzdeki süreçte bu rakam artabilir veya daha muhtemeli azalabilir. Ancak Trump yönetiminin terörle mücadele konusuna siyasi vurgusu, Amerikan ordusunun bu savaşı kazanma ama büyük işgallere kalkışmama istekliliği ve ABD’nin daha evvel askerî olarak neredeyse tamamen geri çekilişinden ve akabinde IŞİD’in dirilişinden “öğrenilen dersler” dikkate alındığında, öngörülebilir yakın gelecekte Irak’taki Amerikan varlığını genel hatlarıyla bu yapılanışın karakterize edeceği beklenebilir.
Dahası, özellikle daha uzun vadede IŞİD terörizminin veya bir benzerinin Irak merkezli olarak yeniden canlanması maalesef ki son derece mümkün. Bu, Sünni Arapların bir kez daha hayal kırıklıklarıyla Bağdat’a olan inançlarını yitirmelerinin, İran’ın (ve belki de Kürtlerin) Irak’ın içlerine uzanmalarından içten içe duydukları öfkenin, Amerikan, Türk ve diğer yabancı güçlerin orada attıkları yanlış adımların veya bütün bu faktörler ve daha fazlasının birleşiminin bir sonucu olabilir. Hâlihazırda Irak’ın Sünni Arap kamuoyu tam da böyle bir olguyu öngörüyor. IŞİD kontrolü altında yaşamış olanların yarısı, bundan böyle Bağdat’ın onlara Şiilerden daha farklı bir muamelede bulunmasından endişe ediyor. Dahası, %70’i Irak politikasının er geç IŞİD öncesinin ayrımcı normlarına geri dönmesinden korkuyor. Sonuç olarak Sünnilerin üçte ikisi şehirlerinde IŞİD veya benzeri örgütlerin yeniden ortaya çıkacağını öngörüyor.
Bütün bunları akılda tutarak Irak’taki uzun vadeli Amerikan terörle mücadele misyonu, tamamen taktik operasyonların ötesine geçerek, Irak içindeki ve dışındaki farklı oyuncuları uzlaştırmaya veya en azından aralarında koordinasyonun sağlanmasına yardımcı olmaya çalışmalı. Bu, Irak’ın kendi Şii ve Sünni Araplarının, Kürtlerinin ve diğer azınlıklarının yanı sıra Türkleri ve diğer yabancı koalisyon kuvvetlerini, hatta belki de Rusları, İranlıları vs. kapsamalı. IŞİD’e karşı bir araya gelen bütün bu müttefikler, veya daha yalın bir ifadeyle çıkar ortakları, çoğunlukla birbirlerinin dostları değiller. Aslında bunların bazıları, sadece ve sadece geçici ve temkinli müttefikler, rakipler veya hatta bütünüyle düşmanlar. Sonuçta ABD için temel öncelik ve hala çözülememiş meydan okuma şu: Bu tür bambaşka bileşenler nasıl birbirleriyle uyumlu ve kalıcı bir terörle mücadele cephesine dönüştürülebilirler? Veyahut en azından, fazlasıyla akışkan ve kavgacı böyle bir ortamda istikrara kavuşturma şansını azamiye çıkartmak için yeterince çatışmasızlık nasıl sağlanabilir?
Amerikalı gözlemciler bu bağlamda bazı tavsiyeler sunuyor. Mesela Michael Knights, ABD daha evvel Kerkük’te Irak ordusu ile Kürt peşmerge birlikleri arasında bir çatışmayı önleyen ve etnik olarak karışık, siyaseten çekişmeli, iktisadi ve stratejik olarak da hayatî bu şehirde görece istikrarlı bir ortamı destekleyen etkili güvenlik koordinasyon misyonu gibi bir mekanizmayı canlandırmak üzerinde düşünmeli diye yazdı.
Şüphesiz köprünün altından çok sular aktı. IŞİD’e karşı başarılı seferberliğinin akabinde Kürtler, geçmişe kıyasla artık Kerkük üzerinde çok daha fazla kontrole sahipler ve çok daha ısrarlı hak iddiasındalar. Kerküklülerin bir kısmının –bazı komşularının boykotuna rağmen– IKBY’nin bağımsızlık referandumuna katılması, her an tutuşabilir haldeki bu karışımı muhtemelen daha da körükleyecektir. Bu yeni şartlar altında ABD’nin Kerkük’e veyahut Irak’ın diğer ihtilaflı bölgelerine –yoğun ve büyük ihtimalle şiddetli bir yerel güç ve nüfuz mücadelesi riski taşısa bile– bir kez daha doğrudan angaje olmayı isteyip istemeyeceği belirsiz.

ABD’nin Gerçekten Bir Irak Politikasını Var mı?
ABD’nin IŞİD’i ve diğer cihatçı örgütleri Irak’ta potansiyel bir tehdit olarak görmeye devam edeceğine ve muhtemelen oldukça uzun bir süre bu doğrultuda karşılık vereceğine temas ettikten sonra, bu makalenin ikinci sorusuna sıra geldi: Acaba ABD’nin Irak’a ilişkin gerçekten de daha geniş ölçekli bir politikası olacak mı? İşte bu noktada cevap çok daha az net.
Başkan Trump, Irak’ta hem IŞİD’in hem de İran’ın yeniden canlanıp zemin kazanmasına yol açacak şekilde, 2011’de Amerikan birliklerini bu ülkeden “alelacele” geri çekmesi nedeniyle selefi Obama’yı kamuoyu önünde suçladı. Aynı zamanda Trump, yabancı ülkelerde “ulus inşası”na da yurtdışında büyük bir Amerikan varlığına veya askerî taahhütlerinin yenilenmesine de alenen karşı çıktı. Dahası, Ortadoğu politikasıyla alakalı kilit diplomatik ve diğer makamlara atamalar konusunda yavaş kaldı ve böylelikle bugüne kadar ya Washington’da ya da sahada büyük ölçüde askerlerce doldurulan bir boşluk yarattı.
Aynı zamanda Trump, bir önceki başkanın politikalarını belirgin şekilde reddetmesine rağmen, Obama yönetiminin Brett McGurk gibi kilit isimlerini görevlerinde tuttu ve şimdiye kadar Obama’nın genel Irak yaklaşımında çok az değişikliğe gitti. Washington’da dolaşan dedikodular; bu alanda bir sonraki adımların neler olması gerektiği, bilhassa Irak’ın Suriye veya diğer krizlere kıyasla nasıl öncelik haline getirileceği ve İran’ın gerek nükleer anlaşma gerekse daha acil ama nükleer olmayan bir tehdit niteliğindeki bölgesel müdahalelerine karşı ne ölçüde sert bir çizginin benimsenmesi gerektiği konularında Amerikan yönetimi içindeki tartışmaların hararetle devam ettiğini gösteriyor. Bu makaleyi kaleme aldığım sırada Trump ekibi içindeki ağırlıklı görüş, Suriye’ye kıyasla Irak’ta doğrudan bir Amerikan rolüne daha fazla vurgu yapanlara ve İran’la nükleer anlaşmayı (Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nı) tamamen buruşturup atmaksızın Tahran’a karşı sert bir çizgiyi destekleyenlere doğru kaymış görünmekteydi. Ancak bu yeni filizlenen kavramın pratik boyutları hala pek ortada yok veya en azından hala daha kamusal alanda görünür değil.
Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, günümüzde ve muhtemelen gelecekte ABD’nin Irak politikası, dikkatlice hazırlanmış bir stratejik plandan ziyade genel yönelime ilişkin irticali politikalardan ibaretmiş gibi görünüyor. Bölgedeki birçok gelişmenin tahmin edilmeyen doğası dikkate alındığında aslında bu illa da kötü bir şey değil. Hiç şüphesiz Trump’ın kendisi de sürprizlere, ani geri dönüşlere/karar değişikliklerine, emri altındaki üst düzey yetkililerle kamuoyu önünde tartışmaya girmeye, kadrolarda ani değişikliklere ve lakaytça görünen politika sapmalarına bariz şekilde yatkın bir kişilik. Bu nedenle Irak’ta Amerikan politikasının geleceği konusunda kategorik kehanetlerden kaçınıp senaryolara, ihtimallere ve olayların altında yatan temel faktörlere yoğunlaşmak mantıklı olacaktır.
Bu faktörler arasında Irak’taki Amerikan iktisadi menfaatlerinin epeyce sınırlı olduğu da zikredilmeye değer diğer bir nokta. Irak’ın inişli çıkışlı günlük yaklaşık 3,5 milyon varillik ve ilaveten Irak Kürdistan’ının da yarım milyon küsurluk petrol ihracatı, küresel ekonomi için giderek önem kazanmakla birlikte, (Exxon Mobil şirketi dışında) ABD için o kadar da önemli değil. ABD’nin Irak’taki diğer iş yatırımları veya rizikosu görece düşük. Yine Irak’a ilişkin Amerikan politika yapımında herhangi bir ideolojik unsur da artık önemini yitirmiş durumda. Irak’a demokrasi aşılama dürtüsü çoktan tarih oldu; sadece Trump’ın başa geçmesiyle değil, Obama döneminden beri… Kamuoyunda hâkim içe kapanmacı hava dikkate alındığında, yakın bir gelecekte bunun yeniden canlanması da muhtemel görünmüyor.

ABD ile İran’ın Irak’taki Nüfuzu
Irak’a ilişkin Amerikan politikasında beliren en can alıcı faktör İran’ın gölgesi. Bu, farklı şekillerde de olsa ülkenin hem Kürt azınlık hem de Arap çoğunluk kesiminde geçerli. Kürt bölgesinde İran’ın dostu az ama binlerce casusu var. Çok daha geniş ve büyük ölçüde Şii Arap olan kısmında, her ne kadar birçokları İran nüfuzundan nefret etse de Tahran, çoğu silahlı milisler safında bulunan yüz binlerce mezhepçi dostuna güvenebilir durumda.
Bu nedenle Washington için önemli bir orta vadeli mesele şu: ABD, bir bütün olarak Irak’ta İran nüfuzuyla nasıl ve ne kadar mücadele edecek veya belki de belli durumlarda ne ölçüde işbirliği yapabilecek? Trump yönetimi Irak’taki yeni yaklaşımını belirlemeye çalışırken, terörle mücadelenin ve daha küçük ölçekte ABD’nin iktisadi ve diğer menfaatlerinin yanı sıra işte bu, kilit bir soru. Bu sorunun hala daha netlikten uzak olan cevabı, önümüzdeki yıllarda ABD’nin Irak’taki varlığının sınırlarını büyük ölçüde belirleyecek. Önde gelen iki Amerikalı uzman ve eski üst düzey yetkilinin 11 Ağustos tarihli yazısında belirttiği gibi,
IŞİD’in yenilgiye uğratılmasının akabinde Amerikan yönetiminin karşı karşıya kalacağı en büyük problem, Irak ve Suriye’yi, böylelikle Tahran’dan Lübnan’ın güneyine uzanan bir koridoru kontrole hazır bir İran’ın varlığı. Tahran; Şii milisleriyle, füze deposuyla ve en azından sınırlı Rus desteğiyle Ürdün, İsrail, Türkiye ve nihayet Körfez ülkelerini bu koridordan tehdit ederek bölgesel güvenliği altüst etmeye çalışıyor. Trump yönetimi, bu tehdidi kontrol altına almayı geçtiğimiz Mayıs ayındaki Riyad zirvesinde taahhüt etti; ancak şimdiye kadar bunu nasıl yapacağını belirleyebilmiş değil.[1]
Diğer uzmanlar, ABD’nin Bağdat yönetimiyle ve onun (sadece sembolik değil) fiilen kontrolü altındaki kuvvetlerle iş tutarak İran’a ne ölçüde ve hangi araçla karşı koyabileceğine veya koyamayacağına odaklanmış durumda. Mesela Michael Knights ve Hamdi Malik, ikna edici bir şekilde diğer aşırı mezhepçi, İran yanlısı birliklere kıyasla özünde daha farklı ve tercih edilebilir olduğunu iddia ettikleri Haşdi Şa’bi içinden el-Abbas Tugaylarına belli hedefler dahilinde Amerikan desteği verilmesini önerdi.[2] Bu ve benzeri tipik örnekler, prensipte son derece önemli olmakla birlikte pratikte oldukça problemli; ancak bunlar diğer yerlerde yeterince konuşuldu.

Kürt İkilemine İlişkin Amerikan Politikası
Bu nedenle makalede sözkonusu büyük meydan okumanın sıklıkla gözden kaçan bir boyutuna odaklanacağız: ABD, İran’ın Irak’ın Kürdistan bölgesine müdahalesini kontrol altına almak için ne gibi adımlar atabilir?
IKBY 25 Eylül 2017 tarihinde Irak’tan er geç bağımsızlık kazanmak için bir referanduma hazırlanırken İran heyulası fotoğrafı karartıyor. İran bu seçeneğe karşı katı muhalefetini dillendirmeyi sürdürüyor. Tahran’a giden heyetler, ister İslami isterse diğer parti liderleri olsun, düzenli olarak bu tür bir “ayrılıkçılığın” kötülüklerine ve buna karşı “uluslararası” tepkinin (gerçekteki manası ise İran tepkisinin) ürkütücü tehlikelerine dair nutuklar dinliyorlar. Geçtiğimiz bir veya birkaç yılda IKBY lideri Mesud Barzani, Tahran’ı ziyaret etmesi için sürekli gelen davetleri geri çevirdi; bunun nedeni kısmen İran’ın ziyaret sırasında Kürt bayrağını dalgalandırmayı reddetmesiydi.
Son dönemlerde giderek daha üst mevkilerden İranlı yetkililer, Kürt bağımsızlığı ihtimaline veya bu konuda bir referanduma karşı retorik infiallerini artırmaktalar. Mesela Eylül ayında çok üst düzey bir sözcü, Kürtlerin bu yolda daha ileri adımlar atmaları halinde “yirmi yıl sürecek bir bölgesel savaş”la uyardı. Üst düzey IKBY yetkilileriyle görüşmelerde anlaşılıyor ki, İran’ın Bağdat’taki –ve IKBY sınırları ve hatta içindeki– siyasi, iktisadi ve gizli baskı gücünün Kürt bağımsızlığı veya tam özerkliği önünde zorlu bir engel teşkil ettiğinin gayet farkındalar.
Bu da gösteriyor ki IKBY’nin attığı adımlara yönelik İran’ın tepkilerine ABD’nin nasıl karşılık vereceği artık çok önemli bir değişken. Acaba Washington, İran son derece düşmanca bir tavır takınsa dahi Kürdistan’a önemli güvenlik ve iktisaden hayatta kalma garantileri sunmakta istekli olacak mı? Ve eğer ki Washington –sadece sözle değil, sahada fiilî adımlarla da– bu tür garantiler sunarsa, buna karşılık İran acaba Kürtlerin hareket serbestisine karşı çıkmak için bunu yeni bir gerekçe olarak görür mü?
Geniş çaplı sonuçları olan büyük sorunlar var. Trump Yönetimi, İran karşıtı olmakla birlikte, Amerikan dış politikasından ziyade iç politikasına daha fazla ilgi duyuyor. Ve hele de şu sıralar Kuzey Kore’yle “füze krizi” tırmanırken tutup da Amerikan askerî gücünü ve kaynaklarını uzaklardaki Ortadoğu çatışmasında bir başka büyük taahhüt altına sokmakla kesinlikle ilgilenmiyor.
Irak Kürdistan’ı ile İran arasındaki yakın ama gergin ilişki, ABD için ilginç bir ikilem olup Washington’ın daha geniş Irak politika hesaplarının konsantre bir küçük örneğini sunuyor. Bir taraftan IKBY, güçlü bir yerel destekle, İran’ın bölgesel nüfuzuna karşı çıkma ve hatta belki de püskürtme noktasında mükemmel bir fırsat sunuyor. Bunun Irak’tan başlayıp Suriye, Lübnan ve Akdeniz sahiline kadar uzanan İran’ın vekil güçler zincirini zayıflatmak suretiyle Kürdistan’ın çok ötesinde bir dalga etkisi olabilir. Öte taraftan bu tür bir ileriye dönük Amerikan politikası, Kürtleri İran’ın tehditlerinden korumak için Washington’ın daha derin bir taahhüt altına girmesini gerektirebilir. Ve bu, sözkonusu silsilenin bir sonraki mantıkî adımı olarak, yol açacağı bütün komplikasyonlarla Irak Kürdistan’ının nihai bağımsızlığı meselesini gündeme getirebilir.
Ancak eğer ki ABD, İran’ın bölgesel meydan okumalarına karşı daha güçlü bir şekilde durmaya gerçekten kararlıysa, Irak Kürdistan’ı mükemmel bir başlangıç noktası olacaktır; üstelik IŞİD sonrasının şiddete başvuran radikallerine karşı bir tamponu ve değerli bir müttefiki savunmak da cabası. İlk adım, dostane IKBY liderliğine basit ama sağlam bir güvence vermek olmalıdır: Erbil’in referandum sonrası bağımsızlık adımlarını dizginlemesi karşılığında, Washington’ın İran’ın Kürt toprakları üzerindeki yıkıcılığını, gözdağı vermesini ve güç intikalini kontrol altına alma çabalarında IKBY’yi tartışmasız bir şekilde desteklemek.
İkinci adım olarak ABD, IŞİD’e karşı zaferin ardından, –Bağdat benzer bir teklifi geri çevirse dahi– küçük ama önemli bir askerî varlığı IKBY toprakları içinde tutma konusunda net bir teklifte bulunmalıdır. Bundan sonra sadece Kürdistan’da değil bölge çapında İran’ın tecavüzlerini püskürtmek için ABD’nin IKBY’yle ve diğerleriyle ortaklığı, giderek daha fazla etkili ve daha az riskli hale gelecektir.
Bu, bir tahmin değil, önümüzdeki dönemde Irak’ta Amerikan politikası için bir reçete. ABD’nin bu tavsiyeyi Irak Kürdistan’ında veya bir bütün olarak Irak’ta izleyip izlemeyeceği hiç belli değil. Ancak ihtimaller Washington’ın bu istikamette ilerlemeye çalışacağı yönünde. Kısmen bunun nedeni, bu politikaya karşı Irak takımyıldızı dışındaki diğer yıldızlardan daha az muhalefetle karşılaşma ve hatta belki biraz da destek görme ihtimali diyebiliriz.

ABD’nin Irak’taki Diğer Oyunculara Karşı Politikası: Türkiye, Rusya ve Suudi Arabistan
İran heyulasının dışında, Irak’taki Amerikan rolü, Washington’ın alandaki diğer aktörlerle ilişkilerinden de önemli ölçüde etkilenecek. Bunlar arasında en önemlisi, Irak’la sınırı boyunca büyük çıkarları olan başlıca NATO müttefiklerinden Türkiye. Washington bu nedenle Irak’la ilgili tüm konularda Ankara’yla koordinasyon için büyük gayret sarf edecek ve bunda muhtemelen başarılı da olacak.
Bu sıradışı iyimser değerlendirmemin temel nedeni, Ankara ile Erbil arasında var olan, Türkiye’deki PKK’ya veya Suriye’deki PYD’ye karşı ve ayrıca büyük iktisadi, siyasi ve güvenlik işbirliğine dayalı sekizci yılını dolduran sağlam mutabakat. Bu mutabakatın arkasında bazı sürpriz gerçeklikler var. Eski Sykes-Picot sınırları beklenmedik şekilde kalıcı oldu. Pan-Kürdist bir projenin öyle kolayca eli kulağında falan değil; bunun nedeni, sadece devlet egemenliği de değil (ki Irak ve Suriye’de devlet egemenliği zaten zayıflamış durumda), aynı zamanda Kürtler arasındaki derin bölünmüşlükler.
Dahası, bırakın bütün Kürdistan coğrafyasını, Irak Kürdistan’ının dahi tam bağımsızlığı veya ayrılması, 25 Eylül referandumuna rağmen, ufukta belirmiş değil. Ancak Kürt özerkliği veya bir tür federalizm, sadece Irak’ta olsa bile, Türkiye’de dahil tüm taraflar için açıkça yapıcı bir seçenek. Gerçekten de Ankara ile Erbil arasındaki müstesna sıcak bağlar, bu “asırlık etnik çatışma”nın illa da siyasi menfaatler önünde aşılamaz bir engel olmadığını güçlü bir şekilde salık veriyor. Ve bu, ABD’nin Irak politikasında Türkiye’yle yakın eşgüdüm önündeki en büyük engeli fazlasıyla hafifletiyor.
Türkiye’ye kıyasla Rusya, en iyi ihtimalle, Irak’ta ancak ikincil bir oyuncu olabilir. Doğru, Rus nüfuzu bölge çapında artıyor. Ancak Moskova’nın kaynakları sınırlı. İran’la bir çeşit gayriresmî ittifak üzerinden Irak’ta daha büyük bir rol oynayabilir. Ancak genel olarak Rusya’nın Suriye gibi diğer komşulara veya daha kolay fırsatların olduğu Mısır, Libya ve Körfez gibi uzaktaki hedeflere odaklanması daha muhtemel görünüyor. Sonuç olarak Irak’taki Amerikan politikasının, iyi ya da kötü, Rus müdahalesine fazla bağlı olmaması muhtemel.
Son olarak, İran’ı daha iyi dengelemek amacıyla Suudi Arabistan’ın (ve belki diğer dostane Arap yönetimlerinin de) en sonunda Irak siyasi sahasına girmeye çalıştıklarına dair yeni işaretler var. Üst düzey Suudi yetkililer, yakın dönemde –Mukteda es-Sadr gibi vaktiyle İran yanlısı Şii liderler de dâhil– Iraklı mevkidaşlarıyla karşılıklı samimi ziyaretler gerçekleştirdiler. Şu an için bu, pratik bir müdahaleye değil, büyük ölçüde siyasi bir oyuna benziyor. Ancak eğer ki bu yeni gidişat zamanla ivme kazanırsa belki de Irak’ta Amerikan politikasına faydalı bir başka tamamlayıcı olduğunu ispatlayabilir.
Diğer bir deyişle, Amerikan ve Arap nüfuzunun ve teşviklerinin bir birleşimi, Irak hükümetini tamamen Tahran’a kayıştan uzak tutmaya fiiliyatta yardımcı olabilir. Ve Bağdat’ın ötesinde, bugün bu tür bir yeniden dengelenmeyi konsolide edecek daha evvel görülmedik ama geçici bir açılım da mevcut. Bu, bir sonraki bölümde ele alındığı üzere, Irak kamuoyundaki ölçülebilir ve sınırlı bir yön değişiminden kaynaklanıyor.

ABD ve Irak’ın Sünni Arap “Yeniden Uyanışı”
2003’ten bu yana ilk kez güvenilir anketlerin ortaya çıkardığı üzere, halk düzeyinde Irak’ın Sünni Araplarının Bağdat yönetimiyle uzlaşması için IŞİD sonrası dönemde bir fırsatlar penceresi aralanmış durumda. Bu, ABD’nin her iki tarafla da yapıcı şekilde muhatap olmasını doğal olarak kolaylaştıracaktır. Irak’ın önde gelen anketçilerinden Munkit ed-Dağer (Munqith al-Dagher) konuyla ilgili arka planı ve mevcut değişimi şu şekilde özetliyor:
Sünni kamuoyu 2003’ten 2014’ün ilk yarısına kadar muazzam bir olumsuzluk içindeydi …  ki bu da Haziran 2014’te Irak’ın Sünni bölgelerinde İslam Devleti’nin ortaya çıkışının ardındaki sebepti. İşgal altındaki Sünni alanlarında işgalin neredeyse ilk bir yılında İslam Devleti’nin varlığını belli bir düzeyde kabullenme sözkonusuydu… [Ancak] özellikle yeni kurtarılan Enbar, Selahaddin ve Musul’da yapılan yeni kantitatif ve kalitatif araştırmalar, Sünnilerin –diğer gruplara kıyasla– daha iyimser olduğu, Başbakan’a daha fazla inandığı ve Irak askerî güçlerine daha fazla güven duyduğu nadir bir anı gösteriyor.[3]
İlgili rakamlar oldukça çarpıcı: IŞİD geri püskürtülürken Sünni Arapların yarıdan fazlası Irak’ın doğru istikamete gittiğini söylüyor ki Şiilerde bu oran %36’yken Kürtlerde sadece ve sadece %5! Benzer şekilde Sünnilerin yarısı, Başbakan İbadi’nin bir dönem daha görevini sürdürmesini desteklerken bu oran Şiilerde sadece %35. Daha kesin olan ise Sünnilerin şu an üçte ikisinin İbadi hakkında olumlu görüşlere sahip olması. Musul’daki nüfusun üçte ikisi, İbadi’nin kendileri için atayabileceği herhangi bir yeni valiyi, hatta bir Şii’yi dahi, mevcut Sünni valiye tercih edeceklerini belirtiyor. Yine Sünnilerin kahir ekseriyeti, Musul’un yeni ve daha adem-i merkeziyetçi bir yönetimdense Bağdat merkezî hükümeti altında kalmasını istiyorlar.
Benzer şekilde, güvenlik güçlerinin nasıl algılandığına ilişkin oldukça dikkat çekici soruyla son anket gösteriyor ki IŞİD altında yaşamış olanların çoğunluğu, şimdilerde yerel Sünni Arap aşiret güçlerinin değil, Irak ordusu ve polisinin ana koruyucuları olmasını istiyor. Gerçekten de Sünnilerin çoğu, topraklarının IŞİD’den kurtarılmasında büyük ölçüde Şii Haşdi Şa’bi birliklerinin oynadığı rolü kabul ve hatta takdir ediyor.
Ancak aynı ankete göre Sünni Arapların çoğu, IŞİD büyük ölçüde geri püskürtülmüşken bu mezhepçi Şii Haşdi Şa’bi birliklerinin muhitlerinde uzun süre güvenlik işlevlerini yürütmelerini istemiyor. Bu nedenle ABD’nin, merkezî Irak hükümetinde ve güvenlik teşkilatlarında daha ılımlı unsurlarla yakın eşgüdüm içinde, bu misyon için kabul edilebilir yerel alternatifler bulunmasında bütün etnik ve mezhebi gruplardan Iraklılara yardım etmesi son derece önemli olacak.
Michael Knights ve meslektaşı, en azından bir bütün olarak Kerkük, Musul ve Ninova vilayetleri için önerdikleri ayrıntıları bir bir anlattılar.[4] Bu, zorlu bir gündem. Hala net olmayan şey ise, ABD’nin bu rolü yerine getirmek için gerekli sabra, odaklanmaya, ayrıntılara dikkat kesilmeye, kaynaklara/araçlara ve kararlılığa gerçekten sahip olup olmadığı, sahipse bunu sürdürüp sürdürmeyeceği. Öte yandan bunu icraata geçirdiği takdirde dahi bu denli karmaşık ve riskli bir girişimde –işin tabiatı gereği– başarı şansı garanti değil. Benim en iyi tahminim şu: ABD bu yönde bazı ciddi çabalar sarf edecek; ancak bu, Washington’un Irak’ta yaptıkları veya yapmadıklarından ziyade sahadaki yerel halka bağlı olacak ve bu da sonucu tahmin edebilmeyi neredeyse imkânsız kılıyor.

Amerikan Politikasının Muhtemel Sonuçları
Yukarıdaki analiz göz önünde tutarak ABD Irak’ta ne yapmalı? Senaryolardan biri, daha evvel alıntıladığım makalelerinde meydan okumayı son derece dikkatlice tanımlayan, doğrudan bu konularla ilgilenmiş iki eski Amerikalı yetkili olan Jim Jeffrey ve Wa’el Alzayat’ın gayet makul şu tavsiyesini takip etmektir:
ABD; Irak’ta İbadi hükümetini destekleyecek, uluslararası yeniden inşaya öncülük edecek, bağımsızlığı cesaretlendirmeden Kürdistan’la özel ilişkilerini sürdürecek ve Irak’ı küresel finans ve enerji sistemine entegre edecektir. Ayrıca ABD, IŞİD’in kalıntılarını kökünden kazımak ve Irak ordusunu geliştirmek için, aynı zamanda Amerikan taahhütlerinin de bir işareti olarak, küçük bir askerî birliği orada tutacaktır… Irak, tam anlamıyla ne Amerikan ne de İran kampında yer alacak ve fakat İran’ın, tıpkı Lübnan’da yaptığı gibi, Irak topraklarında da güç projeksiyonuna girişmesini engellemek için yeterince bağımsız bir pozisyonda kalacaktır. Bu tür bir yol haritası, tüm mezheplerden ve etnisitelerden Iraklıların İran’ın ülkelerine tecavüz ettiğine dair endişelerinden istifade edecektir. Bu senaryo başarılı olamadığı takdirde bundan geri dönüş, geleneksel olarak Batı yanlısı Kuzey Irak’taki özerk Kürdistan’la yakın Amerikan güvenlik bağlarını daha da geliştirmek olacaktır.[5]
Bu senaryodaki tek problem, Bağdat ile Erbil arasındaki ihtilaflı bölgeler, petrol gelirlerinin paylaşımı ve hatta muhtemel Kürt ayrılıkçılığı ve nihai bağımsızlığı gibi keskin farklılıkları geçiştiriyor görünmesi. Kısa vadede bu muammanın çözümü, bütün bu farklılıkların –tek taraflı hiçbir adım atmadan ve tabii ki hiçbir askerî provokasyona başvurmadan– iki taraf arasında hüsnüniyetle müzakere edilmesi gerektiğine dair Amerikan pozisyonunu sürdürmek olabilir. Bu, ABD’nin aralarında gücendirici bir tercih yapmak zorunda kalmadan, hem Bağdat hem de Erbil’le yakın güvenlik ve diğer bağlarını sürdürmesinde elini serbest bırakarak, bir süreliğine yeterli olabilir.
Ancak uzun vadede bu konular o denli bardağı taşırabilir ki ABD de dahil tüm tarafları bazı son derece zorlu ikilemlerle baş etmek zorunda bırakabilir. Bu durumda muhtemel Amerikan tercihi, her zamanki gibi, arabuluculuk ve uzlaşma teklif ederek veya ihtilaflarını görmezlikten gelerek hem Kürtlerle hem de Araplarla samimiyeti sürdürmeye çalışmak olacak. Ancak eğer ki bir tercih kaçınılmaz hale gelirse, muhtemelen yukarıda belirtilen o çok önemli temel faktör Amerikan pozisyonunu ciddi şekilde etkileyecek: Daha geniş çaplı İran nüfuzunu Irak’ta ve bir bütün olarak bölgede çevreleme oyununda hangi tercih işe yarayabilir?
Kanaatimce, en azından, bu hedef ABD’nin gelecekteki Irak politikası için gerçekten de doğru olan. İran’ın Irak’taki ve bir bütün olarak Ortadoğu’daki zararlı nüfuzunu çevrelemek oldukça ürkütücü bir görev olacak. Yine de bu, gerek ABD’nin gerekse onun bölgesel ve küresel müttefiklerinin hem menfaatlerine hem de değerlerine hizmet edecek. Bu nedenle Amerikan insani, siyasi ve mali sermayesinden önemli bir maliyetin altına girmeye değer – ki bizim bölgesel ortaklarımız bu yükün çok daha ağırına katlanacaklar.
Bu, İran –bırakın saldırılmayı– tecrit edilmeli veya kovulmalı demek de değil. Kastımız şu: Irak’taki temel Amerikan hedefi, bu ülkenin tamamen İran’ın tahakkümüne girmesini önlemek olmalı. Zira aksi bir durum, hiç şüphesiz, Tahran’ın bölgesel hegemonyasına ve bütün Ortadoğu için Amerikan karşıtı bir ara döneme doğru gidiş anlamına gelecek. ABD, –kendi iyiliği için– dünyanın bu oldukça istikrarsız ve fakat hayatî bölgesinde daha iyi bir geleceği desteklemek için sorumluluğu üstlenmeli ve muhtemelen bunu yapacak.





[1] James F. Jeffrey ve Wa’el Alzayat, “Focus on Clear Goals to Contain Iran in Iraq and Suriye,” The Cipher Brief, 11.8.2017, s.1.
[2] Michael Knights ve Hamdi Malik, “The al-Abbas Combat Division Model: Reducing Iranian Influence in Iraq’s Security Forces,” Policy Watch No. 2850, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, 22.8.2017.
[3] Munqith Dagher, “Iraqi Public Opinion Shows a New Bridge of Hope and an Old Valley of Concern,” Fikra Forum, 7.6.2017.
[4] Michael Knights, “The ‘End of the Beginning’: The Stabilization of Mosul and Future U.S. Strategic Objectives in Iraq,” Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi İfadesi, 28.2.2017; Michael Knights, “Preventing Allies from Fighting Each Other in Iraq’s Disputed Areas,” Policy Watch No. 2812, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, 31.5.2017; Michael Knights ve Yousif Kalian, “Confidence and Security-Building Measures in the Nineveh Plains,” Policy Watch 2832, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, 14.7.2017.
[5] Jeffrey ve Alzayat, s.2.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder