5 Şubat 2017 Pazar

G.SOROS: AÇIK TOPLUM SAVUNULMAYA MUHTAÇ


AÇIK TOPLUM SAVUNULMAYA MUHTAÇ

George Soros (Soros Vakfı ve Açık Toplum Vakfı Başkanı)
Project Syndicate, 28.12.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: BU blogda yer alan George Soros'un 3 yazısının tercümesini toplu olarak okumak için TIKLAYINIZ.

Trump daha Amerikan başkanı seçilmeden evvel arkadaşlarıma şöyle bir tatil mesajı yollamıştım: “Sıradışı vakitlerden geçiyoruz. Sıkıntılı bir dünyada her şey gönlünüzce olsun” Şimdi ise bu mesajı bütün dünyayla paylaşma ihtiyacı hissediyorum. Ama bundan evvel kim olduğumu ve neyi savunduğumu size anlatmak istiyorum.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan vatandaşı olan 86 yaşındaki bir Macaristan Yahudi’siyim. Daha henüz gençken siyasi rejimin türünün ne denli önemli olduğunu bilfiil öğrenmiştim. Hayatımın kurucu tecrübesi Hitler Almanya’sının 1944’te Macaristan’ı işgaliydi. Babam durumun tehlikesini anlamasaydı ben muhtemelen ölmüş olacaktım. Babam hem kendi ailesi hem de başka birçok Yahudi için sahte kimlikler edindi ve onun yardımıyla birçok Yahudi hayatta kaldı.
Komünist yönetim altına giren Macaristan’dan 1947’de İngiltere’ye kaçtım. LSE’de üniversite eğitimim sırasında filozof Karl Popper’dan etkilendim ve kendi felsefemi “yanılabilme” ve “içselleştirilmiş dışavurum (reflexivity)” üzerine bina ettim. (…)
(…)
Bugünleri tarihin son derece acı bir dönemi olarak görüyorum. Açık toplumlar kriz içinde ve faşist diktatörlüklerden mafya devletlerine kadar kapalı toplumların birçok çeşidi yükselişte. Bu nasıl olabildi? Bulabildiğim tek cevap şu: Seçilmiş liderler seçmenlerin meşru beklentilerini ve arzularını karşılamakta başarısızlığa uğradı ve bu da seçmenlerin demokrasinin ve kapitalizmin öne çıkan çeşitlerinden hayal kırıklığına uğramalarına yol açtı. Gayet basitçe birçok insan elitlerin demokrasiyi çaldığını hissediyor.
(…)
(…) Bu, engelsiz serbest girişime inananların veya kendi deyimimle “piyasa köktencileri”nin bir zaferiydi. Zira finansal sermaye iktisadi kalkınmanın vazgeçilmez bir unsuruydu ve gelişmekte olan dünyada çok az sayıda ülke kendi başına yeterli sermayeyi üretebilirdi. Küreselleşme kontrol altına alınması mümkün olmayan bir yangın gibi yayılıyordu. Finansal sermaye hiçbir vergilendirme ve düzenleme olmadan serbestçe dünyanın dört bir yanında dolaşabilirdi.
Küreselleşmenin geniş kapsamlı iktisadi ve siyasi sonuçları var. Fakir ve zengin ülkeleri biraz da olsa iktisaden birbirine yakınlaştırdı; ama hem fakir hem de zengin ülkeler içindeki eşitsizlikleri artırdı. Gelişmiş dünyada küreselleşmenin nimetleri, nüfusun %1’inden azını oluşturan finansal sermayenin büyük patronlarına aktı. Yeniden dağıtımcı politikaların eksikliği, demokrasi muhaliflerinin istismar ettiği memnuniyetsizliğin temel kaynağıydı. Ama bilhassa Avrupa’da başka destekleyici faktörler de mevcuttu.
Ben daha başlangıç safhasından beri AB’nin fanatik bir destekçisiydim. AB’yi açık toplum fikrinin somutlaşmış bir hali olarak görüyordum: kamu yararı için egemenliklerinin bir kısmını feda etmeye istekli bir demokratik devletler birliği.
(…)
Ama daha sonra bazı şeyler ne yazık ki yanlış gitti. 2008 Ani ve Büyük İflası’ndan sonra, eşitlerin bu gönüllü birliği [Z.T.K. AB’yi kastediyor] borç verenler ve borç alanlar ilişkisine dönüştü ve borç alanlar yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanırken borç verenler borçlunun uyması gereken şartları belirledi. Bu ilişki artık ne gönüllü ne de eşitler arasındaydı.
Almanya, Avrupa’nın hegemonik bir gününe dönüştü; ama başarılı bir hegemonun yerine getirmesi gereken yükümlülüklere uymakta, yani kendi dar çıkarlarının ötesine geçip kendisine bağımlı olan insanların çıkarlarını gözetmekte başarısız oldu. Almanya’nın 2008 İflası’ndan sonraki davranışlarını ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası davranışlarıyla bir mukayese edin: ABD Avrupa’nın kalkınmasına yol açan Marshall Planı’nı başlatırken Almanya kendi dar menfaatlerine hizmet eden bir kemer sıkma programını dayattı.
Birleşmeden evvel Almanya, Avrupa entegrasyonunun ana itici gücüydü: (…)
Ancak iki Almanya’nın [Z.T.K. aralarındaki büyük farklılıklar nedeniyle] eşit şartlarda birleşmesi son derece pahalıya patladı. [Z.T.K. 2008’de] Lehman Brothers iflas ettiğinde Almanya artık ek bir yükümlülük altına girebilecek kadar kendini zengin hissetmedi. Avrupa maliye bakanları “bundan böyle sistematik önemi haiz hiçbir mali kurumun çöküşün izin vermeyecekleri”ni ilan ettiklerinde Alman Başbakanı Angela Merkel, seçmeninin isteğini doğru bir şekilde okuyarak “her üye devletin kendi kurumlarına bakması gerektiği”ni söyledi. İşte bu, dağılma sürecinin başlangıcıydı.
2008 İflası sonrası AB ve Avro Bölgesi giderek daha fazla işlevsiz hale geldi. Cari şartlar, Maastricht Antlaşması’nda yazılı kurallardan iyice uzaklaştı; ancak antlaşma metninde değişim yapmak giderek daha da zorlaştı ve sonunda –onaylanamayacağı için– imkânsızlaştı. Avro Bölgesi artık eskiyen kanunların bir kurbanına dönüşmüş durumda; çok ihtiyaç duyulan reformlar sadece kanuni boşlukları doldurmak için yapılabilir. İşte Avrupa’da kurumlar bu şekilde giderek karmaşıklaştı ve seçmenler yabancılaştı.
AB karşıtı hareketlerin yükselişi kurumların işleyişine daha da ket vurdu. Dağılmayı savunan bu güçler, 2016’da önce Brexit’ten, daha sonra ABD’de Trump’ın seçilmesinden ve en son 4 Aralık’ta İtalyan seçmenlerin anayasal reformları açık ara farkla reddetmelerinden güçlü bir destek aldı.
Demokrasi şu anda bir kriz içinde. Dünyanın öncü demokrasisi olan ABD dahi bir sahtekârı ve muhtemel diktatörü başkan olarak seçti. Her ne kadar Trump başkan seçildikten sonra söyleminin tonunu düşürse de ne davranışlarını/politikalarını ne de müşavirlerini değiştirdi. Kabinesi yetersiz radikallerden ve emekli generallerden oluşuyor.
Peki, bizi ne bekliyor?
ABD’nin demokrasinin güçlüklere karşı dayanıklılığı savını ispat edeceğine eminim. Anayasası ve dördüncü kuvvet olan basın da dâhil kurumları, yürütme erkinin aşırılıklarına direnebilecek ve böylelikle diktatör heveslisinin gerçek bir diktatöre dönüşmesini önleyebilecek kadar güçlü.
Ancak ABD, yakın gelecekte iç mücadelelerle meşgul olacak ve hedef alınan azınlıklar ızdırap çekecek. Dünyanın geri kalanında demokrasiyi koruyup desteklemeyecek; tam aksine Trump’ın diktatörlere muhabbeti çok daha fazla olacak. Bu da onların bir kısmının ABD’yle bir uzlaşmaya varmasına ve diğerlerinin de herhangi bir müdahale olmadan yollarına devam etmesine imkân verecek. Yine Trump anlaşmalar yapmayı prensipleri savunmaya tercih edecek. Maalesef ki bu, onun çekirdek seçmenlerinin de desteğini alacak.
Ben bilhassa AB’nin kaderinden endişeliyim. Zira AB, yönetme konseptinin açık toplumla uzlaşmaz olduğu Rus Devlet Başkanı Putin’in nüfuzu altına girme tehlikesiyle karşı karşıya. Putin, son dönemde yaşanan gelişmelerden edilgen bir şekilde istifade eden bir aktör değil; aksine bunların meydana gelmesi için çok sıkı çalıştı. Kendi rejiminin zafiyetlerini fark etti: Doğal kaynakları kullanabilir, ama iktisadi büyüme yaratamaz durumda. Gürcistan, Ukrayna ve diğer yerlerde yaşanan “renkli devrimler”i bir tehdit olarak algıladı. Başlangıçta sosyal medyayı kontrol altına almaya çalıştı. Ardından dâhiyane bir adımla, seçmenlerin kafalarını karıştırmak ve demokrasileri istikrarsızlaştırmak amacıyla sosyal medya şirketlerinin iş tutuş modelini, yalan ve düzmece haber yaymak için istismar etti. Putin işte bu şekilde Trump’ın seçilmesine yardımcı oldu.
Aynısı muhtemelen 2017 Avrupa seçim sezonunda Hollanda, Almanya ve İtalya’da da yaşanacak. Fransa seçimlerinde yarışacak her iki ana rakip de Putin’e yakın ve onu yatıştırmaya istekli. Eğer bunlardan biri kazanırsa Putin’in Avrupa’daki nüfuzu bir emrivakiye dönüşecek.
Ümit ederim ki Avrupa’nın gerek liderleri gerekse vatandaşları, bu sürecin onların hayat tarzını ve AB’nin üzerine inşa edildiği değerleri tehlikeye atacağının farkına varırlar. Sıkıntı şu ki Putin’in demokrasiyi istikrarsızlaştırmak için kullandığı metot, olgulara saygı ve dengeli bir gerçeklik görüşü için kullanılamaz.

Ekonomik büyümenin gerilemesi ve mülteci krizinin kontrolden çıkmasıyla AB, çözülmenin eşiğinde ve 1990’ların başındaki SSCB’ye benzer bir tecrübeden geçmekte. AB’nin yeniden şekillendirilmek üzere kurtarılması gerektiğine inananlar, daha iyi bir sonuç için ellerinden geleni yapmalılar. 

1 yorum:

  1. “Çatışma, ‘emperyalizm’ ile ―heyhat!― ‘yerel faşizm’ arasında” diye hayret eden Nilgün Cerrahoğlu, bırakın Nisan 1982 Falkland Savaşı’nı, II. Cihan Savaşı’nı bile duymamış. İşte bu denli sıkı bir ideolojik-karantina altındayız. WELCOME SOROS [bkz: Nilgün Cerrahoğlu, “Venezuella, bir ülkenin çöküşü” (tek sütun üzerine) başlıklı Sağnak köşe yazısı, Cumhuriyet gzt., İmtiyaz Sahibi Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, Yazıişleri Müdürü Bülent Özdoğan, Yazıişleri Müdürü (Sorumlu) Faruk Eren, ISSN 977-1300-0934, Yıl 93 Sayı 33545, Perşembe 10 Ağustos 2017, Baskı DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt İstanbul, s.7].

    YanıtlaSil