31 Aralık 2017 Pazar

ARALIK 2017 – İÇİNDEKİLER




ARALIK 2017 – İÇİNDEKİLER


Blogdaki yayınları https://twitter.com/ztkor Twitter hesabından takip edebilirsiniz.  


BUBLOGDA NELER VAR? - tüm içerik
SUUDİ OPERASYONU:  KENDİ AYAĞINA ATEŞ ETMEK (Middle East Eye, 25.11.2017)
David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)

Jenna McLaughlin (Foreign Policy dergisi istihbarat muhabiri)

Anne Barnard (2013’ten bu yana the New York Times’ın Beyrut büro şefi) & Maria Abi-Habib (daha evvel the New York Times’ın Ortadoğu muhabiri iken kısa süre evvel Güney Asya muhabiri oldu)

Ishaan Tharoor (The Washington Post dış politika yazarı; daha evvel Time dergisi kıdemli editörü ve Hong Kong ile New York muhabiri idi)

Rebecca Shimoni Stoil (Amerikan siyasi tarihinde öğretim görevlisi; daha evvel the Jerusalem Post ve Times of Israel gazeteleri muhabiriydi)

Amos Gilead (emekli tümgeneral, İsrail Savunma Bakanlığı Politika ve Siyasi-Askeri İşler Eski Direktörü)

Shibley Telhami (Maryland Üniversitesi Enver Sedat Barış ve Kalkınma kürsüsü profesörü; ABD’nin İslam Dünyasıyla İlişkileri Projesinin yanı sıra Ortadoğu Politikası Merkezi ve Brookings Enstitüsü Dış Politika Programında kıdemli misafir araştırmacı)

İSRAİL İÇİN TEHLİKE UFUKTA BELİRİYOR (Geopolitical Futures, 28.11.2017)
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)

Olivia Alabaster (Middle East Eye haber editörü ve yazar; daha evvel Lübnan’daki the Daily Star gazetesi dış haberler editörüydü)



David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)


Z.T.KOR: MODERN ORTADOĞU'NUN SİYASİ DÖNÜŞÜMÜ - 1



MODERN ORTADOĞU'NUN SİYASİ DÖNÜŞÜMÜ - 1
Bilim ve Sanat Vakfı, 2017 Güz Seminerleri
Zahide Tuba Kor, 14 Ekim 2017

Bilim ve Sanat Vakfı’nda 2017 Güz seminer döneminde verdiğim yedi haftalık “Modern Ortadoğu’nun Siyasi Dönüşümü” seminerinin 14 Ekim 2017 tarihli ilk oturumudur. Seminerde, Arap coğrafyasının Osmanlı’dan kopuşu ve iki savaş arası dönemde (1918-1945) yeni Ortadoğu’nun oluşum sürecini ele almaktayım.






Filistin-İsrail meselesinin ortaya çıkışı, Birinci Arap-İsrail Savaşı (1948-1949) ve İkinci Arap-İsrail Savaşı (1956) bağlamında 1940’lı ve 1950’li yıllarda Ortadoğu’nun siyasi dönüşümü

Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın Ortadoğu’nun dönüşümüne etkisinin yanısıra, Üçüncü Arap-İsrail Savaşı (1967) ve Dördüncü Arap-İsrail Savaşı (1973) bağlamında 1960’lı ve 1970’li yıllarda siyasi dönüşüm

İran İslam Devrimi (1979) ve İran-Irak Savaşı (1980-1988) bağlamında 1980’lerde siyasi dönüşüm

Soğuk Savaş’ın sona ermesi (1989-1991), Körfez Savaşı (1990-1991) ve Filistin-İsrail Barış Süreci (1990-2000) bağlamında 1990’larda yaşanan siyasi dönüşüm

11 Eylül (2001) saldırıları ve Irak Savaşı (2003-2011) bağlamında 2000’li yıllarda siyasi dönüşüm


“Arap Baharı/Devrimleri/İsyanları” sürecinin yıl yıl muhasebesi (2011-2017) ve önümüzdeki süreçte Ortadoğu’da karşılaşılabilecek muhtemel meydan okumalar


D.HEARST: 2017’DEN 2018’E ZAFER SARHOŞLUĞUNUN MAHMURLUĞU




David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)

Middle East Eye, 28.12.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

Üç gelişme 2017 yılında Ortadoğu’yu tanımladı. Her biri askerî bir zafer veya cesurca reform adımları olarak ilan edildi. Başarı, saf alkol gibi muzafferlerin başına vurdu ama coşkuları kısa süre sürdü. Her biri bölgesel ittifaklarda benzeri görülmemiş değişimleri tetikledi.
2018’e girerken bu yeni Arap dünyasının gidişatını belirleyenler için ertesi sabah, önceki geceye kıyasla daha çekici görünmüyor.

Bir tercih savaşı
Yılın ilk zaferi, 2016’nın son günlerinde Halep’i geri alan Ruslara gitti. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Lazkiye’de bulunan Hmeymim Askeri Üssü’ndeki zafer yürüyüşünde, imdadına yetiştiği Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in önünde arzı endam ederek Suriye’nin yeni emperyal yöneticiliği görevine başlama törenini yapmış oldu. Putin bu manzarayı belki de bilinçsiz bir şekilde Roma genel valisinden kopyalamış olabilir.
Putin için Suriye bir tercih savaşıydı. Rusya’nın bu Arap ülkesiyle paylaştığı herhangi bir sınırı yoktu ve Şam’ın Rusya’ya hiç zararı dokunmadan düşüşüne izin verebilirdi. Putin’in askeri bir kuvvetle Suriye’ye girişi NATO tarafından amacıyla örtüşmeyen bir adım olarak değerlendirildi.
Moskova’nın sadece kendi hava kuvvetleriyle değil, aynı zamanda yeni dünya düzeniyle de alakalı olarak ispat edeceği bir husus vardı: ABD, artık askeri harekât tekeline de başka herhangi birine karşı veto tekeline de sahip değildir. Ve bunu bilfiil ispat da etti.
Ancak bu müdahalenin stratejik sonuçları, bir zamanların küresel askeri kuvveti SSCB’nin şu an bir gölgesi niteliğindeki küçülen Rusya’nın kendi başına baş edebileceği kadar basit değildi. Putin de sonunda müttefiklere ihtiyacı olduğunu anladı.
Esed’in şimdilerde iki efendisi var: Rusya ve İran. Bunların çıkarları da birbiriyle farklılaşıyor, özellikle Suriye liderinin kaderi meselesinde... Bu noktada Esed, babasının ayak izini güç bela takip etmeye çalışıyor.
Hafız Esed, 1991 Birinci Körfez Savaşı’nda Baasçı baş rakibi Saddam Hüseyin’e karşı George H. Bush’a yardım etmek suretiyle aynı anda hem ABD’yle hem de İran’la güçlü ilişkiler kurmuştu [Z.T.K. Bu sayede hem kendisine Batılı kaynaklardan borç verilecek hem de 15 yıldır iç savaşın yaşandığı Lübnan’ın hegemonu olmasına göz yumulacaktı]. Baba Esed ülkesinin bağımsızlığını korurken oğlu ise teslim etti. Hafız Esed bu süreçten güçlü bir yönetici olarak çıkmıştı, oğlu ise topallamakta.
Putin, Akdeniz sahilinde iki kalıcı üsse sahip; ama artık Suriye denilen harabeye eli kelepçelenmiş halde. Bir zamanlar SSCB Ortadoğu’da para harcamak için vardı, bugünün Rusya Federasyonu ise para kazanmak için bölgede.  
Bu nedenle Putin’in bombardıman uçaklarının ona bir faydası yok. İhtiyacı olan şey istikrar. Ancak istikrarı şu an ne Rusya ne de İran, -Esed hanedanını sona erdirmeye çalışmış ve bu savaşta sahip olduğu her şeyini yitirmiş- milyonlarca Suriyeliye getirebilir durumda.
İşte tam da bu yüzden Moskova ile Tahran Türkiye’ye muhtaç. İran’ın Rusya’yı dengelemek ve Sünni dünyaya erişebilmek için Türkiye’ye ihtiyacı var. Aynı zamanda İran, Suriye’deki mevcudiyetiyle gördüğü zararlardan sonra Hamas’la ve Türkiye’deki Müslüman Kardeşler’le arayı düzelmeye çalışıyor.
Eğer ki Suriye yatırımının karşılığını silah satışları ve nükleer reaktörler şeklinde alacaksa Rusya da mezhepçi bölünmeyi idare etmek zorunda.

Rakip cenah
Öte yandan Türkiye de Amerika’dan en azından psikolojik olarak kendisini koparmışken hem Rusya’ya hem de İran’a muhtaç. Önümüzdeki süreçte her üçü arasında birbirini kandırma yarışı devam edecek. Her üçü de Suriye’de farklı gündemlerin peşinde; ama şu an için kaderleri ortak düşmanlarla birbirlerine bağlı.
Putin, ABD ile Suudileri Suriye’den def etmenin işin bir boyutu olduğunu, ama böylelikle dolaylı iç savaşın sahibi haline geldiğini artık öğreniyor. Rus hava kuvveti kullanılarak isyancılara boyun eğdirildi ama savaşın közleri küllerin altında için için hala yanıyor.
İkinci zafer ise rakip cenah tarafından kazanıldı: Suudi Arabistan-BAE-İsrail-ABD. Bu, Donald Trump’ın Riyad’da aldığı alkış yağmuru olarak tezahür etti. İran’a, siyasal İslam’a ve tiranlıklarına meydan okuyan içteki herhangi bir muhalife veya rakip prense karşı yeni bir “ılımlı” Sünni Arap devletleri ittifakının müjdecisi zannedildi.
Kâğıt üzerinde bu ittifak tüm kozları elinde tutuyordu: en büyük ulusal varlık fonları, en büyük ordular, Batılı korumalar ve bilgisayar korsanları ve tabii ki İsrail desteği. Gerçekte ise yeni çağın tiranları ittifakı, kendi kendini kandırarak gözlerini kör etmişti.

Neler yanlış gidebilir?
Servetleri gibi planları da büyük ölçekliydi. Sadece gerileyerek içe çekilmekte olan ABD’yi 21. yüzyılın bölgesel hegemonu olarak geri getirmek değildi planları; aynı zamanda Umman Körfezi’nden batıya doğru Süveyş Kanalı ve güneye doğru Afrika’ya uzanan limanlar, adalar ve ticaret güzergâhları üzerinden Sünni Arap dünyasındaki haberleşme ağına ve ticarete hâkim olmaktı… Yani 16. yüzyıl tarzı bir deniz imparatorluğunu tam anlamıyla yeniden yaratmak…
Trump’ın ziyareti kanlarının beyinlerine sıçramasını tetikledi: önce Katar’a abluka, ardından Muhammed bin Selman’ın büyük kuzeni Muhammed bin Nayif’i devirmek; daha sonra Lübnan Başbakanı Saad Hariri’ye istifa emri, ardından Filistin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas’a yağdırılan Doğu Kudüs’ten ve mültecilerin geri dönüş hakkından vazgeçmesi veyahut bunu yapacak bir başkasının başa geçmesi için görevinden çekilmesi talimatları…
Her hamle, bölgeyi tahakkümü altına almak isteyen adamların totaliter zihniyetlerini ifşa etti. Kamuoyu, hesap verebilirlik, tarih, kültür, kimlik onlar için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bu adamlar orada her daim yönetmek, sahip olmak ve emretmek için vardı. Diğer herkes sadece ve sadece onlara itaat etmek zorundaydı.

Trump Deklarasyonu
Ve böylece üçüncü ve son gelişmeye geldik. Balfour Deklarasyonu’nun 100. yıldönümünde Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan kendi deklarasyonuyla hızla devreye girdi. Eğer ki ilk iki gelişme bölgede sarsıntılara yol açtıysa üçüncüsü depremi tetikledi.
Washington’ın en uzun süreli müttefiklerinden ikisi olan Ürdün’ün Abdullah’ı ve Filistin’in Abbas’ı gemiyi resmen terk etti. Ürdün Türkiye’ye, Suriye’ye ve İran’a elini uzatırken Abbas da ABD’nin arabuluculuk için uygun aktör olmadığını ilan etti. Türkiye ile BAE arasındaki sessiz savaş, yüksek sesli bir savaşa dönüştü.
Ağız dalaşı bir retweet üzerinden patlak verdi. BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid en-Nahyan, İngilizlere karşı Medine’yi müdafaa eden Fahreddin Paşa’yı halkın mallarını ve Hz. Muhammed’in kutsal emanetlerini çalmakla suçlayan bir tweeti paylaştı.
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cevabı ise şu oldu: “Benim ecdadım Medine’yi müdafaa ederken, be terbiyesiz, senin ecdadın neredeydi?” 
Erdoğan pazartesi günü ziyaret ettiği Sudan’da söyleminin çıtasını yükseltti. Orada Türkiye bir dizi geniş kapsamlı stratejik, askeri ve iktisadi anlaşmayı ilan etti.
Sudan Mısır için hayati. Afrika’ya açılan bir kapı olan büyük bir ülke. Son iki yıldır Suudi Arabistan’la ilişkilerini düzeltmeye çalışıyordu. Bu süreçte Türkiye ve Katar’la işbirliğini kesmiş ve bunun sonuçları Libya’nın her yerinde İslamcı milisler tarafından hissedilmişti. Bugün ise Sudan bir kez daha cenah değiştiriyor.

Bir Sudan mesajı
Daha evvel de yazdığım gibi Sudan, Yemen’deki Suudi öncülüğündeki koalisyona en büyük sayıda kara birliğini sağlama rolünden bıkıp usanmış durumda [Z.T.K. Sözkonusu yazının tercümesini okumak için TIKLAYINIZ]. Gayriresmi haberlere göre Sudanlıların Yemen’den askerlerini çekme süreci çoktan başladı bile.
Erdoğan’ın ziyaretinden birkaç gün evvel Sudan, Mısır’ın Kızıldeniz’de kimsenin yaşamadığı Tiran ve Sanafir adalarını Riyad’a devretmeyi kabul ettiği Suud-Mısır deniz sınır anlaşmasına itirazını BM’yi bildirdi. Bu anlaşma Sudan’ın da nasırına bastı. Zira sözkonusu anlaşmayla Suudiler, Sudan ile Mısır arasındaki Halayib üçgeni denilen ihtilaflı sınır bölgesini Mısır’ın bir parçası olarak tanıdılar.
Erdoğan’ın ziyareti, Sudan’ın Riyad’a ve Kahire’ye bir mesaj yollaması için iyi bir fırsattı. Türkiye Cumhurbaşkanı, doğudaki Kızıldeniz’de bulunan Sevakin adasını geliştirmek üzere kendilerine tahsis edildiğini duyurdu. Burası, günümüz modern donanması için hiçbir stratejik değeri olmayan harap haldeki bir Osmanlı donanma limanı.
Ancak aynı ziyarette Türkiye, Katar ve Sudan genelkurmay başkanları arasındaki askeri anlaşma önemliydi.
Sudan’ın mesajı Suudiler tarafından fark edildi. Ukaz gazetesi, Türkiye’nin adayı yeniden inşa etmesine izin verıimesi kararını “Arap milli güvenliğine yönelik açık bir tehdit” olarak niteledi. Gazete şöyle dedi: “Türkiye, askeri yardım sunarak ve Afrika ülkelerinde kendisine üsler kurarak Afrika Boynuzu’nda hegemonyasını dayatmaya çalışıyor. Kahire-Ankara ilişkileri gerginken ve Mısır-Sudan arasında Halayib ve Şalatin ihtilafları tırmanırken Sudan’da askeri üsler kurmak Mısır devletine karşı apaçık bir tehdittir.”

Gecenin zafer sarhoşluğunun ardından ertesi sabahın sendromu
Peki, bir yıllık nefes kesici dramanın ardından Arap dünyasının yeni şekli neye benziyor? Suudi Arabistan’ın nüfuz alanı daraldı. 2017’ye altı Körfez ülkesinin başı olarak girmiş ve [mayıs ayında] nüfusu Müslüman çoğunluklu 55 ülkenin liderini Trump’ın radikal İslam dersini dinlemesi için ülkesine davet etmişti.
2017’yi bu destekte bir kan kaybıyla bitiriyor. Zira Suudiler Lübnan’ı tamamen kaybettiler.
Bir Sünni siyasetçinin deyimiyle, eğer ki İran, Lübnan’daki kamuoyunu Suudi Arabistan aleyhine çevirmek için milyarlarca dolar harcamış olsaydı, Suudilerin Hariri’yi istifaya zorlamaya çalışmakla kendi kendilerine verdikleri kadar büyük bir zarara yol açamazlardı.
Muhammed bin Selman Trump’ı ve İsrail’i kendi yanında tuttuğu sürece bunu bir mesele olarak görmüyor. Ama bu hesapta da üç hata var.
Birincisi, Trump’ın ABD başkanı olarak görevini sürdüreceği varsayımı. [Z.T.K. Trump’ın eski baş stratejisti] Steve Bannon bile bundan şüpheli. Vanity Fair dergisine verdiği mülakatta Bannon, Trump’ın azledilmeden ya da Anayasa’nın 25. ek maddesine dayanarak kabine tarafından görevinden alınmadan dört yıllık başkanlık süresini tamamlama şansını sadece %30 olarak görüyor [Z.T.K. Sözkonusu yazıyı okumak için TIKLAYINIZ].
Trump’sız bin Selman’ın büyük planı paramparça olur. Zira her kim olursa olsun bir sonraki Amerikan başkanı aynı felaket yolu izlemeyecektir.
İkincisi, yeniyetme Suudilere kıyasla Washington siyasetini daha kurnazca okuyan İsrail. Bu yüzden sahada daha fazla fiilî gerçeklikler yaratmak ve Kudüs çevresinde inşa ettiği yerleşimlerin duvarına son tuğlayı yerleştirmek için acele ediyor.
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu aceleci biri. Büyük Kudüs’ün ilhakını tamamlamakla kalmayıp henüz iktidardayken Trump’a bunu imzalatmak da istiyor.
Üçüncü hata, bin Selman’ın Kudüs kararında. Trump’ın deklarasyonu, sadece bir gece içinde, 2011 Arap Baharı’yla ve ardından karşı-devrimlerle gündemden düşen Filistin çatışmasını bir kez daha Ortadoğu’nun temel meselesi haline getirdi. Artık Suriye temel mesele değil.
Sonuç olarak Filistinlilerin Üçüncü İntifada’yı başlatmaktan başka bir seçeneği olmayacak. İsrailli güvenlik şefleri çoktandır siyasi amirlerini sahadaki ruh hali konusunda uyarıyorlar. Gazze’deki gerilimin 2014 Gazze çatışmasının arifesindeki gerilimi hatırlattığını söylediler. [Z.T.K. The Times of Israel’de yayınlanan ilgili haberi okumak için TIKLAYINIZ]
2018’i bekleyen şey işte tam da bu. Yeni Suudi tiranı Muhammed bin Selman’ın bölgesel hegemon olma hırslarıyla yükselişi, şu an Türkiye ve Sudan’ın askeri ve İran’ın da lojistik desteğini alan Katar cenahını yeniden harekete geçirdi.
Filistin davası, yeniden ilgi odağına ve iki cenah arasındaki ihtilafların merkezine dönüştü. Siyasal İslam güçlü bir oyuncu olarak geri dönüyor. Yemen’de bütün kartları tüketmiş olan hem Suud’un Muhammed bin Selman’ı hem de BAE’nin Muhammed bin Zayid’i şimdilerde Islah Partisi liderlerine kur yapıyorlar. Siyasal İslamcılar, Kudüs meselesi üzerinden Ürdün’deki ve Arap dünyasındaki gösterilerde güçlerini gösterdiler.
Yıl, kendi hayallerine göre ve kendi kazançlarına olacak şekilde Ortadoğu’yu yeniden düzenleyebileceklerini düşünenler için kesin sonuç [aldıkları zannı] ile başladı. [Zafer sarhoşluğuyla] Kendi kendilerine verdikleri baş ağrısından henüz daha yeni uyanıyorlar.

D.IGNATIUS: TRUMP YÖNETİMİ ALTINDA BÖLÜNEN BİR ULUSUN VAHİM SONUÇLARI




David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 28.12.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

2017 ve 2018’e dair görüş almak için ülkemizin en tecrübeli birçok eski askerî komutanına başvurdum. Onlardan biri açık açık dedi ki “ABD siyaseten içeride o denli bölünmüş halde ki artık dışarıdaki hasımlarımızın saldırılarına açık haldeyiz.”
Bu emekli komutanın korkusu şu: Ülkemiz şu an o denli kutuplaşmış durumda ki –bir savaşa girmek gerektiğinde– halkı seferber etmek bile zor olabilir. Öyle veya böyle barış şartlarında, içerideki mevcut bölünmüşlüğe ve işlevsizliğe rağmen, ülkemiz hayatta kalır. Ama eğer ki ABD yurtdışından, diyelim ki nükleer silahları olan Kuzey Kore’den ciddi bir tehditle karşı karşıya kalırsa bu iç yarıklar bizi felç edebilir.
Yönetişim alanının daralması yılın sonunda beni endişelendiriyor. Problem tepede başlıyor: Başkan Trump, modern dönemlerin en beğenilmeyen başkanı. Selefi Barack Obama’ya kıyasla daha az hayranlık uyandırıyor. Halkı da yanlış okuyor: Anketlere göre, Trump ne kadar bölücü olursa –yani kabuk bağlayan yaraları deşerse– kamuoyunun ona olan sevgisi o kadar azalıyor. Yine de Trump, kendi tabanına oynayarak, ülke için zararlı sonuçlarına rağmen bölücülüğü sürdürmekte ısrarcı.
Tump, borsanın ne kadar da iyi bir iş yaptığıyla böbürleniyor. Bu arada dil uzatmakla fayda sağlayacağını düşündüğü FBI, Milli Futbol Ligi ve diğer gruplara saldırıyor. Ülkenin yaraları giderek kızarırken deriler de soyuluyor. Ancak anketler kamuoyunun bütünüyle bunu satın almadığını ortaya koyuyor. Trump’ın puanları düşük ve Cumhuriyetçiler Virjinya ve Alabama gibi eyaletlerde kilit seçim yarışlarını kaybediyor.
Trump seçimleri az bir farklı kazandı; ama şubat ayından beri halkın başkanı beğenme oranı geriliyor. (...) Başkanı beğenenler %38’in altına kadar indi.
Salı günü Pew Araştırma Şirketi’nin yayınladığı çalışma kaygı verici manzarayı ortaya koyuyor. Buna göre, siyasi görüşler şekillenirken parti tarafgirliğinden kaynaklanan bölünme, din veya eğitim farklılıklarından kaynaklanan bölünmeye kıyasla şu an çok daha önemli. Kilit meselelerde Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki ayrışma 1994’te %15’ken bugün %36’ya çıkmış durumda.
Keskin partizanca bölünmeler, olgusal kanıtların önemli olması gereken konulara dahi uzanıyor. Pew araştırmasına göre, “üst düzey” bilimsel bilgiye sahip olduğunu ifade eden Cumhuriyetçilerin sadece %27’si, iklim değişikliğinin deniz seviyelerinin yükselmesine yol açtığı veya yabani hayata zarar verdiğine inanıyor; aynı rakam, bilgi düzeyi yüksek Demokratlarda %75’e (deniz seviyelerinin yükselmesi) ve %73’e (yabani hayata zarar) çıkıyor.
Beni en çok endişelendiren boyut, Trump’ın Amerika’sında insanların bu bölünmelerin düzelebileceğinden giderek daha fazla şüphe duyar hale gelmesi. (…)
Trump’ın bölünmüş Amerika’sı yabancılar nazarında nasıl görünüyor? İlkbaharda yapılan bir Pew araştırması, Amerikan başkanlarına duyulan küresel güvenin Obama’ya %64 iken Trump’a daha başlarda %22 olduğunu tespit etti. “Hiç güven duymadığı”nı ifade edenlerin oranı %23’ten %74’e fırladı.
Daha evvel de yabancı devletler ülkemizin içeriden bölündüğüne bahse girmişlerdi; ama ekseriyetle yanıldılar. Abraham Lincoln’ün kararlılığı Birliği korudu; her ne kadar o dönemde bazı Avrupa ülkeleri ABD’nin bölüneceğini düşünmüş olsalar da… Bazı solcu ve sağcı provokatörler şiddete başvururken ve yurtdışında faşizm ve komünizm geleceğin akımı gibi görünürken Franklin Roosevelt’in ocak başı konuşmaları ABD’yi bir arada tutmakta yardımcı oldu.
Bu ülkenin manipülasyonlara ne denli açık olduğu, ABD’yi savaşa sürüklemek için İngiltere’nin 1940’tan itibaren yürüttüğü örtülü operasyonun değerlendirildiği İngiliz Gizli İstihbarat Servisi’nin 1945 tarihli bir raporunda canlı bir şekilde tasvir edilmişti. Ben yaklaşık 30 sene evvel “İngiliz Güvenlik Koordinasyonu” veya o dönem bilinen adıyla BSC tarihini haber yapmıştım.  İstihbarat şeflerinin şu kuşkucu/küçümseyici değerlendirmesi o günden beri hiç aklımdan çıkmamıştır:
“Operasyonunu planlarken BSC’nin şu basit gerçeği hep aklında tutması elzemdi: Görece yeni doğmuş sayılan bir egemen yapı olarak ABD’de birbiriyle çatışan çok çeşitli ırklar, çıkarlar ve inançlar yaşamakta. Her ne kadar bu insanlar bir araya geldiklerinde sahip oldukları zenginliklerinin ve güçlerinin tamamen farkında olsalar da bireysel olarak kendilerinden emin değiller; milli birliği sağladıktan sonra bile hala daha savunmadalar ve beyhude ve fakat cüretkâr bir şekilde hala daha didinip duruyorlar.”
Trump meydan okuyan bir milliyetçi; muhtemelen de bütünleştirici bir aktör olmayı ümit ediyor. Ama bu sene sona ererken rakamlar bize diyor ki Trump, en tutkulu destekçilerini dahi endişelendirmesi gereken bir düzeyde bölünmüşlük ve kargaşayı beraberinde getirdi.


28 Aralık 2017 Perşembe

HARİRİ, NİÇİN SUUDİ ARABİSTAN’DA TUHAF ŞEKİLDE BİR MÜDDET KALDI?




Anne Barnard (2013’ten bu yana the New York Times’ın Beyrut büro şefi) & Maria Abi-Habib (daha evvel the New York Times’ın Ortadoğu muhabiri iken kısa süre evvel Güney Asya muhabiri oldu)
New York Times, 24.12.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

(…)
Lübnan Başbakanı Saad Hariri, Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’la çölde kampa gideceğini düşünerek tişört ve kot pantolon giymişti.
Ama cep telefonuna el konup korumalarından biri hariç diğerleri yanından uzaklaştırıldı, Suudi güvenlik güçleri tarafından itilip kakıldı ve hakarete uğradı. Ardından da aşağılanmanın zirve noktası geldi: Daha önce yazılmış bir istifa metni eline tutuşturuldu ve Suudi televizyon ekranlarında okumaya zorlandı.
Bir gün evvel Suudi başkenti Riyad’a çağrılmasının gerçek nedeni de buydu: Egemen bir lider değil de bir çalışan gibi, baskı altında istifa etmek ve kamuoyu önünde İran’ı suçlamak… Ekranlara çıkmadan evvel Riyad’daki evine uğramasına bile izin verilmedi, korumalarından bir takım elbise getirmelerini istemek zoruna kaldı.
Bu, sadece kendi ülkesinin değil tüm bölgenin güç yapılanmasını sarsmaya kararlı olan hırslı veliaht Prens Muhammed’in hikâyesindeki fasıllardan sadece biriydi. İçeride yüzlerce prensi ve işadamını yolsuzlukla mücadele adı altında hapsetti; dışarıda Yemen’de bir savaşa girişti ve Katar’la karşı karşıya geldi.
Sayın Hariri, Riyad’da hazır bulunmasının emredildiği gün, aslında Veliaht Prens’in daha genel bir savaşının sadece bir piyonuydu; yani Suudi Arabistan’ın kadim rakibi İran’ın bölgesel hırslarını dizginleme savaşının…
(…)

Cesur adımlar geri tepti
(…)
Prens Muhammed, komşu Yemen’de İran müttefiki isyancılara karşı çoktan bir savaş açtı ama bataklığa saplandı. Katar’ı abluka altına aldı ama bunu yapmakla Doha’yı İran’ın kucağına daha fazla itmiş oldu.
Şimdi ise Suudi patronuna yeterince itaatkâr addedilmeyen bir başka ülkenin başbakanını yerinden etmeye yöneldi. Prens şöyle bir mesaj yollamaya çalıştı: Lübnan’ın en güçlü siyasi aktörü olan -aynı zamanda İran’ın müttefiki- Hizbullah’ın daha da güçlenmesini engelleme vakti geldi. (…) Ama hiç beklenmedik bir sonuçla, Sayın Hariri yeni bir popülarite kazanarak görevinin başında ve Hizbullah da geçmişten çok daha güçlü durumda.
Suudi Arabistan’ın beceriksizce -belki de acemice- taktikleri ABD, Kuveyt, Ürdün, Mısır ve Sayın Hariri’nin Lübnan’daki Sünni partisinin çoğunluğu gibi en sadık müttefiklerini dahi kendisinden soğuttu. Uzmanlara ve yetkililere göre, Suudi Arabistan Lübnan’dan bazı küçük tavizler koparmış olabilir, ama bunlar diplomatik taarruza değecek türden şeyler muhtemelen değil.
(…) Bu türden tartışmalı/kavgacı hareketlerin aniden patlaması, bölge çapında savaş çalkantılarına yol açtı.
Endişelerin iyice artması üzerine Lübnanlı yetkililer, -epeydir korktukları- Suudi Arabistan’ın Lübnan’ın her an patlamaya hazır Filistin mülteci kamplarını istikrarsızlaştırmaya dayalı uzun vadeli planının önüne geçemeye çalıştılar. İki üst düzey Lübnanlı yetkilinin ve birçok Batılı diplomatın dediğine göre, Suudi Arabistan’ın veya Lübnan’daki müttefiklerinin, mülteci kamplarında veya başka yerlerde Hizbullah karşıtı bir milis grup kurmaya çalıştığına dair Beyrut’ta endişeler vardı. Bu türden entrikaların hiçbiri sonuç vermedi ve bir Suudi yetkili de bunların hiçbirini düşünmediklerini belirtti. [Z.T.K. Bu noktada bir hatırlatma yapmak isterim. 2007 yılında güneydeki bir Filistin mülteci kampında Fethu’ş-Şam isimli bir örgüt ortaya çıkmış, daha sonra 300 kadar mensubu kuzeydeki Nehru’l-Bârid mülteci kampına taşınmışlar; ardından Lübnan ordusu bu gruba savaş ilan edip on binlerce mültecinin yaşadığı kampın büyük kısmını yerle bir etmişti. Ben bu grubun da Suudi finansmanıyla Hizbullah’a karşı dengeleyici bir Sünni silahlı örgüt olarak kurgulandığı kanaatindeyim. Tarih de kritikti; 2006 Temmuz’undaki İsrail’le savaştan Hizbullah’ın başarılı çıkmasının ardından 2007’de yaşandı. Yani Filistin mülteci kamplarını bu türden işler için geçmişte de kullanmaya çalıştılar ama başarısız oldular]
Batılı ve Arap yetkililer, Suudilerin çevirdikleri bütün bu entrikalarla neyi murat ettiklerini hala daha çözmeye çalışıyor. Birçoğu, Lübnan’da bir iç kargaşayı, hatta bir savaşı kışkırtmayı hedeflemiş olabileceklerini göz ardı etmiyor.
Onlara göre net olan şu: Suudi Arabistan, içinde Hizbullah ile müttefiklerinin de bulunduğu Sayın Hariri’nin koalisyon hükümetini çökmeye zorlayarak, Hizbullah’ın gücünü azaltacak şekilde Lübnan siyasetinde safların yeniden belirlenmesini teşvik etmeye çalıştı.
Ancak Washington’daki Amerikan İlerleme Merkezi kıdemli araştırmacılarından Brian Katulis diyor ki, Prens Muhammed’in istediği cevval ve aktivist dış politikayı ustalıkla işlemek, “diğer ülkelerdeki siyasi dinamikleri kavrayacak bir derinliği ve bir gecede kurulması mümkün olmayan diplomatik bağlara [çok daha evvelden] yatırım yapmayı” gerektirir. “Günümüz Ortadoğu’sunda güç ve nüfuz rekabeti ciddi şekilde değişti ve Suudiler buna ayak uydurarak arayı kapatmaya çalışıyorlar. Bu da savaşlarla ve gerilimler parçalanmış Ortadoğu’da yeni yeni yanlış anlaşılmalar ve tırmanma riskini beraberinde getiriyor” diyerek sözlerine devam ediyor.

Baskı noktaları
Sayın Hariri ile Suudiler arasında problemler yıllardır alttan alta ısınmakta.
Tıpkı babası Refik Hariri gibi oğlu da siyasi kariyerini ve muazzam aile servetini Suudi desteğine borçlu. Ancak Suudiler, Sayın Hariri’nin hükümetinin (…) Hizbullah’a çok fazla hâkimiyet sağlamasından şikâyetçi.
(…) Hariri, Beyrut’a döndüğünde Suudilerin öfkesini yatıştırmak için aracılar yollayarak Hizbullah lideri Nasrallah’tan Suudi Arabistan’a karşı sert ve şiddetli söylemlerinin tonunu düşürmesini istedi.
(…)
3 Kasım’da Sayın Hariri’nin İran’ın Lübnan’la işbirliğini öven üst düzey İranlı yetkili Ali Ekber Velayeti ile bir araya gelmesi, Suudiler için bardağı taşıran son damla olabilir.
Saatler sonra Sayın Hariri, Suudi Kralı’ndan “hemen gel” mesajı aldı (…). (…)
(…)
Suudi Arabistan’ın Sayın Hariri’ye karşı kullanacağı birçok baskı noktaları var. Suudi Arabistan’daki yaklaşık 250 bin Lübnanlı işçiyi kovmakla tehdit ederek Lübnan ekonomisine zarar verebilirdi. Avanta/rüşvetin yaygın olduğu Suud’la yoğun iş bağlantılarına sahip Sayın Hariri’yi, aynı zamanda Suudi vatandaşlığı da bulunduğundan, şahsen de tehdit edilebilirdi. Zaten bir Arap diplomatın dediğine göre Sayın Hariri yolsuzluk suçlamalarıyla da tehdit edildi.
(…)
[İstifa açıklamasından] Birkaç saat sonra Suudi yetkililer yolsuzluk suçlamasıyla göz altılara başladığında yakalananlar arasında Sayın Hariri’nin iki eski iş ortağının da bulunması, kendi durumunun da hiç sağlam olmadığını hatırlatıyordu.

Gerçekçi olmayan beklentiler
Batılı diplomatların ve Lübnanlı yetkililerin anlattıklarına göre, Suudiler Lübnan’da istifanın dışarıdan göründüğü gibi kabul edilip Hizbullah’ın muhaliflerinden kitlesel bir destek alacağını beklediler. Ama Lübnan, istifaya kitlesel bir şüpheyle tepki verdi. Kimse sokaklara çıkmadı. Hizbullah’ın müttefiki olan Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Aun da Sayın Hariri bizzat kendisi gelip sunmadan istifasını kabul etmedi.
(…)
Yetkililerin anlattığına göre Sayın Hariri, sonunda Suudi korumalarla birlikte Riyad’daki evine gönderilerek misafir odasında tutuldu, eşi ve çocuklarını görmesi ise yasaklandı. Günler sonra birçok Batılı büyükelçi kendisini evinin salonda ziyaret etti; ancak ne denli serbest olduğu konusunda edindikleri izlenimler birbiriyle çelişkiliydi. Zira diplomatlar, sürekli salonda duran iki Suudi korumanın dışarı çıkmasını istediklerinde Sayın Hariri, her defasında “Hayır, burada kalabilirler” cevabını vermiş.
(…)
Bu arada Suudi prens, uluslararası endişeleri umursamadan, Filistin lideri Mahmud Abbas’ı da Riyad’a davet etti ve Filistin siyasetiyle ilgili birtakım talimatlar verdi. Yetkililer, Riyad’da Sayın Abbas’a ne söylendiği konusunda ihtilaf içindeler. Ama Lübnanlı yetkililer teyakkuza geçtiler. Üç Lübnanlı yetkilinin anlattığına göre, Lübnan iç istihbarat şefi General Abbas İbrahim’i ve bir Filistin heyetini Sayın Abbas’tan bilgi almak üzere alelacele Ürdün’ün başkenti Amman’a gönderdiler.
Birçok nedenden ötürü ciddi bir endişe sözkonusuydu. Üst düzey bir Lübnanlı yetkiliye göre, Suudilerin Sayın Abbas’a tavsiyeleri, Lübnan’da her an alevlenebilir durumdaki Filistin mülteci kamplarını istikrarsızlaştırabilirdi. Lübnanlı ve Filistinli yetkililerin yanısıra Batılı bir diplomatın da anlattığı üzere, -ayrı bir vaka olarak- Suudilerin Lübnanlı bir müttefiki, bir Filistin mülteci kampındaki cihatçı grupları Hizbullah’a karşı silahlı bir “Sünni direniş” örgütü kurması konusunda teşvik etmiş, ama bu fikir o denli tehlikeli ki cihatçılar bile bunu reddetmiş.
Suudiler ve Sayın Abbas’ın sözcüsü ise bu anlatımları yalanladılar.
(…)
Fransa, ABD, Mısır ve diğer ülkelerin yoğun diplomasisi sayesinde Sayın Hariri’nin Suudi Arabistan’dan ayrılmasına izin veren bir anlaşmaya varıldı.
Bu anlaşmaya dahil olan Lübnanlı yetkililer ile Batılı ve Arap diplomatların söylediklerine göre, Veliaht Prens, Sayın Hariri’yi bir görevle ülkesine geri yolladı: Hizbullah’a savaşçılarını Yemen’den geri çektirmek. Aynı Batılı ve Arap diplomatlara göre bu talep, Prens’in -zaman zaman “Riyad’ın Vietnamı’ı” olarak da anılan- Yemen’i iyi bilen biri olmadığının ispatı. Batılı bir diplomata göre Hizbullah’ın Yemen’deki savaşçılarının sayısı sadece 50 olup buradaki Husi isyancıların eğitimi ve kaynak aktarımında İran çok daha büyük bir rol oynuyor. [Z.T.K. Son cümledeki bilginin doğruluğundan emin değilim; zira İran’ın Arap bölgelerde Hizbullah üzerinden bu tür işleri yürütmeyi tercih ettiğine dair bir bilgi hatırlıyorum. Yemen’de de başlangıçta Hizbullah etkiliydi, ama şu anki durumu bilmiyorum.]
Lübnanlı bir yetkiliye göre, Yemen’deki savaşı sonlandırmak için Beyrut “yanlış bir posta kutusu.” [Z.T.K. Lübnan’a “posta kutusu” denir, çünkü küresel ve bölgesel güçlerin Ortadoğu’da birbirine mesaj yollamak için kullandıkları bir alandır. Suikastlar, krizler hep bu türden birer araçtır.]
Riyad, kargaşadan çıkış için bir şeyler aldı. Lübnanlı yetkililer, Suudi karşıtı söylemini yumuşatabilmek ve Beyrut’taki Husi yanlısı bir televizyon istasyonunu kapatabilmek için Hizbullah’la bir anlaşmaya varmaya çalışıyorlar.
Sayın Hariri Riyad’ı yatıştırabilir mi net değil. Son dönemde Sayın Nasrallah’ın konuşmalarında Prens Muhammed’i eleştirmemesi ve çarşamba günü de Yemen’de barış görüşmeleri çağrısı yapması önemli bir adım. Ancak salı günü Yemen’in Husileri Riyad’a bir füze daha attılar.


Bu habere/yazıya katkıda bulunanlar Paris’ten Alissa J. Rubin, Beyrut’tan Ben Hubbard ve Hwaida Saad, Kahire’den Nour Youssef, Ramallah’tan David M. Halbfinger ve Rami Nazzal, Washington’dan Gardiner Harris

D.IGNATIUS: BİZİ TEHLİKEYE ATAN İRAN’I GÖZ ARDI EDİYORUZ




David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 26.12.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

(…)
İran’ın siber kapasitesi, Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’ndan Collin Anderson ve Karim Sadjadpour tarafından pek yakında yayınlanacak “İran’ın Siber Tehdidi” başlıklı detaylı raporun konusu. Rapor, siber tehdit matriksinde “üçüncü sınıf” olsa da yine de ciddi zararlar verebilecek bir ülkeyi anlatıyor.
İran’ın siber saldırılarıyla ilgili ifşaatlar ABD ve müttefiklerinin tehlikeli bir elektronik ekosistemde yaşadığını bize hatırlatıyor. Rusya’nın 2016 Amerikan başkanlık kampanyasına yönelik heklemeleri her gün haber oluyor; Çin’in ABD’nin gizli bilgilerini çalması da artık herkesin malumu. Onlarca küçük ülkenin elindeki daha az sofistike ve fakat zehirli silahlar ise pek dikkat bile çekmiyor. ABD görece açık/şeffaf sistemleriyle kolay hedef olabilir durumda.
İran’la ilgili çalışma tam vaktinde yapılmış: Trump yönetimi; İran’ın Yemen, Suriye, Lübnan ve Ortadoğu’nun diğer yerlerindeki vekil güçlerini püskürtmeye yardım etme isteğini Suudi Arabistan ve diğer müttefiklerine ilan etmiş durumda. ABD’nin geri püskürtme çağrısı bu aşamada bir söylemden ibaret; zira hala daha uygulanacak politika tam olarak netleşmiş değil. Ama Tahran’ın müttefikleri [uygulanacak politikaya] karşı koyabilir durumda, hem de zaman zaman teşhis edilmesi bile zor şekilde... Özellikle de kullandıkları araç siber silahlar olursa...
Carnegie Vakfı’nın raporu, kısmen yabancı istihbarat toplamak kısmense içeride 2009 [İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucunu protesto amacıyla] Yeşil Hareket’te bir araya gelen muhalefet gruplarına karşı casusluk yapmak amacıyla geliştirilen İran’ın küçük ama faydalı siber kapasitesini anlatıyor. İranlı bilgisayar korsanları, Tahran’ın nükleer programına karşı ABD’nin ve İsrail’in 2007’de başlattığı “Stuntexmalware (kötü amaçlı yazılım) saldırıları hakkında 2012’de haberlerin çıkmasının ardından bir de kendilerine yapılanı ödetme güdüsü geliştirdiler.
Bundan on yıl evvel İran kendi kaynaklarını seferber etmeye başladı. Yurtiçinde üretilen bilgisayar korsanlığı kültürü, raporun en ilginç bulgularından; zira diğer onlarca yükselen ekonomide bunun kopyalanma ihtimali var. Rapor, “İran’ın siber kapasitesi içerideki kendi üniversitelerde ve bilgisayar korsanlığı gruplarında geliştirilmişe benziyor (…)” diyor.
İranlı bilgisayar korsanları, 2007’de siber küçük nokta atışlarıyla işe yavaş yavaş başladılar. (…) Ancak saldırılar, 2011’de İranlı bir bilgisayar korsanının Alman güvenlik şirketi DigiNotar’a sızmasıyla (…) daha ciddi hale geldi
Ardından İran’ın basit ama yıkıcı karşı-saldırıları geldi. İran’ın petrol sanayiinin Nisan 2012’de “Flame” ve “Wiper” adlı kötü amaçlı yazılımlarla saldırıya uğramasının ardından İranlılar, 2012 Ağustos’unda “Shamoon” adlı virüsü kullanarak Suudi Aramco petrol şirketine saldırdılar. Carnegie araştırmacılarına göre on binlerce Suudi Aramco bilgisayarı bu saldırıdan etkilendi ve onlarca, hatta yüzlerce milyon dolarlık zarara yol açtı.
İran başarılı bir şekilde ABD’ye de saldırdı. Eylül 2012’de İzzeddin Kassam Siber Savaşçıları adlı bir bilgisayar korsanı grubu, Amerikan bankalarına ve mali kurumlarına ilkel ama yıkıcı DDoS saldırısına başladı, yani sistemlerini bozacak şekilde aşırı trafikle hedef bilgisayarlara saldırdı. Burada da saldırganlar şaşırtıcı derece hasar verdi.
Carnegie uzmanları, FBI’ın 2012’den 2013’e İran operasyonunun “yüz binlerce banka müşterisinin hesaplarını çok uzun süreler kilitlediği ve buna çare bulmanın on milyonlarca dolara mâl olduğu”na dönük tespitini de anlatıyor. (…)
İranlılar niçin Amerikan bankalarına saldırdılar? Basitçe intikam için. “İran’ın nükleer çalışmalarına karşı Batı’nın faaliyetlerine misilleme” için. (…)
İran’ın siber kapasitesi, Trump yönetiminin yeni Tahran karşıtı kampanyasının, doğrudan çatışmadan kaçınılsa dahi, maliyetsiz olmayabileceğini gösteriyor. İstihbarat meselelerine odaklanan the Cipher Brief adlı web sitesi, “İran’ın Siber Korsanları(nın) Trump Nükleer Anlaşmayı Yırtıp Atarsa Saldırıya Hazır” olduğuna dair bu ay bir yazı yayınladı. (…)

İran’ın fırlatmaya hazır, tabiri caizse, siber taşlar cephaneliği var. Bu arada ABD dünyanın en büyük camdan evinde yaşıyor.

22 Aralık 2017 Cuma

J.McLAUGHLIN: BAE, CASUSLUK İMPARATORLUĞU KURMAK İÇİN ESKİ CIA'CİLERE PARA AKITIYOR




Jenna McLaughlin (Foreign Policy dergisi istihbarat muhabiri)
Foreign Policy, 21.12.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

Batılılar, Abu Dabi’nin kuzeydoğusundaki Zayid Limanı’ndan pek de uzak sayılmayan bir yerdeki tipik bir modern Körfez villasında BAE’lilere modern casusluğun araçlarını öğretiyorlar.
İstihbaratın temel bilgilerini veren derslerle başlıyor. (…) Müteakip haftalarda (…) gibi çok daha ileri istihbarat eğitimleri veriliyor.
(…)
(…) Tesisler ve dersler, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin Batı’dakini model alan bir profesyonel istihbarat kadrosu yaratma çabasının bir parçası.
Eski CIA ve hükümet yetkilileri, ilginç bir görev ve belki çok daha önemlisi, ballı bir kariyer vaadiyle Körfez ülkelerine çekiliyorlar.  
Eski bir görevli Foreign Policy’e dedi ki “Para şahaneydi. Günlük 1000 dolar, dahası Abu Dabi’de bir villada veya beş yıldızlı bir otelde yaşıyorsunuz.”
Giderek büyüyen bu istihbarat eğitimi operasyonunun ardındaki kilit isim, birçok kaynağa göre, CIA ile New York Polis Teşkilatı (NYPD) arasında tartışmalı bir ortaklığı teşvik eden –ve böylelikle New York çevresindeki camilerde, kitapçılarda vs. çoğunluğu Müslüman olan insanları izleyerek ileride terörist olma ihtimali bulunanların radikalleşmesinin önünü almaya çalışan– eski bir istihbarat görevlisi: Larry Sanchez. Konuyu yakından bilen altı kaynaktan aldığımız bilgilere göre, CIA’in gizli hizmetlerinde görev almış eski kurt Sanchez, son altı yıldır BAE’de Abu Dabi Veliaht Prensi için çalışarak tepeden tırnağa geniş birer istihbarat servisi ağı kurmakta.
Öte yandan Sanchez, güvenlik eğitimi vermek üzere Körfez ülkelerine giden birçok eski Batılı güvenlik uzmanından sadece biri. “Blackwater” şirketinin kurucusu Erik Prince’in, ayrıntıları ilk kez New York Times gazetesi tarafından ifşa edildiği üzere, Veliaht Prens’e hizmet eden yabancı bir askeri tabur kurmak üzere BAE’ye gittiği artık herkesin malumu. Beyaz Saray’ın eski terörle mücadele baronu Richard Clarke da “Good Harbor Security Risk Management” şirketinin CEO’su olarak uzunca bir süredir Abu Dabi Veliaht Prensi’nin baş danışmanı.
BAE’nin güvenlik kurum ve kuruluşlarını inşa etmek için yabancılara bel bağlaması yeni değil; ancak sözkonusu Körfez ülkesi, bu yardımın ayrıntılarını kamuoyundan genellikle saklamaya çalışmıştır. Yeni oluşan istihbarat operasyonlarının eğitimine gelince, bu konuda ayrıntılar özellikle gizlenmekte. Ancak yabancı ülkelerin casusluk kapasitelerini inşa etmek için eski Amerikan istihbarat görevlilerinin kullanımı epeyce yeni bir adım.
BAE’nin istihbarat operasyonları için bir plan-proje hazırlanmasında Sanchez’in rolü, sözleşmeli özel şirketlerin, Amerikan ordusu ve istihbaratında geçirdikleri on yıllar içinde kazandıkları yetenekleri para karşılığında satmakta ne denli ileri gittiklerini ortaya döküyor. Bu türden işler şu an ABD’de (…) hukuki bir meseleye dönüşüyor.
Sanchez, bu konuda kendisine yolladığımız sorulara cevap vermekten kaçındı.
Altı eski istihbarat görevlisi ve sözleşmeli eğitmen, (…) isimlerinin gizli kalması koşuluyla eğitim operasyonunu anlattı.
(…)
Kaynaklardan biri dedi ki “hayal edilen şey” kendi CIA’ini kurmasında BAE’ye yardım etmekti.
Larry Sanchez’in, Virjinya/Langley’deki CIA karargâhlarından Abu Dabi’ye uzanan yolu New York üzerinden geçmiş. CIA’deki kariyerinin çoğunu, diğer istihbarat teşkilatlarında veya örgütlerde roller alarak bir gizli ajan olarak geçirmiş. Ancak 11 Eylül terör saldırılarından kısa bir müddet sonra 2002 yılında dönemin CIA başkanı George Tenet, Sanchez’i New York’a NYPD istihbarat başkan yardımcısı David Cohen’le çalışmak üzere göndermiş.
CIA ile NYPD arasında zaten gayriresmî bir ilişki vardı. Cohen ayrıca CIA operasyonlar biriminin eski başkan yardımcısıydı. Sanchez, New York’ta el-Kaide hakkında gerçek zamanlı istihbaratla emniyeti sağladı. NYPD, camilerin ve Müslüman toplulukların yanısıra diğer muhtemel “radikalleştirici” mekânlara sızması için casuslar yollamıştı. Hedef, 11 Eylül benzeri saldırıları önlemekti.
Sanchez NYPD’de görevliyken teşkilat aynı zamanda BAE’yle giderek genişleyen –ve sıradışı–  bir ilişki içindeydi. 2008’de NYPD ve BAE hükümeti bir istihbarat paylaşımı anlaşması imzaladı ve New York polisi Abu Dabi’de kendisine bağlı bir şube açtı. Ayrıca BAE, “NYPD’nin dünyanın dört bir yanında, terörle alakalı olaylarda yerel emniyet güçleriyle birlikte çalışacak dedektifler görevlendirmesi” için finansman sağlamak maksadıyla, New York Şehri Polis Vakfı’na 2012 yılında istihbarat birimi için bir milyon dolar verdi.
Eski bir emniyet görevlisine göre, NYPD’deki görevi sırasında Sanchez, Abu Dabi Emiri Şeyh Halife bin Zayid en-Nahyan da dâhil üst düzey BAE yetkilileriyle “ileride de devam edecek bir ilişki” geliştirdi.
Aynı kaynak şunları anlattı: BAE’liler “istihbarat dünyası”nı pek bilmiyorlardı ve Sanchez onlara gidip dedi ki “Bakın ben, buraya gelen ve ardından da geri giden diğer Amerikalı elemanlar gibi olmayacağım. Her an sizinle birlikteyim. Sabahın 3’ünde bile beni arasanız hemen çıkıp gelirim yanınıza” Böylelikle özverisiyle onları kazanmış oldu.
Sanchez, BAE’yle ilişki kurduğu bir sırada ABD’deki işi denetimden geçmekteydi. NYPD’ye CIA görevlilerinin iyice yerleşmesine ilişkin yürütülen 2011’deki bir CIA genel müfettişi soruşturması, kanunların spesifik bir ihlaline rastlamadı ama (…) bu yakın ilişki biçiminin kamu güvenini aşındırdığı sonucuna vardı.
İfşaatlar sivil hak ve hürriyetlerin savunucusu olan örgütlerin büyük tepkisini çekti. (…)
(…)
Toz bulutu dağılıp da CIA, NYPD’deki programını sonlandırma kararı aldığında Sanchez çoktan Ortadoğu’nun yolunu tutmuştu.
2001’de New York’ta İkiz Kuleler yıkıldığında BAE kendisini uluslararası terörizm derdine düşmüş halde buldu. Körfez ülkeleri, hiç farkında bile olmadan teröristler için bir transit merkezi işlevi görüyordu ve hava korsanlarının ikisi BAE vatandaşıydı. Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi Ortadoğu Programı Direktörü Jon Alterman’a göre saldırılar BAE için bir dönüm noktası olmuştu.
Alterman, Foreign Policy’ye yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Bu, BAE’yi gerek kendi içindeki dini örgütler gerekse daha geniş ölçekte milli güvenlik cephesinde bir dizi adım atmaya sevk etti. Milli güvenlikle ilgili hep bir endişe vardı zaten, ama bu bence 11 Eylül sonrası gerçekten şiddetlendi.”
BAE kendi istihbarat altyapısını inşa etmek istedi ve yardım için Batı’ya yöneldi. Tarihsel olarak BAE’liler, Batı’nın güvenlik yapılanmalarını olabildiğince yakından kopyalamayı hedeflemiştir. Savunma stratejisini belirlerken Avustralya, İngiltere, ABD ve diğer Batı ülkelerini incelemiştir.
Ancak BAE’yi yakından tanıyanlara göre, bu yaklaşımın olumsuz tarafı, [dışarıdan] stratejiler satın alıp düzgün yerine oturmamış yap-boz parçaları gibi bunları bir araya getirmeleri ve çoğunlukla da merkezî bir vizyon ve plandan yoksun olmaları.  
Sanchez’in BAE’de görev yaptığı dönemde istihbarat eğitiminde Batılıların varlığı giderek artmaktaydı. Avustralyalı ve İngiliz kıdemli askeri istihbaratçılar da oradaydı. Ancak Sanchez, New York’ta terörle mücadelede çalıştığı yıllarda BAE’yi yöneten aileyle geliştirdiği şahsi ilişkilerden istifade etti.
Zaman zaman Amerikan yönetimi de doğrudan yardım etti. 2010-2011’de İranlılar siber savaş kapasitesini inşa ederken Amerikan yönetiminden yetkililer ve özel savunma şirketleri BAE’yi ziyaret ettiler ve BAE’lileri dijital güvenlik ve siber saldırı operasyonları konusunda eğitmeye yardımcı oldular.
Genellikle Amerikan yönetimi, Körfez ülkelerinin ABD’nin yardımıyla kendi kadrolarını kurma çabalarını içtenlikle kabul etse de Amerikan vatandaşlarının siber saldırı operasyonlarına katılmasına ise bir çizgi çekiyor/müsaade etmiyor.
2011 sonunda Amerikan yönetiminin danışmanları ve sözleşmeli şirketler, ABD’deki Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nın BAE’de Milli Elektronik Güvenlik Otoritesi adı altında bir denginin kurulmasına yardım etti; şu anki adı ise Muhabere İstihbarat Teşkilatı. Eski bir istihbarat yetkilisinin Foreign Policy’yle paylaştığı belgelere göre ABD bu yapılanmanın oluşumunda (…) her şeyin içindeydi.
Aynı dönemde Sanchez ve ekibi, BAE’ye iç izleme ve gözetlemenin tekniklerini öğretmeye başladı. Merkezi Baltimore’da bulunan düşük profilli bir istihbarat şirketi “CAGN Global Ltd.”in başkanı olarak Sanchez, ekseriyeti eski kolluk kuvvetleri, emekli Batılı istihbarat yetkilileri ve eski askerlerden bir ekip oluşturarak casusluk ve paramiliter operasyonların nasıl olması gerektiği konusunda eğitime başladı.
BAE liderliğine basit bir akıl hocalığı olarak başlayan eğitim programı, içinde bulunanların dahi beklemediği hızda büyüdü. Bütün istihbarat kurumlarını kurmasını isteyecek kadar ileri bir boyutta Sanchez’e bel bağlamaya başladılar.
(…)
Dış gözetleme dersleri, neredeyse tamamen CIA’in saha/çiftlik eğitimlerinin birebir kopyasıydı. (…)
(…)
Sanchez’in başlangıçta –içeriyi gözetlemeye ve BAE’nin Müslüman Kardeşler bağlantılı İslamcı grubu olan el-Islah gibi tehditlere odaklanan– iç istihbarat dersleri daha sonra giderek genişledi. Aşağı yukarı son altı aydır Sanchez ve ekibi, yeni bir dış istihbarat teşkilatına şekil vermek gayesiyle, –BAE sınırları ötesindeki Yemen, İran, Suriye, Katar, Eritre ve Libya gibi ülkelerde mevcut tehditlere odaklanan– bir dersle dışarıya da bakmaya başladı.
Kaynaklarımızdan biri, BAE’lilerin “kötü bir muhitte yaşadığı”na dikkat çekti: Onlar Yemen’i “çökmüş bir devlet” olarak görüyorlar, düzenli olarak el-Kaide liderleriyle çatışıyorlar ve Somali ile Umman’daki belirsizlikten korkuyorlar. İran’la çatışmaları “o denli derin ki bu hep yanı başlarında sürüp gidecek.”
Aynı kaynağın belirttiğine göre, BAE’liler, ABD’nin dostu ama günün birinde Batı’nın kendisini terk edip gitmesine karşı teyakkuzdalar. “Kendi kendimizi korumaya başlamamız lazım” diye düşünüyorlar.
“BAE yeni yetme casuslar üretse de onları ülke dışında konuşlandıracağının bir garantisi yok” diyor, eğitim programını yakinen bilen iki kaynak. BAE bu ülkelerdeki büyükelçiliklere sürekli şekilde yatırım yapmıyor. Dolayısıyla programın, özellikle daha büyük ve güvenlik alanında daha bilinçli İran gibi ülkelerde tamamen hayata geçmesi için gerekli fiziksel destek yok.
 (…) Sanchez BAE hükümetinin güvenlik endişelerini paylaşıyor. İster İran olsun isterse Müslüman Kardeşler veya el-Kaide, potansiyel düşmanlar BAE’nin muhtemel tehditler listesinde üst sırada. Benzer şekilde Sanchez de “hep Müslüman Kardeşler’den ve İranlılardan endişe duyuyor” ve eski emniyet görevlilerinden birine göre “[BAE’de görev almakla] doğru bir iş yaptığını hissediyor.”
(…)
Bu endişeleri paylaşan sadece Sanchez ve BAE de değil, Washington’daki en baş karar alıcılar da benzer tehditlere odaklanmış durumdalar. (…)
Sanchez’in BAE’deki görevinden endişe duymayan da yok değil. İstihbarattan bazılarının kafasındaki soru şu: “Acaba BAE rejimi, kendisini meşru şekilde eleştirenleri teröristler veya yabancı ajanlar diye yaftalıyor olabilir mi?” Bölgeyi bilen bir eski istihbaratçı Foreign Policy’ye dedi ki “BAE, kendi rejimine karşı olan herkesin ya İran veya Fars etkisinde ya da Müslüman Kardeşler mensubu olduğu iddiasında.”
Kurumlarını Batı’yı örnek alarak inşa etse de BAE, siyasi muhaliflerini ezmekle nam salmış durumda. İnsan hakları örgütleri, aktivistlerin ve muhaliflerin keyfi tutuklanması ve işkenceye maruz kalması vakalarını belgeledi. En dikkat çekeni de hükümetin dışarıdan ithal ettiği gözetleme araçlarından bazılarını, mart ayından beri alıkonan tanınmış aktivistlerden Ahmed Mansur’u hedef almak için kullanması.
Ancak mülakat yaptığımız istihbarat yetkilileri ve eski eğitmenler, derslerin siyasi muhaliflere değil dış tehditlere ve ayrıca planlama operasyonlarına değil istihbarat becerisi kazandırmaya odaklandığını söylüyorlar. (…)
(…)
İstihbarat işbirliği yeni olmayabilir ama özel şirketlerin istihbarat eğitimi vermek için kullanılması yeni bir olgu sayılır ve bu konuda herkesin içi de rahat değil.
(…) BAE’de bulunan Amerikan istihbaratından görevliler, Sanchez ve şirketiyle doğrudan temastan kaçınıyorlar.
(…)
(…) Üç kaynaktan aldığımız bilgiye göre, Abu Dabi’deki CIA istasyon şefi, Sanchez’in misyonunun gayet farkında; aslında istasyon şefinin eşi bir müddet Sanchez için çalışmış.
CIA ise bu konuda yorum yapmaktan kaçınıyor.
(…)
Ama artık Sanchez’den çok da endişelenmelerine gerek yok; zira liderlik düzeyinde yaşanan iç ihtilafların ve eğitimcilerin sıklıkla değişmesiyle programın kan kaybına uğramasının ardından yakında emekli olabilir veya geri çekilebilir (…).
(…)
İngiliz Özel Hava Hizmetlerinde görev almış eski bir yetkili tarafından yetiştirilenlerin istihdam edildiği bir BAE şirketi olan “LUAA LLC” geçtiğimiz ilkbaharda göreve başlamış. BAE hükümetiyle siber güvenlik ve istihbarat alanında iş tutan “DarkMatter” adlı şirketin bir şubesi olan üçüncü bir BAE şirketi de şimdilerde iyice yol almış durumda.
LUAA’nın bir BAE şirketi olması, bazı Amerikalı eğitmenleri huzursuz ediyor; zira güvenlik soruşturmalarını zora sokup sokmayacağından emin değiller.
Bu arada istihbarat eğitim programı şekil değiştirmeye devam ediyor. İki kaynağımıza göre, “CAGN Global” şirketi ve sahibi Sanchez’in BAE’li yetkililerle arası açılmış durumda ve FBI’ın hakkında soruşturma yürüttüğü DarkMatter şirketi şimdiler bu görevi üstlenmiş bulunuyor. (…)
BAE’nin istihbarat operasyonlarını kurmasına yardımcı olan Amerikalılara gelince, her daim bir başka program önlerinde illa ki vardır. İki kaynağımız, benzer bir istihbarat eğitim programını Suudi Arabistan’a taşıma konusunda yıllardır ağırdan da alınsa bir çabanın var olduğuna dikkat çektiler.

NOT: Kasım ayı içerisinde Lübnan Başbakanı'nın Suudi Arabistan'da alıkonmasının arka planıyla ilgili önemli bazı yazıların tercümelerini yapmıştım. Bu yüzden aşağıdaki yazıda tekrar olan kısımların birçoğunu tercüme etme gereği duymadım. Atladığım kısımları merak eden ve daha kapsamlı bir bilgi isteyenler şu tercümeleri  okuyabilirler:
David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)


David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)