22 Kasım 2017 Çarşamba

A.DAVUTOĞLU: DIŞLAYICI POPÜLİZME KARŞI KAPSAYICI KÜRESEL YÖNETİŞİM





Ahmet Davutoğlu (T.C. Eski Başbakanı ve Dışişleri Bakanı)
21st Century Global Dynamics, 30.3.2017, Cilt 10, Sayı 22

Tercüme: Deniz Baran ve Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, makalenin 21st Century Global Dynamics tarafından kısaltılarak yayınlanmış versiyonunun tercümesidir. Makalenin Uluslararası İlişkiler ve Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi (CIRSD) tarafından yayımlanan orijinal uzun formuna ulaşmak için TIKLAYINIZ.

NOT: Prof. Ahmet Davutoğlu’nun 2017 Mart’ında yayınlanan ve Türkiye’nin pek gündemine girmese de dünyadaki akademik çevrelerde büyük yankı bulan, hatta uluslararası ilişkiler profesörlerinin üzerine cevabî makaleler kaleme aldıkları, küresel sistemin krizi ve geleceğine dair makalesinin tercümesini aşağıda ilginize sunuyorum. Üçünü tercüme edip bloga yüklediğim, ancak ikisini tercümeye fırsat bulamadığım cevabî makaleler şunlardır:

Richard Falk (Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk profesörü)

Joseph A. Camilleri (Avustralya La Trobe Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler emekli profesörü)

Robert C. Johansen (Notra Dame Üniversitesi Kroc Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü emekli profesörü ve kıdemli araştırmacı)

Celso Amorim (Brezilya’nın eski dıişleri [1993-1995 / 2003-2011] ve savunma [2011-2014] bakanı)

Louis René Beres (Purdue Üniversites Siyaset Bilimi ve Uluslararası Hukuk emekli profesörü)


Soğuk Savaş sisteminin sona ermesi, yeni bir dünya düzenini vaat etmekteydi. Fakat bu gerçekleşmedi. Aksine dünya, gerekli dersleri çıkarmaksızın birçok devasa kriz, dönüm noktası ve dönüştürücü hadise ile boğuşmak durumunda kaldı ve bu da söz konusu sorunları daha da ağırlaştıran tepkisel ve konjonktürel formüller üretilmesine yol açtı. Neticede uluslararası sistem, her biri, bir önceki çözülmemiş veya dondurulmuş krizin kalıntıları üzerinde yükselen bir yığın mesele, sorun ve krizle doldu. Bu yüzden mevcut krizleri analiz ederken konjonktürellik, kısa-vadecilik ve tikelcilik tehlikesine karşı dikkatli olmalıyız. Ne yazık ki Batı’da şu sıralar gerçekleşen seçimlere verilen –popülist, yabancı düşmanı ve neo-milliyetçi grupları cömertçe ödüllendiren– karşılıklar ve tepkiler, Batı’daki ve başka yerlerdeki gerek siyasi ve entelektüel kesimler gerekse endişeli vatandaşlar arasında bir iç muhakemeye sevk ederken, çok küçük bir kesim bu gidişatın kökeninde yatan sebepleri tarihî bir bağlam içerisine oturtarak araştırmaya gönüllü oldu. Yaşanan bu son gelişmeler evrimsel bir yolla gerçekleşmiyor ve –başka konularda da hep ortaya koyduğum gibi– mevcut değişim döngüsüne en iyi cevabı, ancak dünyamızı şekillendiren bir dizi depremi anlayabilirsek üretebiliriz.

1.Dünya Politikasındaki Depremler
Küresel sistem ilk olarak Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından jeopolitik bir depremle sarsıldı. O dönemde Avrasya haritası yeniden çizildi, Soğuk Savaş jeopolitiği sona erdi ve yeni devletler ortaya çıktı. Komünist blok içerisindeki otoriter siyasi yapının çökmesiyle beraber Doğu ve Orta Avrupa’da yeni bir demokratikleşme dalgası ve Avrupa Birliği gibi yeni bölgesel girişimler gündeme geldi. Küresel sistem, bundan sadece on yıl sonra, 11 Eylül 2001’de bir güvenlik depremine şahit oldu. Söz konusu jeopolitik depremin merkezinde özgürlük ve demokrasi gibi değerler mevcutken, 11 Eylül sonrası temel kavramsal çerçeve, güvenlik meselesi ve uluslararası düzlemde düşmanlık, kaygı ve güvensizlik atmosferi oluşturma yörüngesine oturdu. Daha da derinden hissedilen üçüncü büyük deprem, finans sistemlerini vurdu; 2008’de ABD’de başlayan kriz, 2010’da Avro Bölgesi krizine ve daha sonra küresel çapta yayılan bir finansal krize dönüştü. Dördüncü büyük deprem ise 2010 yılı sonunda Arap dünyasında ortaya çıkan, özünde sosyopolitik ve sosyoekonomik bir depremdi. Bu deprem, öncelikli vaadi olan Arap halklarının onurunu, hürriyetini, demokrasisini ve ekonomisini geliştirmeyi gerçekleştiremezse ve gerçekleştiremedikçe, tüm bölgeyi kökünden sarsmaya devam edecektir.
Kısa vadeciliğe ve konjonktürel politikalara öncelikle bu depremlerin üstesinden gelmek için başvuruldu; fakat bunlar çözümsüz kaldığı gibi, halihazırda cereyan eden –DAEŞ gibi grupların terörist eylemlerinden tutun Avrupa ve ABD’de gerçekleşen son seçimlerdeki popülist dalgaya kadar geniş bir yelpazede yükselen aşırıcılık formatında– sistematik bir depreme de kapı araladı. Bu depremlerin en endişe verici sonuçlarından biri ise popülist otokrasilerin, dışlayıcılığın, tek-taraflılığın ve ortak değerler ve menfaatler pahasına dar tanımlı bencil ulusal çıkar arayışının yükselişi oldu.
Daha kişisel bir not düşmek gerekirse, Türkiye tüm bu depremlerin merkezinde yer almakta. Entelektüel ve akademik hayatının hatırı sayılır bir kısmını bu depremlerin kökeninde yatan sebepleri incelemeye harcamış bir akademisyen ve daha sonra bu sismik hadiselere verilecek siyasi karşılıkları formüle etmek zorunda kalmış Türkiye’nin dışişleri bakanı ve başbakanı olarak, kısa vadeci ve tepkisel ulusal, bölgesel ve uluslararası karşılıkların küresel yönetişime ve sistemik düzene dair daha esaslı sorunlara çözüm üretmede ne denli başarısız kaldığına bizzat şahit oldum.

2. Mevcut “Düzen”in Eksikleri ve Meydan Okumalar
Gerçek ötesi (post-truth), düzen ötesi (post-order), olgu ötesi (post-fact)[1] ve benzer kavramlar, dünyanın nasıl bir dönemden geçtiğini tarif etmek için sıkça kullanıldı. Örneğin “gerçek ötesi” kavramına, halihazırda tecrübe ettiğimiz duruma yol açan faktörleri izah etmek için başvurulurken “düzen sonrası” kavramı, küresel sistemi, daha doğrusu bunun eksikliğini tarif etmek için kullanılageldi. Eğer bu kullanımlara biraz şüphecilikle bakılmaz ve mesafe konmazsa bu kavramlar, amacını aşarak, olan bitenden sorumlu aktörlerin kendilerini rahatlatmasına hizmet edecek şekilde entelektüel veya analitik donukluğa davetiye çıkarır. Yeni popülerleşen kavramlar tarafından esir alınmamış taze düşünceler, bir dönemin açıklayıcı sağ ve sol gibi kavramlarının geleneksel kullanımının günümüzün olgularını izah etmede artık son derece sınırlı olduğu anlayışıyla birleştirilmelidir.
Demokrasi, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa gibi değerlerle ve BM, G20, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla desteklendiği varsayılan, ancak büyük ölçüde Amerikan gücüyle ayakta tutulan mevcut uluslararası “düzen” çok ciddi meydan okumalarla karşı karşıyadır. İlk olarak, “Önce Amerika” şeklinde ilan edilen politikasıyla Trump yönetiminin sistemden yüz çevirir görünmesi, bugünkü krizlerin en güncelidir. Bunun etkileri ise muhtemelen ya ABD’nin müesses nizamının dünya düzenine yönelik taahhütlerini gözetmesiyle ya da bu değerlere daha kolektif bir şekilde sahip çıkmasıyla hafifletilebilir. İkincisi, hakim düzenin ilan edilmiş değerler sistemi, birçok bağlamda ya seçici bir biçimde uygulandı ya da hiç uygulanmadı. Örneğin Arap dünyasındaki isyanların doğurduğu dördüncü deprem sırasında uluslararası aktörler, düzenin demokrasi gibi ilan edilmiş değerlerinin yanında durmak yerine, genel olarak kısa vadeci ve kendi değerler sisteminin altını oyan politikaları benimsedi. Bu durum ise insanları nahoş bir tercihe, teröre karşı polis devletini tercih etmeye sevk etti ki bu da neticede, dünya nüfusunun geniş kesimleri nezdinde uluslararası düzenin meşruiyetini ciddi anlamda zayıflattı. Üçüncüsü, hakim uluslararası düzenin kurumları acil bir reform ve güncellenme ihtiyacı içerisindedir. BM örneğini ele alalım; başarı hikayelerinden ve güvenilirlikten büyük ölçüde yoksun bir kurumdur. Üstelik bu tarz kurumların yönetimsel yapısı kapsayıcı da değildir. Zayıfların pahasına güçlülerin menfaatlerine hizmet etmek için tasarlanmış özel birer kulüp gibi davranmaları da bu yüzdendir. Uluslararası kurumlar böyle addedildiği müddetçe meşruiyetleri sorgulanmaya devam edecektir.
Uluslararası “düzen”in geleceğine dair mevcut tartışmalar, sandıklardan Brexit kararının ve Trump’ın çıkmasıyla tetiklendi. Fakat günümüzde yaşananların hararetli doğası, bu derin krize vereceğimiz tepkileri şekillendirmemelidir. Bazı kavramlar, meseleler ve “olgular” ciddi bir incelemeye tabi tutulmalıdır. Mevcut sistemik krize sürdürülebilir, kapsayıcı ve adil herhangi bir cevap üretmeden evvel değişim ve düzen fikrinin yanısıra değişim ve düzenin özneleri tümüyle gözden geçirilmelidir.

3. Değişim Zarureti ve Düzen Yaklaşımları
Mevcut sistemik depremler dikkate alındığında, siyasi ve entelektüel sınıflar, değişimin zaruri ve kaçınılmaz olduğunu kabul ederek işe başlamalıdır. Bu kabul yerleştikten sonra müteakip sorular, “Ne değişmeli?” ve “Nasıl değişmeli?” olmalıdır. Mevcut uluslararası “düzen”i tanımlayıcı eksikliklerden biri, teknokrasiye aşırı bağımlılıktır. Sistemin toplumsal düzeyde sahiplenilmesinin gün geçtikçe azalmasına yol açan bu durum, özünde demokrasi açığı sorunuyla, herkesi temsil etme özelliğini de ortadan kaldırmaktadır. Bu da sonuçları itibariyle bir kısır döngüye sebep olmaktadır: Mevcut düzenin toplumsal temelleri aşındıkça, ayakta kalmak için küreselci teknokrasiye daha fazla bağımlı hale gelinmekte; fakat teknokrasiye daha fazla bağımlı hale gelmek de daha fazla insanın sistemden yabancılaştırılmasına yol açmaktadır. Dünyanın dört bir yanındaki toplumların büyük bir bölümü bu sistemi küresel ölçekte bir vesayetin dayatılması olarak görmektedir. Bu rahatsızlık da doğrudan popülist otokratların ekmeğine yağ sürmektedir. Bu yüzden sistemin teknokratik doğası ile giderek yükselen daha temsil edici bir sistem talebi arasındaki gerilimin üstesinden gelinmelidir.
Bu sorun çözüme kavuşturulduğunda mevcut “düzen”in reform edilmiş versiyonunu muhafaza etmeyi savunanlar, popülistlerin daha gerici ve dışlayıcı değişim taleplerine çok daha ilerleyici ve kapsayıcı bir değişim fikriyle karşı koymalıdır. Kural ve değer esaslı olmayan ve insanlığın büyük bir kısmının değerlerini ve menfaatlerini yansıtma ilkesi üzerine kurulmayan herhangi bir uluslararası düzenin başarısız olması kaçınılmazdır. Söylemin eylemden daha kolay olduğu aşikardır. Yine de iki temel yaklaşım söz konusudur.
İlk seçenek, bir ilkeler ve değerler bütünü üzerinde hemfikir olmak ve düzeni bunun üzerine inşa etmektir. Böylece düzenin temel değerleri herkes için açık ve net hale gelecektir. Herkes için geçerli olan bir kurallar bütünümüz ve oyun rehberimiz olacaktır. Dahası bu yaklaşım, sistemin performansını değerlendirmeyi ve herhangi bir işlevsizliği tespit etmeyi sağlayacak kriterler ile kıstasları da sağlayacaktır. Böylesine değer esaslı ve kapsayıcı bir düzen, daha fazla meşruiyete ve dünya çapında daha geniş bir toplumsal zemine sahip olacaktır.
İkinci yaklaşım, konjonktürü ve pragmatizmi esas alan bir düzen kurmayı denemektir. Böyle bir düzen, kaygan bir zemine sahip olacak ve daha ilk günden sorgulanacaktır. Sıfır toplamlı rekabet ve düşmanlıkların tetiklediği bir kriz döngüsüyle karşı karşıya kalacaktır. İşte bu yüzden, kural esaslı kapsayıcılık ve ilkelerle işleyen adalet, herhangi bir düzenin omurgasını oluşturmalı ve mevcut düzen, en azından bu faktörleri akılda tutarak kendisini güncellemeye çalışmalıdır. Mevcut sistem halihazırda birinci yaklaşımı yansıtıyor olsa da pratikteki uygulamalar, sistemin ikincisine daha yakın olduğunu gösteriyor.
Düzeni kurmak ve muhafaza etmek kimin sorumluluğundadır? Ulusal düzeyde iki aday vardır: Müesses nizam ya da yeni sistem karşıtı dalgaların popülist liderleri. Sorun şu ki müesses nizam, eski düzenin yerine yeni bir düzen inşa etmek ya da eski düzeni ciddi bir şekilde güncellemek için gerekli olan meşruiyete sahip değildir. Fakat yeni popülistler de yeni bir düzen kurmak ya da mevcut düzeni ciddi mânâda gözden geçirmek için gerçekçi bir niyete de teknik bir bilgiye de sahip değildir. Bunlar arasındaki etkileşim ve mücadele, ulusal düzeni ve bunun neticesinde uluslararası düzeni şekillendirecektir. Uluslararası düzeyde BM, reforme edilmiş ya da tümden yeni bir düzene ilişkin tartışmaların birincil platformu olarak işlev görmeliydi; fakat bugüne kadarki sicili, bu konuda çok da ümit verici değildir.

4. Daha Kapsayıcı Bir Küresel Yönetişime Duyulan İhtiyaç
Neticede yükselen popülist dalga ve sistemik krizler, mevcut uluslararası “düzen”in iki düzeyde meşruiyetini kaybetme sürecinde olduğunu açıkça gösteriyor. Birincisi; haksızlığın, adaletsizliğin ve dayatmanın bir kaynağı ve aynı zamanda küresel elitin çürümüşlüğünün, dünya çapındaki toplumların sorunlarına karşı kayıtsızlıklarının ve kopukluklarının bir göstergesi olarak reddediliyor. İkincisi; mevcut “düzen”, bilhassa düzenin temsil kabiliyetini yeterli görmeyen ve neredeyse tamamen İkinci Dünya Savaşı’nın galip Batılı güçlerinin projeksiyonlarını ve önceliklerini yansıttığını düşünen aralarında Türkiye’nin de olduğu yükselen güçler başta olmak üzere devletlerin büyük bir kısmı tarafından haklı bir şekilde sorgulanıyor. Sistemin onları adil bir şekilde temsil etmedeki yetersizliği, sadece kendi meşruiyetini zedelemekle kalmıyor, aynı zamanda işlevselliğinin de altını oyuyor. Bu iki faktörün bileşimi, günümüzdeki meşruiyet krizini üretiyor. Bu aşamada asıl mühim soru, meşruiyeti yitirme sürecinin, sistemin tümden dağılmasına yol açıp açmayacağıdır. Bir başka deyişle, bu sistemik depremin mevcut düzenin çözülmesine mi yoksa iyileşmesine mi yol açacağı henüz öngörülemiyor. Dağılma önlenmek isteniyorsa meşruiyeti yeniden tesis etmek için büyük reformlar yapılmalıdır ki zaten bu, mevcut düzenin sistemik depremlerde ayakta kalmasının tek yoludur.
Aksi halde, mevcut gidişat endişe verici olup 19. yüzyıl politikalarına veyahut İkinci Dünya Savaşı öncesi döneme benzemektedir. Süregiden ekonomik kriz, büyük güçler arasında içe kapanmacı eğilimlerin yükselişi, popülist politikaların ve otokrasilerin tırmanışı, tek-taraflılık, siyaseti ve uluslararası etkileşimleri sıfır toplamlı bir oyun olarak algılama ve benzerleri korkutucu eğilimler olmakla birlikte, pekâlâ tersine de döndürülebilirdir. Seçenekler çok açıktır. Dünya ya bir kez daha “güçler dengesi sisteminin” karşılıklı yıkıcılığına doğru yol alacak ya da karşılıklı kazanç sağlayan, daha hayırhah, kapsayıcı, adil ve insancıl bir küresel yönetişim yapısı kurmak için çaba gösterecektir. Dar bir çerçevede tanımlanan menfaatler ve kendi altını oyan bir tek-taraflılık, eski sistemin esas karakterine şekil verirken; ortak değerler ve kurallar ile karşılıklı kazanç sağlayan bir çok-taraflılık, ikinci seçeneğin genel hatlarını belirlemektedir.
1990’lardan bu yana bir türlü gerçekleşemeyen ümit, küresel yönetişim tarafından şekillendirilen bir gelecek kurulmasıydı. Küresel yönetişim ile uluslararası düzen arasında bir fark vardır. Uluslararası düzen, ulus-devletlerin esas birimler olduğuna ve düzenin bu uluslar arasındaki ilişki ve diyaloğun bir sonucu olarak şekillendiğine işaret eder. Küresel yönetişim ise daha interaktif, daha diyalog esaslı ve daha uluslar-ötesidir. Bu anlamda sadece ulus-devletler arası değil, aynı zamanda insanlar arası bir diyalog zeminiyle, daha interaktif ve birbirine bağlı bir sistemle uluslararası bir düzen kurulabilir. İşte bu yüzden insanlık bu aşamada kural ve değer esaslı, çok-taraflı, karşılıklı mutabakata dayalı, adil ve kapsayıcı bir küresel yönetişim biçimine ihtiyaç duymaktadır.




[1] 1 Post-truth ya da post-fact kavramları nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumuna denir (çev. notu).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder