22 Kasım 2017 Çarşamba

M.RAPOPORT: SURİYE’DE İRAN: İSRAİL’İN KUZEY İKİLEMİ





Meron Rapoport (İsrailli serbest gazeteci ve yazar. Filistinlilerin zeytin ağaçlarının çalınmasıyla ilgili yaptığı araştırmacı gazetecilikle Napoli Gazetecilik Ödülü layık görüldü. Daha evvel Haaretz gazetesi haber biriminin başındaydı)
Middle East Eye, 17.11.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız. 

(...)
İsrail’in kendisini yok etmeye adamış şeytani düşmanlar olarak tanımladığı İran, Hizbullah, Esed rejimi ve diğer güçler tarafından kontrol edilen, İran’dan başlayıp Lübnan üzerinden Akdeniz sahiline kadar uzanan eksene şimdilerde Rusya gibi bir gücün resmen ve alenen onay vererek meşruiyet kazandırmasından daha kötü bir senaryoyu tahayyül etmek İsrail açısından çok zor.
(…)
(…) Aynı zamanda İsrailli bir general olan Konut Bakanı Yoav Galant, kısa bir süre evvel Hizbullah’ın elinde fırlatılmaya hazır 100.000 füze olduğunu söyledi. Diğer tahminler 150.000’e kadar yükseliyor. Bu devasa bir rakam.
Her ne kadar İsrail füze savunma sistemleri bunların bir kısmını havada durdurup etkisiz hale getirecek olsa da gerçek bir savaş halinde bu füzeler İsrail’deki kritik hedefleri vuracaktır. (…)
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Esed rejimini kurtarmak amacıyla Suriye savaşına girdiğinde İsrail’deki uzmanlar pek bir memnundu. O dönemde şöyle diyorlardı: Kendi kendisini tüketecek, savaşçılarını ve itibarını yitirecek ve İsrail’e karşı bir düşman olmaktan çıkacak.

Savaşa hazır
Bugün ise durum tam aksi görünüyor. Hizbullah 1000 kadar savaşçısını kaybetmiş ve İsrail’le savaşırken kazandığı Arap dünyasındaki halk desteğinin bir kısmını yitirmiş olabilir; ama Suriye İç Savaşı’ndan deneyimli bir askeri kuvvet olarak çıkmakta, hem de gerilla savaşı değil gerçek bir savaş verme kapasitesine sahip bir kuvvet olarak…
İsrail’de Hizbullah’ın “küçük bir ordu” olarak görüldüğünün kanıtları iki ay evvel ortaya çıktı. İsrail ordusu, Hizbullah’ın İsrail topraklarını işgal edip kentleri fethetmeye kalkıştığı bir savaş senaryosunu baz alarak, on binlerce askerin katılımıyla, “son 20 yılın en büyüğü” olarak nitelediği bir dizi askeri tatbikatlar gerçekleştirdi.
(…)
İsrail bakışı açısına göre, problem sadece Hizbullah değil; [Netanyahu yönetimi] yıllardır İran’ın, sadece İsrail’e değil aynı zamanda tüm dünya barışına yönelik en büyük varoluşsal tehdit olduğu iddiasını dillendiriyor.
Başbakan Netanyahu, kariyerini bu argüman üzerine inşa etti ve bunu İsrail dış ve savunma politikasının mihenk taşı haline getirdi. Tahran’la nükleer anlaşmayı engellemekte veya iptal ettirmekte başarısız kalan Netanyahu, şimdilerde Golan Tepeleri sınırından sadece 5 km ötedeki İran askeri birlikleriyle karşı karşıya.
Diyelim ki Suriye’de ciddi bir İran askeri varlığı hala yok; İran Hava Kuvvetleri oraya üsler inşa etmedi. Yine de haritaya bir göz atmak, İran’dan Irak, Suriye ve Lübnan’a uzanan doğrudan bir hattın varlığını görmek için yeterli; hele de Esed’in Suriye’nin doğusundaki son zaferlerinin ve Musul’da İslam Devleti’nin düşüşünün ardından…
İsrailli televizyon yorumcuları, bu tehditkâr haritayı seyircilere mümkün olduğunca fazla göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Netanyahu’nun BM konuşmalarındaki bir soyut tehdit olmaktan çıkan İran tehdidi şimdilerde gerçek ve çok yakın.

Putin’in dostluğu başarısız oldu
Netanyahu, bu belanın yaklaşmakta olduğunu gördü ve İran’ın artan gücünü Rusya üzerinden dengelemekte başarılı olabileceğine inandı. Son iki yılda tam altı defa buluşmak suretiyle Rus Devlet Bakanı Putin’e dünyanın bir başka liderinden çok daha fazla yatırım yaptı.
Netanyahu’nun her fırsatta iftiharla övündüğü gibi, iki lider arasındaki şahsi ilişkiler belki gayet iyi olabilir ama bunun siyaseten pek de bir önemi yok. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Suriye’deki İran varlığının “meşruiyet”inden bahsettiğini duyduğunda Netanyahu’nun ne hissettiğini tahmin edebilirsiniz. Biri yüzünüze tükürdüğünde hissedeceğiniz duygunun muhtemelen bir benzerini...
Velhasıl İsrail’in şu an karşı karşıya olduğu tercih hiç de kolay değil. Hizbullah-İran terkibi zaten gerçek bir tehdit olarak algılanmakta. Esed rejimi istikrara kavuştuğunda –ki tüm göstergeler buna işaret ediyor– Suriye ordusu da zaten var olan bu tehditkâr denklemin bir faktörüne dönüşecek. Rus şemsiyesi bu eksenin gücünü sadece daha da artırmış olacak. Amerikan Başkanı Trump, Twitter’dan İran konusunda mesaj atmaya devam edebilir; ama onun tehditlerinin gerçek dünyada hiçbir etkisi yok.
Düz mantık, eksen daha da güçlenmeden İsrail’in derhal harekete geçmesinin faydalı olduğunu salık veriyor. Son iki yılda İsrail Hava Kuvvetleri’nin Suriye hedeflerine düzenlediği onlarca saldırıyla verilmek istenen mesaj da buydu.
Savunma Bakanı Avigdor Lieberman, İran’ın Suriye’ye “kalıcı olarak yerleşmesi”ne de Suriye’nin “İsrail’e karşı bir ileri mevzi hattı”na dönüşmesine de izin vermeyeceklerini perşembe günü ilan etti.  Lieberman, İsrail’in bu süreci nasıl engelleyeceğine dair herhangi bir ayrıntı vermedi; ama kuvvet kullanma tehdidi net.
O halde İsrail, acaba Hizbullah’a veyahut Suriye’deki İran kuvvetlerine karşı bir savaşa doğru mu gidiyor? İsrail televizyonlarındaki günlük haberlere bakılırsa bu, Suudi Arabistan’ın tam da İsrail’den beklediği şey. İsrailli yorumcular, Lübnan başbakanının “istifa”sının ardından Suudi Arabistan’ın Hizbullah’a ve Lübnan’a karşı kaba tehditlerini böyle yorumluyorlar. Komşusu Yemen’de dahi yenilgiye uğramış Suudi ordusu Lübnan’ı öyle uzaktan tehdit edemez. Ama Suudilere göre bunu İsrail yapabilir.
Görünürde eşsiz bir fırsata sahibiz: Suudi Arabistan’dan, Körfez ülkelerinden ve belki de Mısır’dan verilecek açık destekle İsrail’in bir Arap ülkesine saldırması…
Bu tür bir durum çok nadiren vuku bulur. 1982’de dönemin Başbakanı Menachem Begin, [Z.T.K. 1979’da imzalanan Mısır-İsrail barış antlaşmasıyla daha evvel 4 kez savaştığı Mısır’ı yanına çekmenin rahatlığı içinde, 15 sene evvel işgal ettiği Sina Yarımadası’nı (Nisan 1982’de) tamamen tahliye ederken] diğer Arap devletlerine karşı harekete geçmekte elinin serbestleştiğini düşünerek Lübnan’da FKÖ’ye karşı [topyekûn bir] savaşa girişmişti [Z.T.K. Ağustos 1982]. Ancak mevcut durumda İsrail’in böyle bir fırsatı yakalamak üzere olup olmadığı henüz net değil.  
İsrail’in, Suudi Arabistan’la bağlara büyük saygı gösterse de, Veliaht Prens Muhammed bin Selman menfaatlerine erişsin diye kan dökmeye hevesi yok. Ayrıca Netanyahu, –Suudi yönetimi gerçek anlamda Filistinlileri umursamasa da– Suud’da ve Arap dünyasının tamamında kamuoylarının Filistin meselesinde sembolik de olsa bir çeşit taviz elde etmeden Riyad’ın İsrail’le daha yakın bir ittifaka girmesine izin vermeyeceğinin farkında. İsrail’in mevcut iç siyasi şartlarında Netanyahu bu türden bir bedeli ödeyebilecek durumda değil.

Barışı sonlandırma
Siyasi açıdan bakıldığında önemi daha az olmayan bir başka konu var. İsrail kamuoyu bağlamında Netanyahu’nun en dikkat çekici başarılarından biri, ikinci defa başbakanlığa geçtiği 2009’dan bu yana son sekiz yıldır süregelen görece sessiz güvenlik durumu.
Netanyahu, ülkeyi yönettiği on bir yılda (1996-1999 ve 2009-2017), –2014’teki [Z.T.K. Gazze’ye yönelik 51 gün süren] Koruyucu Hat Operasyonu dışında– geniş çaplı askeri harekatlardan geri durdu. Selefi Ehud Olmert ise başbakanlıkta kaldığı iki yıl içinde biri 2006’da Lübnan’da, diğer 2008’de Gazze’de olmak üzere iki büyük harekâta girişmiş ve 2500’ü aşkın Lübnanlı, Filistinli ve İsraillinin hayatını kaybetmesine yol açmıştı.
Hizbullah’la askeri bir çatışmanın Netanyahu’nun bu sicilini bozacağına dikkat çekiliyor. Bunun nedeni, Hizbullah’ın geliştirdiği askeri güç veya temin ettiği on binlerce füze değil.
Daha ziyade, eğer Lübnan’daki Hizbullah’a bir saldırı düzenlenirse bunun karşılığının sadece Lübnan’dan değil, aynı zamanda örgütün önemli bir askeri varlığının bulunduğu Suriye’den de geleceği değerlendirmesi yapılıyor. İşte tam da bu yüzden artık İsrail, “Lübnan cephesi” yerine hem Lübnan’ı hem de Suriye’yi içine alan “kuzey cephesi”nden bahsediyor.
Tekrar etmek gerekirse, bu ikilem öyle basit bir şey değil. İsrail, bütün zorluklarına ve tehlikelerine rağmen, hâlihazırda Hizbullah’a karşı açık bir askeri üstünlüğe sahip. Esed’in yönetimi altında Suriye ordusu zar zor ayakta kalsa ve İran da Suriye’deki üssünü henüz tam sağlama almasa da önümüzdeki 2-3 yılda durum İsrail aleyhine değişebilir. Dolayısıyla kısa vadede [İran’a karşı] harekete geçmenin bir mantığı var. 
Diğer bir faktör de Netanyahu aleyhine yürütülen cezai soruşturmalar yüzünden 2018’in ilk yarısında İsrail’de erken bir seçime gitme ihtimalinin giderek ağır basması ki bu durum, “savaş sırasında halklar hükümetin arkasında kenetlenir” fikrine bel bağlayarak onu askeri bir çatışma riskini göze almaya itebilir. Yine de bir tahmin yürütmek gerekirse İsrail’in beklemeyi tercih etmesi daha muhtemel görünüyor. Şu an için savaş üzerine bahis oynamak çok pahalıya patlayabilir.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder