30 Haziran 2017 Cuma

M.MERZUKİ: KATAR'A İKİNCİ KUŞATMANIN ARKA PLANI




KATAR’A YÖNELİK İKİNCİ KUŞATMANIN ARKA PLANI

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 29.6.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Munsif Merzukiden tercüme ettiğim diğer makaleleri de okumanızı tavsiye ederim. 

MUHTAÇ OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM (el-Cezire Arapça, 18.9.2016)
MUHTAÇ OLDUĞUMUZ AHLAKÎ DEVRİM (el-Cezire Arapça, 20.11.2016)
İSLAMCI DALGA… SULAR GERİ Mİ ÇEKİLİYOR? (el-Cezire Arapça, 24.5.2016)
BEŞ YIL... BEŞ KURAL... (bu tercüme şahsıma ait değildir)


Katar’a yönelik kuşatmayı kaldırmak için zalim komşularının öne sürdüğü sürrealist tüm talepler arasında tek “mantıklı”sı, el-Cezire kanalının kapatılmasıyla ilgili olandı. Peki ama niçin? Çünkü eğer el-Cezire olmasaydı, hiç kimse –baskıcı Arap rejimlerine yönelik en tehlikeli ve en son tehdidi teşkil eden Arap Baharı’nın patlak vereceğini tasavvur dahi edemezdi.
Bu baharın tek bir sebebi veya tek bir babası yok. Aksine birçok sebebi ve nice babaları var. Bu sebepler arasında el-Cezire kanalının rolü ortada ve babalar arasında da ileride tarihçilerin liste başına koyacağı –bu kanalı 1996’da kurup bugüne kadar sarp dağları dahi yıkacak denli büyük baskılara tahammül göstererek himaye etmiş– bir şahıs, Emir Hamad bin Halife es-Sânî olduğu aşikar.
Arap Baharı’nın babaları arasında, dünyanın en zengin ülkelerinden birinin emirinin yanısıra, akşam evine götürecek yiyecek parası bulamadığından [bedenini ateşe vererek] intihar eden Tunuslu seyyar zerzevat satıcısı Muhammed Buazizi’nin olması ne kadar da sembolik.
Nadiren sorulan soru şu: O dönem Arap dünyasının her köşesine yayılmış, yolsuzluğa batmış baskıcı rejimler varken, hele de tüm nesnel faktörler Katar rejimini de bunlar arasında değerlendirirken, niçin bu şahıs sözkonusu rejimlerin altını oyacak denli tehlikeli bir rol oynadı?   
Bu olgu, bilhassa Marksist tarihçilerin hoşuna gittiği şekilde, klasik tarihsel analizlerle anlaşılamaz. Zira 1990’lı yılların ortasında Katar’ın kültürel, toplumsal ve iktisadi yapısı Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’inkinden hiç de farklı değildi.
O halde Katar’a –o dönemden itibaren çevre ülkelerden farklı bir yol tutturtan ve el-Cezire’yi de bunun bir sembolüne ve en tehlikeli aracına dönüştüren şey neydi?
İşte bu noktada, tarih alanında yapısal teorilerin hak ettiği önemi vermediği birey faktörü devreye giriyor; her ne kadar ateşi, buharı ve atom çekirdeğini ilk keşfeden bir grup veya rastgele bir güç değil, nesnel şartlardan istifade etmeyi bilen ve tarihin akışını tek başına değiştiren bireyler olsa da.
Nesnel faktörlerin dinamiğini etkileyen bu öznel faktör, -bu durumda- sıradışı insanların olağanüstü zekalarıdır.
Emir Hamad da bugün ülkesini kuşatma altına alanların idrak edemediği bir anlayışa sahip. Onun anlayışına göre, eski siyasi sistemin artık sonuna gelindi; halklarının nefret ettiği yozlaşmış elitler tıpkı daha evvel Avrupa’da ve ABD’de olduğu gibi yok olup gidecekler; halkların yanında saf tutmaksızın ve onların elemlerini ve emellerini dikkate almaksızın akıllara ve gönüllere erişmek artık mümkün değil.
Dolayısıyla bu durumu, babasının oğlu Beşşar’ın anladığı ve uyguladığı şekilde, milliyetçilikle yorumlamak abesle iştigal.
Peki, o halde bu tercihin ardındaki saik ne? Temel saik, ne demokrasi ne de devrimcilik (veyahut Arap Baharı düşmanlarının deyimiyle devrim tacirliği); bunu Arap vatanperverliği olarak isimlendirmek mümkün. Yani her nerede olursa olsun Arap menfaatleri için gayret gösterme bilinci ve maddi-manevi destek vererek ümmetin halkları yanında durmak.
Eğer ki halklar devrim isterse Arap vatanperverliği devrime destek çıkar; eğer ki demokrasi isterse halkların demokrasi hakkını savunur. Her durumda hep direniş safında yer alır; ki bugün bu direnişi temsil eden, eski sistemin hüküm sürdüğü devletlerin terörizm hanesine sokma ve Sisi’nin de Mısır’da o muhteşem 25 Ocak Devrimi’nin izlerini silmek üzere iktidara geldiğinde ilk kuşatmayı uygulama kararı aldığı HAMAS’tır.

El-Cezire’nin söylemi olan Arap vatanperverliğini benimsemek suretiyle Katar, aslında tek taşla tam bin kuş vurmayı başardı. 
Körfez’deki ve Körfez dışındaki despotizm, siyasi ve kültürel paralı neferlerin en sefilleri dışında hiç kimseyi cezbedemezken ve tek silahı da “pirinç” iken [Z.T.K. buradaki “pirinç” kelimesi çok büyük bir ihtimalle “Körfez parası” anlamına gelmekte olup yazar, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin basına sızan tapelerinden birinde “Körfez’de para pirinç kadar bol” demesine atıfta bulunarak bir ironi yapıyor]; Katar –sağladığı özgürlükle en iyi beyinleri ve en temiz siyasileri kendi yanına çekebildi ve Doha’yı en önemli Arap kültür ve medya başkenti haline getirdi.
Ayrıca nüfusunu fersah fersah aşan boyutta bir siyasi güç inşa etmeyi ve –ahmakların artık sona erdiğini zannettiği, oysaki şu an hala daha başlarında olduğumuz– Arap Baharı sürecinde başrol oynamayı başardı. 
Bu durumda Katar’ın baskıcı rejimlerin baş düşman olması, hele de onların bakış açısına göre [Z.T.K. 2013 Haziran'ında başa geçen] oğul Temim babası Hamadın “hıyanet”ine yeni yeni “hıyanetler” eklemişken, hiç de şaşırtıcı değil. Emir Temim, babasının yolunu sürdürmekle kalmadı, üstelik bir de yolsuzlukla mücadele için uluslararası bir ödül vermeye başlayarak bir adım daha ileri gitti. Yolsuzluğun bu rejimlerin ne denli özü ve temel taşı olduğu herkesin malumu.
***
Ormanı örten ağaca uzun uzadıya bakmayı bırakıp en geniş bağlamda ikinci ve birinci kuşatmayı koyana kapsamlı bir şekilde bakmak gerekir. Bu da Arap siyasi sistemine bir bütün olarak odaklanmamızı gerekli kılıyor.
Bugün Katar üzerinden yürüyen çatışmanın temel anlamı, Arap dünyasının geneline yayın yapan ilk televizyon kanalına duyulan kronik öfkeden veya Körfez rejimleri arasındaki rekabetten veyahut başarısızların başarılı olanları çekemeyip kin ve kıskançlık beslemesinden çok daha fazla.
Sözü uzatmadan doğrudan meselenin özüne inmek gerekirse, aşağıdaki mülahazalar konuyu en geniş çerçeveye oturtmakta, yani –ünlü Alman filozof Hannah Arendt’in deyimiyle henüz daha ölmemiş eski siyasi sistem ile hala daha doğum aşamasındaki yeni sistem arasında ümmetin çok büyük ve hayati/kaderini belirleyici çatışma çerçevesinde ele almakta:

1. Mevcut Arap siyasi sistemi, –bazılarının zannettiğinin aksine görünüşü ve çıktıları dışında aslında yeni bir şey değildir. İster krallık isterse cumhuriyet, ister modernist isterse İslamcı, ister medeni isterse askeri olsun, özünde bu, altı asır evvel İbn Haldun’un tarif ettiği (ama tasvip etmediği) bir sistemdir.

Bu, iktidarı (yani nüfuz, servet ve itibarı), muzafferler arasında dağıtılan bir savaş ganimeti olarak tasavvur eden bir “asabiyye sistemi”dir; her daim bu sistemin muzafferleri, devrimle veya başkalarını aldatarak gasp ettikleri iktidarı bir topluluk olarak korumak maksadıyla mümkün olan en ileri boyutta dayanışma içinde olan belli bir mezhep, kabile veya askerî müessesedir. 

2. Bu tür bir sistem, toplumu efendi ve reaya (tebaa/sürü) olarak bölmek suretiyle zulüm ve isyandan, her kesimin bir diğerinden kronik korku duymasından başka bir şey üretmez. Bu, istikrarsız tehlikeli bir durumdur; burada yöneticinin hali, tıpkı her an kendisini sırtından yere fırlatabilen serkeş bir atın sürücüsü gibidir -ki yere çalındıkça boyun omurları kırılır.
“İbn Halduncu” yöneticinin bu tehlikeli atı uysallaştırmak için elinde böyle bir düzeni inşa edip ayakta tutmaya başlamasından itibaren sahip olduğu araçlardan başka hiçbir şey bulunmaz. Bu araçlar şunlardır: 
— Vicdanları satın almak ki bu, sistemin devamlılığı için yolsuzluğu ve ifsadı bir mihenk taşı haline getirir.
— Cami minberlerini ve bugün ise medyayı kontrol etmek suretiyle akılları kontrol altında tutmak.
— Her türlü hesap verilebilirlik talebinden caydırmak ve kalplere korku salmak amacıyla –tabii ki terörle mücadele bahanesi altında– tüm şiddet çeşitlerini uygulamak, özellikle de işkence yapmak. Terör konusunda ben, Batı’daki karar alıcıların [terörün] eski Arap siyasi sisteminin kaçınılmaz/zorunlu bir sonucu olduğunu bilmediklerine artık inanmıyorum.
Aşikar ki terör, rejimlerin zulmünün ve yozlaşmışlığının bir neticesi. Hapishanelerinde uygulanan vahşice işkencelerin bir sonucu. 1980’li yıllarda televizyonlarında dini söylemler kullanarak solcularla savaştıklarını iddia etmelerinin bir ürünü. Ve yine bu, gerek Batı’nın gerekse kendi orta sınıflarının desteğini elde etmek amacıyla [Arap rejimlerine bağlı] istihbarat teşkilatlarının terör örgütlerinin içine sızıp onları kullanmasının bir neticesi.
O halde, nasıl ki gölge güneş altında yürüyenin ayrılmaz bir parçasıysa terör de eski Arap sistemine yapışıktır. Dolayısıyla terör, onu doğuran sistem ortadan kalmadığı sürece bitmez. 

Ancak Batı’daki karar alıcılar, teröre, eski Arap sisteminin muhtaç olduğu kadar ihtiyaç duyuyorlar. Zira bu sayede [Ortadoğu’daki] rejimleri ve onlar üzerinden Arap halklarını ve hatta kendi halklarını kontrol altında tutabiliyorlar. Peki sonuç olarak bunun onlar için maliyeti ne? Kurbanların sadece %1’i Batılıyken %99’u Arap ve Müslüman. Bu da demek oluyor ki Katar’ı terörizmle suçlamak aslında hilekarlığın, kötü niyetin ve hakikati tersyüz etmenin zirvesi.       

3. Dünyanın İslamcı dalganın ve demokratik dalganın aşağı yukarı eşzamanlı hızla yükselip kitleleri peşinden sürüklediğine şahit olduğu 1980’lerden itibaren bu ortaçağ sistemi can çekişme aşamasına girdi.
Arap toplumları daha evvel görülmedik bir niteliksel sıçramaya şahit oldular; öyle ki hürriyet talebi giderek arttı, yolsuzluk gittikçe genişleyen kesimler tarafından reddedilmeye başlandı ve rejimlerin uyguladığı baskı, giderek büyüyen ve kökleşen barışçıl veya şiddet yanlısı direniş hareketlerini doğurdu.
Cami minberlerinin İslami isyanın sesi olacak şekilde kendi haline bırakılması ve bazılarının terörist hareketleri doğurması, çoğulcu ve çeşitli medya araçlarının ise demokrasiyi reddeden seslere dönüşmesiyle akıl ve gönül savaşı da tamamen kaybedildi.
Internet, insanların düşüncesini ve muhayyilesini kontrol altında tutma vehminin sonunu getirdi. Ardından eski zihniyetlerle ve modası geçmiş köhne yöntemlerle hiçbir bağı olmayan, benim “e-nesli” dediğim yeni nesiller bir anda akın ettiler. 


4. Arap Devrimleri, işte bu derin toplumsal değişiklikler bağlamında meydana geldi. Hedefi, devletin çarklarının sadece tek bir gruba değil herkese hizmet edecek şekilde dönmesi için mümkün olduğunca eşitlik, onur ve etkinliği sağlayan bir siyasi sistemi, bu yeni gerçeklikle bağdaştırmaktı. 
Ancak eski rejim, budalalığından ve korkusundan, Katar ve Fas dışında diğer tüm ülkelerin yeni şartlara intibakını reddetti; Arap dünyasının doğusundaki (Maşrık) ülkelerin çoğunda, yok edebileceği geçici/arızi bir olgu olduğunu zannederek geri kalan tüm enerjisiyle [Arap Devrimlerine] karşı koymak için seferber oldu. Oysaki bu, karaları ve denizleri taşıyan jeolojik katmanların hareketlenmesi ölçeğinde bir tarihî dönüşüm.

5. Arap Devrimlerinin ilk dalgasından sonra eski siyasi rejimler harekete geçti ve bu dalgayı kırmak için engeller koymak suretiyle Mısır, Tunus ve Libya savaşlarını kazandı. Ardından elindeki tüm parayı ve silahı diğer savaşları kazanmak için ortaya döktü, Gazze’yi tecrit etmek ve özellikle Arap Baharı’na destek veren merkezleri, yani Türkiye ile Katar’ı vurmak suretiyle… Ancak Gazze’de direnişin gösterdiği yiğitlik, Türkiye’de askerî darbe kalkışmasının başarısızlığa uğraması ve bugün de Katar’a uygulanan kuşatmanın başarısızlığıyla güçleri kırılmış oldu. 
Ümmetin her daim Filistin meselesine, dün Recep Tayyip Erdoğan’a ve bugün de Katar’a gösterdiği büyük sempati ve buna ilaveten bütün Arap ülkelerinde yozlaşmış eski siyasi sistemin borazanlarının yalnızlaşması, 1990’ların ortalarında Emir Hamad’ın oynadığı bahisin ne denli sağlıklı olduğunun ve bugün ülkesi Katar’ı kuşatanların tutuştukları iddianın akılsızlığının en net kanıtı.
Aslında onlar şu anda en zor durumda olanlar ve hiç kimse bu krizden çıkışın nasıl olacağını bilmiyor. Son pişmanlık fayda vermez!
Körfez’de aileleri paramparça eden bu trajedide ağlatan komedi, Katar’ı abluka altına alanların bu ülkenin içinde kuşatmayla boğabilecekleri korkunç bir gulyabani olduğunu zannetmeleri. Oysaki bu gulyabani, kendi ülkelerinin içinde “elektronik” nesiller şekilde giderek yayılarak kol geziyor.
Medyanın yalanlarından kurtulan ve gün boyu düşünüp değerlendirme özgürlüğünü tadan bu öfkeli genç nesillerin tamamı, bilgisayarlarının önündeler. Başta yolsuzluklar olmak üzere her türlü bilgiye ulaşıyorlar ve itibarını, meşruiyetini ve inandırıcılığını kaybeden yozlaşmış gruplar tarafından mütemadiyen bir tebaa olarak muamele görmeyi asla kabullenmeyecekler.


6. O halde bugün meselenin özü, halen daha son nefesini verememiş eski Arap siyasi sistemi ile ilk doğum çığlıklarını atan yeni Arap siyasi sistemi arasındaki çatışmanın zirve noktasına ulaşması.
Maalesef ki Katar savaşından sonra ufukta beliren şiddetli bir savaş var ve yeni Arap siyasi sisteminin kurulduğu her ülkenin bir üçüncü ve hatta dördüncü kuşatmaya maruz kalıp kalmayacağını hiç kimse bilmiyor. Eski sistem, sadece –Arap iç savaşını ümmetimizin daha fazla yıkılıp harap olması için altın bir fırsat olarak gören ve parçalanmış coğrafyayı vesayeti altına sokan İsrail’le değil, şeytanla bile ittifak kurmaya hazır.

7. Gelecek konusunda fazla iyimser olmamalıyız; zira Arap dünyasının tamamında gördüğümüz –kurumuş otlaktaki bir yangın gibi büyüyen yıkım aslında sadece bir başlangıç.
İnsanların Avrupa’nın yeniden canlanmak için 1914-1945 arasında ödediği bedelleri (60 milyondan fazla ölü ve yaşlı kıtanın çoğu şehrinin neredeyse tamamen yerle bir olması) veyahut Çin’in 1849-1949 arasındaki yüz yılda ödediği bedelleri (yüzlerce savaş, açlık, yabancıların müdahaleleri ve on milyonlarca insanın açlık ve savaşlar yüzünden hayatını kaybetmesi) hatırlaması lazım.
Yıkılması gereken her şeyi, yani sınırları sun'i olan devletleri, yolsuzluklara batmış rejimleri, aptalca ideolojileri ve modası geçmiş adet ve gelenekleri yerle bir etmek için bu denli büyük bir bedel ödemekten kaçınabileceğimizi hiç zannetmiyorum.


Aynı şekilde karamsarlıkta da fazla ileri gitmemeliyiz. Alternatiflerin yavaş ama emin adımlarla berraklaştığı kesin, hatta baskıcı rejimlerin kendi içlerinde dahi... Onların bazı âkil adamları, -bugün Katar’a ve Arap Baharı ülkelerine karşı uygulanan- bu tür pervasızca politikaların aslında çöküşü hızlandırabileceğini ve bu politikalardan sorumlu olanların da sülalelerinin son temsilcisi olabileceğini, mezarlarını kendi tırnaklarıyla kazdıklarının farkına dahi varamadıklarını biliyorlar.
Ancak en önemlisi, toplumların bilincinin, gücünün ve cesaretinin giderek gelişmesi. Sistemler genellikle fiilen ömürlerini tamamlamadan onlarca sene evvel akıllarda ve gönüllerde ölürler. Sovyet sistemi 1990’larda çökmedi, çöküş bundan çok çok evvel başladı. 1990’lardaki çöküş, çok daha evvel başlamış sessiz sedasız yürüyen bir sürecin sadece en son aşamasıydı.
Dolayısıyla diyebiliriz ki, bazıları tıpkı Tunus’taki gibi yüzeyde görünen, geri kalanı ise buzdağının altında görünmeden duran alternatiflerimiz mevcut: tebaadan değil vatandaşlardan oluşan halklar etrafında dönen hayaller ve projeler; ganimetçi/yağmacı değil, işlevsel/hizmet üretici yönetim; yolsuzlukları sona erdiren şeffaflık; haklar ve hürriyetler.
Keza hukuk devleti ve kurumları, çoğulculuğa saygı, yeni bir vatandaşlığa dayalı barışçıl şekilde bir arada yaşama, demokratik devletler ile hür halkları arasında birlik, 21. yüzyıl meydan okumalarına karşı koymak için bunlar arasında işbirliği…

Biz, meydana gelen yıkımın üzerine yeniden inşa hazırlıkları yapmak için gizli gizli bir araya gelen güçler görmüyoruz ortada, tıpkı akıllardan ve gönüllerden neler geçtiğini göremediğimiz gibi. Ancak ızdırap ve elemler yolunda güven içinde yürümemizi sağlayacak o ümidi hala daha beslememizin doğru olduğunu bize salık veren hikâyeler de dinliyoruz zaman zaman.
Mesela yıkım süreci sona erdiğinde inisiyatifi ele alma hazırlığı yapmaya şimdiden sessiz sedasız başlamış bu güçler hakkında en son işittiğim şey şu oldu: Bir Suriyeli ve Alman mühendis grubu, savaş henüz bitmemiş olsa da, Halep’i imar etme planı hazırlamaktalar.
Halep’i, Taiz’i, Musul’u, Bingazi’yi yeniden inşa edeceğiz. Bilhassa Arap aklını yeniden üreteceğiz. “İbn Halduncu asabiyye” sisteminin enkazı üzerinden –problemin en büyük kaynağı değil, çözümün bir parçası olan– bir Arap siyasi sistemini kuracağız. Her şey zaman meselesi; sakın hayal kırıklıklarına yenik düşmeyin. “Hiç şüphesiz her gecenin bir sabahı vardır!”






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder