9 Nisan 2017 Pazar

G.F.: II. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ ŞARTLAR YENİDEN OLUŞTU




İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ ŞARTLAR YENİDEN OLUŞMUŞ DURUMDA

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Özet
Avrasya kriz içinde. Dünyanın en son bu tür bir görüntü arz ettiği dönem, İkinci Dünya Savaşı’nın arifesindeydi. Avrupa, Rusya, Ortadoğu ve Çin’de kaynayan krizler birbirini etkilemeye başladı bile. Bu krizlerin ivmesini düşürebilecek hiçbir şey yok. Küresel düzen, büyük bir safların yeniden belirlenmesi dönemine hazırlanıyor. Bu ille de yeni bir dünya savaşı anlamına gelmez, ama savaş ihtimali göz ardı edilemez.
o       İkinci Dünya Savaşı öncesindeki istikrarsızlık bugün Avrasya’dakine benziyor.
o       Rusya, Çin, Ortadoğu ve Avrupa’nın tamamı farklı düzeylerde siyasi, iktisadi, sosyal ve kurumsal krizlerle yüzleşiyor. Bu krizler birbirini etkilemeye de başladı.
o       İkinci Dünya Savaşı arifesinde ABD, yeni gelişen bir güçtü; şu anda ise küresel bir hegemon. Dolayısıyla, şimdiki gibi, son ana kadar doğrudan bir müdahaleden kaçınacaktır.
o       Bu krizlerin ivmesini kesecek ortada herhangi bir şey de görünmüyor.

Giriş
Dünyadaki 7,4 milyar insanın yaklaşık 5 milyarı Avrasya ana kıtasında yaşıyor. (…) Avrasya hep bir çalkantılar diyarıydı; ama son birkaç senedir yaşanan çalkantı, yeni ve çok daha kaygı verici bir boyut kazandı.
(…) Yeni bir tarihi aşamaya girdik ve bu aşama, içinde dramatik bir şekilde tırmanan riskleri de barındırıyor. En azından küresel sistemin esaslı bir şekilde değiştiği bir aşamaya giriyoruz. İnsanlığın kalbinin attığı yer yoğun bir baskı altına girdiğinde insanlık da bir bütün olarak değişir, yön değiştirir.
Hâlihazırda Avrupa, Rusya, Çin ve Ortadoğu istikrarsızlık içinde. Avrupa’daki istikrarsızlık iktisadi, toplumsal ve kurumsal. Rusya’daki iktisadi ve stratejik. Çin’deki iktisadi ve toplumsal. Ortadoğu’daki ise kültürel ve askeri. Çin’de yaşanan Ortadoğu’dakinden farklı. Ancak her ikisi de kontrol edemeyecekleri ve durduramayacakları dönüşümlerle mücadele ediyorlar. Ortadoğu savaşa batmış durumda, Çin ise diktatörlüğe. Ama bütün bunların altındaki gerçeklik, her ikisinin de istikrarsızlıkla boğuştuğu. İkinci Dünya Savaşı’na doğru giden istikrarsızlık genel bir savaş haliyle sonuçlanmıştı. Bugünün istikrarsızlıkları, düzelebileceği veya birbirini etkilemeden ayrı ayrı kalabileceği gibi, birbiriyle kenetlenen istikrarsızlıklar silsilesine dönüşebilir, hatta bir savaşı dahi tetikleyebilir.

İkinci Dünya Savaşı öncesi
İkinci Dünya Savaşı’nın nedenleri Birinci Dünya Savaşı’na kadar geri gider. Bu iki savaşı, bir süreliğine ateşin kesildiği tek bir savaş olarak değerlendirmeliyiz. (…)
İkinci Dünya Savaşı’nın üç nedeni vardı:
Birincisi, küresel sistemin yeniden tanımlanmasını gerektirir şekilde yeni bir dizi gücün –Almanya, Japonya ve ABD’nin– yükselişi. Bunların hiçbirisi 19. yüzyılda önemli bir güç değildi. Almanya ile ABD, küresel iktisadi düzeni değiştirdiler ve 1914’e gelene kadar küresel sistemin yeniden yapılandırılması, özellikle de İngiliz ve Fransız imparatorluklarının yeniden tanımlanması için bastırmaktaydılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya mağlubiyetin şokunu atlatarak belini yeniden doğrulttu, Japonya birinci sınıf bir güce dönüştü ve ABD gerek mevcut güçlerle gerekse yeni ortaya çıkan güçlerle sıkıntılı ilişkilerini sürdürdü. 
İkincisi, Birinci Dünya Savaşı’nın iktisadi sonuçlarıydı. Almanya’nın çöküşü ve savaşın Fransa ve İngiltere için insani ve finansal maliyeti muazzam bir iktisadi altüst oluşu beraberinde getirdi. Dönemin hakim ticari gücü olan Almanya’nın artık ihracat ve ithalat yapamaz hale gelmesi bu durumu daha da şiddetlendirdi. Rusya, ekonomisini daha da altüst eden ve istikrarsızlaştırıcı siyasi güçlere kapı aralayan bir devrim sürecine girdi. Birinci Dünya Savaşı’nın katliamlarını atlatanlar bu defa iktisadi iflasa yakalandılar ve ana-akım rejimler radikal partilerle karşı karşıya geldiler. Bu süreçten Çin, Japonya ve Hindistan da geçti.
Üçüncü neden ilk ikisinden sadır oldu. Birinci Dünya Savaşı, Avrupa ülkeleri arasında acı bir güvensizlik hali yarattı. Savaşta aldıkları mağlubiyetle Habsburg, Hohenzollern, Romanov ve Osmanlı hanedanlarının çöküşünün ardından yeni bağımsızlığını kazanmış çok sayıda ülke ortaya çıktı ve bunların hiçbir bir diğerine güvenmiyordu. Dış politikaları son derece öngörülemezdi. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen küresel iktisadi çöküş, herkes kendi başının çaresine bakmalı varsayımıyla, bütün ülkelerde milliyetçiliğin yükselişini tetikledi. Bu akım, miskin/uyuşuk Fransız milliyetçiliğinden çok tehlikeli/zehirli Alman milliyetçiliğine kadar farklı şekillerde tezahür etti. Uluslararası gerginlikler ve iktisadi işlevsizlik Avrupa sistemini radikalleştirdi ve parçaladı. 
En önemlisi ABD’nin konumuydu. Zira 1929 Büyük Buhran’ıyla derin bir krize girdi. Siyasi sistemi sarsıldı ama çökmedi. Nicelerinin zannettiği gibi aslında izolasyoncu değildi. Avrupa’da bir savaşı önlemeye çalıştı. Siyasi ve askeri olarak Doğu Asya’ya iyice müdahil oldu. İçerideki huzursuzlukları asgari düzeye indirerek ve Avrasya’ya coğrafi uzaklıktan istifade ederek, ekonomisini yeniden inşa etmeye çalışırken Avrasya’ya müdahillikten son ana kadar kaçınabilecek bir konumdaydı.
Savaşın patlak vermesinden önceki on yılda Avrupa iktisaden mahvolmuş durumdaydı. Rusya zorla sanayileştirilmeye ve acımasızca bir baskıya maruz kalmıştı. Ortadoğu İngilizlerin tahakkümü altındaydı ve bazıları çözüm olarak Almanya’nın gözünün içine bakıyordu. Çin savaş ağalığına ve iç savaşa saplanmış, 1930’larda da Japonya’yla savaşa tutuşmuştu. Japonya büyük bir sanayileşme hamlesi yapmıştı; ancak siyasi sistemi, ordunun siyasi gücünün ve militer ideolojisinin yükselişiyle giderek radikalleşmekteydi. Bütün bu krizler birbiriyle bağlantılıydı. Sovyetler, Avrupa’yı ideolojik ve siyasi olarak istikrarsızlaştırıyordu. Avrupalılar ve Amerikalılar Çin’le meşguldü. ABD ve Japonya iktisadi rekabet içindeydi ve aralarında patlayabilecek muhtemel bir savaşa hazırlık yapıyordu.

Günümüzün Avrasya’sı
Tarihte hiçbir şey öyle basitçe öncekinin tıpatıp aynısı değildir; ama belli başlı eğilimler birbirine benzeyebilir.
Şu anda ABD, uluslararası kurulu düzenin tam kalbinde. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin kurduğu düzene meydan okuyacak şekilde yeni güçler yükselişte. Çin büyük bir iktisadi güç ve yükselen bir askeri kuvvet olarak ortaya çıktı. Soğuk Savaş’ın sonunda çöken Rusya da uluslararası sistemi yeniden tanımlamak isteyen yükselen bir güç olarak yeniden belini doğrulttu. İslam dünyasındaki çeşitli akımlar da önce Ortadoğu’da tutarlı ve insicamlı bir İslami rejim kurarak, ardından daha geniş bir meydan okumayla uluslararası sistemi yeniden tanımlamaya çalışıyorlar.
2008 Finansal Krizi dünya çapında bir sistemik istikrarsızlık yarattı. Finansal krizin ardından küresel ekonominin küçülmesi ve yeniden sağlam bir büyüme kaydedememesi, ekonomisi ihracata dayalı bütün ülkeleri vurdu. Bu sürecin en fena vurduğu ülke, ihracata en çok bağımlı olan Çin’di. Çin’in iktisadi problemi, sanayi ürünlerinde ve özellikle petrolde talebin azalmasını beraberinde getirdi. Bu da sonunda emtia fiyatlarında bir çöküşe yol açarak özellikle Rusya ve Suudi Arabistan’ı vurmak suretiyle Ortadoğu’yu daha da istikrarsızlaştırdı. Finansal kriz özellikle Avrupa’yı fena vurdu ve AB, Güney Avrupa ülkelerinin çıkarlarıyla Almanya’nınkini bağdaştırmak zorunda kaldı. Avrupa’nın bazı bölgeleri iktisadi durgunluğa girdi, diğerlerinin durumu ise fena sayılmaz.
Böyle bir iktisadi baskı altında toplumsal ve siyasal bağ çözülmeye başladı. Avrupa’da iktisadi menfaatlerin farklılaştığı bir ortamda milliyetçilik her ülkede yükselişe geçti. Göç gibi meselelerde kararların nerede alınacağı sorusu, Avrupalıların aslında Avrupa Birliği’nin her bir ülkenin egemenliğini aşındırdığını fark etmesine yol açtı. Egemenlikten vazgeçmenin çok da özel bir anlam ifade etmediği geçmiş dönemde bu bir problem teşkil etmiyordu; ancak göç politikası Budapeşte veya Varşova’da değil de Brüksel’den belirlenmek durumunda kaldığında problem başladı. Milliyetçi ve göç karşıtı partiler yükselişe geçti.
Rusya’da iktisadi problemler, devletin gücünü arttırma ve askeri güç kullanımı gibi stratejik problemlerle birleşti. Çin’de ise bir diktatörlük dayatıldı ve muhtemel her türlü rejim düşmanına gözdağı vermek maksadıyla büyük bir tasfiyeye girişildi. Güney ve Doğu Çin Denizlerindeki donanma faaliyetleri, Güneydoğu Asya ülkelerini Çin’le karşı karşıya getirdi. Ortadoğu’da Suudi Arabistan’ın istikrarsızlaştırıcı bir potansiyeli bulunan cihatçı grupları para akıtmak suretiyle idare etme kabiliyeti azaldı ve bölgede savaşlar daha da yoğunlaştı.
Bu bir yığın bölgesel kriz artık birbiriyle etkileşime de girdi. Ortadoğu’daki çatışma Avrupa’ya akan devasa bir göçmen dalgası yarattı. BM Mülteciler Yüksek Komiserliğine göre, 2014 başından bu yana 2 milyonu aşkın mülteci ve göçmen Avrupa’ya ulaşmış durumda. Yine Avrupa birçok cihatçı saldırıya maruz kaldı ve Fransa, Almanya gibi ülkeler Ortadoğu’ya bazı askeri birlikler konuşlandırdı. Rusya da Ukrayna’da Batı karşıtı güçlere verdiği destekle eş zamanlı olarak Ortadoğu’ya müdahil olmuş durumda. Baltıklara yakın noktalarda askeri tatbikatlar yapıyor ve hava kuvvetleri de Atlantik ve Akdeniz derinlerinde devriye görevi yürütüyor. Çin’in iktisadi krizi Avrasya’nın her yerine yansıdı. Çin’in döviz rezervi 2014 Haziran’ında yaklaşık 4 trilyon dolarken bugün 3,2 trilyon dolara düşmüş durumda ve bu haliyle 2011’den beri en düşük seviyede. Bu arada Çinliler; Japonya, Tayvan, Filipinler, Vietnam ve Endonezya’yla Güney ve Doğu Çin Denizlerinde egemenlik mücadelesi içindeler.
Avrasya’da iki bölge şimdiye kadar bu krizlere girmekten kaçındı. Kuzeyde Himalayalarla ve doğuda ormanlarla korunan Hindistan, Pakistan dışında komşularının krizlerine dahil olmadı. İçeride de sıradışı bir kriz yaşamıyor.
Şimdiye kadar Avrasya’daki krizlere tamamen angaje olmamış durumdaki diğer bölge ise Orta Asya. Ama büyük ölçüde petrol fiyatlarının çöküşü yüzünden orası da bir kriz moduna girmek üzere; zira petrol fiyatları merkezî yönetimleri zayıflattı ve bölgesel bir husumet yarattı. Öte yandan düşen petrol fiyatlarının baskısı, bölgede artan Rus nüfuzu, Çin’in menfaatleri ve cihatçı grupların faaliyetleriyle Orta Asya’nın da istikrarsızlaşacağına dair bolca işaretler var.
Dolayısıyla Hindistan dışında –ki zaten İkinci Dünya Savaşı sırasındaki ve öncesindeki gelişmelere de sınırlı düzeyde karışmıştı– bütün bölge istikrarsızlaşıyor. İstikrarsızlaşmanın ne anlama geldiğini anlamak için her bir bölgeye tek tek ve ayrıntılı olarak bakmak gerekiyor.

Avrupa
Avrupa’nın istikrarsızlaşması AB’nin kuruşlundaki temel bir hatadan kaynaklanıyor. Birlik, çok farklı olan ekonomileri ve toplumları tek bir yapı altında birbirine bağladı ve bu bağlamda ortak para birimi avro en uç örnek. Sonuçta bir finansal kriz gelip çattığında –ki bu tür krizler hep yaşanır– Avrupa, kuzeydeki ve güneydeki ekonomilerin ihtiyaçlarını kapsayan tek bir politika belirleyip uygulamak zorunda kaldı. Oysa tek bir politika imkânsızdı ve dolayısıyla bu, bölgesel bir buhran yaratarak Avrupa’nın güneyini oldukça dezavantajlı hale getirdi.
Milli menfaatlerdeki farklılık bir probleme daha yol açtı: Egemen devletler, göçmen krizinde görüldüğü üzere, merkezî AB politikalarından bağımsız karar alma haklarını geri almak istediler. İktisadi başarısızlıktan tutun radikal milliyetçiliğe kadar Avrupa içi eski çatışmaların yeniden su yüzüne çıkmasıyla İkinci Dünya Savaşı öncesindeki hareketlenme bugün Avrupa’da yeniden devrede. Ufuktaki bir diğer kriz de Almanya’nın ihracata aşırı bağımlılığı. Alman GSYH’sinin %46,9’u ihracattan elde ediliyor; ama artık dünyada sanayi ürünlerine olan talep ya yerinde sayıyor ya da düşüyor. Eğer ki Almanya’nın ihracatı düşerse Alman GSYH’si de düşecek ve işsizlik artacaktır.

Rusya
Rusya’da temel problemler stratejik ve ekonomik. Stratejik olarak Rusya, [Avrupa’yla arasında] Baltıklardan Ukrayna’ya uzanan bir tampon bölgeyi her zaman korudu. Ama Baltıklar NATO’ya girmiş durumda ve Ukrayna’daki gelişmeler, Rusları, Batı’nın burayı da nüfuzu altına almaya çalıştığına ikna etti. Tarafsız statüde bile olsa bir tampon bölgenin kaybı Rus milli güvenliğinin altını oyuyor. Ancak petrol fiyatlarının neredeyse eşzamanlı çöküşü, Rusya’nın petrol fiyatları yüksekken akan parayla modern bir ekonomi oluşturmakta bir kez daha başarısız olduğunu ortaya koydu. Sonuç olarak Moskova’nın ülkenin çevre bölgelerini merkezden akıttığı para desteğiyle kontrolü altında tutması ve dolayısıyla Rusya’nın siyasi bütünlüğü artık tehlike altında. Tarihsel olarak Rusya, içeride zayıf olduğu dönemlerde hep dışarıdaki gücüne odaklanarak bu zafiyetini telafi etmeye çalışmıştır. Bugün de Ortadoğu’ya girmesi bir tesadüf değil.

Ortadoğu
Ortadoğu’da hikâye basit. Öncelikle, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngilizler ve Fransızlar eliyle kurulan devletler dağılıyor. Bunlar sadece ve sadece diktatörlerin kontrol altında tutabildiği suni ulus-devletlerdi. İkincisi, bölgenin temel kültürü olan İslam, İngilizler tarafından şekillenen seküler siyasi kültürün yerini alıyor. Şu an yeni Ortadoğu çözülüyor ve daha eskisiyle yer değiştiriyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında da İngiliz karşıtı ve dolayısıyla Alman sempatizanı duygularla İslami bilinçte bir yükseliş sözkonusuydu. Ortadoğu’daki mevcut durum, aslında İkinci Dünya Savaşı’ndakine benziyor.

Çin
Çin, 1990’larda Japonya’nın tecrübe ettiği türden bir durgunluk yaşıyor. Çin’in en az 30 yıldır kaydettiği büyümeyi ilelebet devam ettirebileceği fikri irrasyoneldi. Ama bu irrasyonellik, sadece yapısal nedenlerden değildi, aynı zamanda yüz milyonlarca Çinlinin iktisadi büyümeye çok az katılmasından ve bundan sonra da asla katılamayacaklarını bilmelerinden kaynaklanıyor. Büyümenin lokomotifi sahil bölgesi, servetin iç bölgelere nakline karşı direniyor. İç bölgeler ise hataların düzeltilmesini istiyor. Çin’in 1800’lerin sonlarında başlayıp 1947’ye kadar devam eden bölgeselciliğe geri dönecek olması asıl tehlike. Bunu engellemek için Çin, bir yandan tasfiyelere girişirken öte yandan diktatörlüğü dayatıyor. Eşzamanlı olarak Güney ve Doğu Çin Denizlerinde faaliyetlerini artırıyor; tıpkı Rusya’nın girdiği dış maceralar gibi, bu da gerçek bir savaşa fiilen girmekten ziyade iç kamuoyunu şekillendirme amacı taşıyor. Böylelikle aslında Çin, savaş öncesinin bölgeselciliğinin yeniden ortaya çıkmasına karşı direniyor.
Her bir büyük Avrasya bölgesi kriz içinde. Her kriz farklılıklar arz ediyor. Ama farklı şekillerde ve farklı seviyelerde de olsa bütün bölgeler istikrarsızlık içinde. Topyekûn bir savaşa yaklaşmış değiliz ve bu hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir de. Ama o koskoca kara parçası, baştanbaşa iktisadi ve toplumsal problemlerle, dramatik iç siyasi değişimlerle ve bazı bölgelerde askeri çatışmalarla şirazesinden çıkmış durumda. Aşikâr ki dünyanın işleyişiyle ilgili köklü bir değişime giriyoruz.

ABD
Günümüz dünyası bir açıdan öncekinden farklılık arz ediyor: Dünya savaşlarından evvel ABD, uluslararası sistemde değişim isteyen ülkelerden biriydi. Avrupa’daki eski kurulu düzen ayakta kalma mücadelesi veriyordu. Bugün ise ABD kurulu uluslararası düzenin çıpası mahiyetinde. Dünya GSYH’sinin neredeyse dörtte birini üretiyor. Küresel erişimi olan tek askeri güç. Oynadığı rollerle öyle veya böyle bir şekilde bütün problemlerin içine çekilmiş durumda. Çin, Rusya ve hatta Avrupa ABD’nin gücünün sınırlanmasını istiyor.
SSCB’nin çöküşünün ardından ABD tek küresel güç haline geldi. Kendiyle baş başa kalacağı hoş bir dönem beklentisindeydi. Ama 11 Eylül bu hayali bitirdi ve bu saldırıya ABD, İslam dünyasına çok büyük bir müdahaleyle karşılık verdi. İslami terörizm problemini çözmekte başarısız oldu. Bundan sonra ABD’nin stratejisi, büyük bir kuvvetle müdahaleden asıl yükü sırtlanacak bölgesel güçlere bel bağlanılan çok az müdahaleye doğru evirildi.
ABD’nin dünyayı idare etmesi imkânsız. Muazzam bir gücü var, ama kadir-i mutlak değil. Keza dünyadaki her çatışma da ABD’nin meselesi değil. Dolayısıyla ABD, bölgesel güç dengelerini idare edeceği ve eskisine kıyasla çok daha hafifçe müdahalelerde bulunacağı bir pozisyona doğru kayıyor. Bu bir izolasyonculuk değildir, nadiren ve sınırlı müdahalelerde bulunulan ve dengeyi sağlamak için bölgesel güçlere destek verilen İngiliz ve Roma modellerini benimsemektir.
İkinci Dünya Savaşı’na girmeden evvel ABD, Avrupa savaşının Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi bir çıkmaza girmesini bekledi. Fransa’nın aniden düşüşüyle birlikte ABD beklenmedik bir durumla karşı karşıya kaldı. Müdahale etti; ama sadece savaşın çevre sahaları olan Kuzey Afrika, İtalya ve Pasifik’te. Baş düşman ilan edilen Almanya’ya doğrudan müdahalesi ise savaşın bitmesine bir seneden az kalmışken 1944’te Normandiya’da gerçekleşti. Sovyetler Birliği, Almanya’ya karşı savaşların en büyüğünü verirken ABD, sanayisini İngiltere ve SSCB’yi desteklemek için kullandı.
ABD’nin Avrasya’dan geri çekilmesi, onu 1941 ve 1917 öncesiyle aynı konuma sokuyor. Bölgesel çatışmaları sınırlandırmak veyahut savaşmak için bölgesel dengelere bel bağlıyor. Müttefiklerine askeri yardım, ekonomik destek ve sınırlı askeri kuvvet sağlıyor. Büyük bir müdahaleye girişmeyi, olağanüstü durumlar için ve olabilecek en son ana kadar saklıyor. Dünyanın geri kalanı Amerikan müdahalesini bekliyor ama bu, yeni dönemde çok değişik bir şekilde gelecek.

Sonuç
Avrasya’nın parçaları olan Avrupa, Çin, Rusya ve Ortadoğu’da yaygın istikrarsızlık İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç görmediğimiz bir durum. Bu istikrarsızlık farklı şekiller almakta ve fakat henüz kritik bir noktaya ulaşmamış durumda. Bununla birlikte iktisadi ve toplumsal krizler yaygın; çatışmalar Ortadoğu’da ve Rusya’nın sınırlarında meydana geliyor ve Çin’in karasularında askeri faaliyetler sürüyor. Bu çatışmalar henüz tek bir büyük yangın halini almadı, ama birbiriyle etkileşime geçmiş durumdalar. En ilginç olan ise ABD’nin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki konumuna geri dönmüş olması.
En tehlikeli temel faktör, ortada süreci durdurucu hiçbir aktörün bulunmaması. Ortadoğu’daki çatışmaları, AB’nin iç krizlerini veya Çin’in siyasi, toplumsal ve iktisadi krizlerini durdurabilecek herhangi bir belirli güç yok. Durdurucular olmadan krizler devam edecek ve artacaktır. Bunları çevreleyip kontrol altına alacak bir güç ortada görünmüyor. 

Bu yüzden tek makul sonuç, Avrasya’da giderek tırmanan bir krize şahit olmamız. Eğer süreç böylece devam ederse bu, bölgenin –tıpkı İkinci Dünya Savaşı’yla olduğu gibi– bir kez daha yeniden yapılandırılacağı anlamına gelecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder