14 Ocak 2017 Cumartesi

OCAK 2017 - İÇİNDEKİLER





Ocak 2017    (Dış basından makale tercümeleri)

Ocak ayında bu blogda yer alan 30 tercümeden 9’u Suriye’nin durumu ve Halep’in düşmesiyle, 7’si yeni Amerikan Başkanı Donald Trump’ın ekibi ve muhtemel politikalarıyla, 7’si Rus Büyükelçi Karlov suikastıyla ilgili olup 5’i de Türkiye’yi hedef alan yazılardır. Diğer 2 tercümeden biri IŞİD, diğeri ABD-İsrail ilişkileri üzerinedir. Ayrıntılı içerik aşağıdadır:


Yeni Amerikan Başkanı Donald Trump’ın ekibi ve muhtemel politikalarıyla ilgili tercümeler

Jackson Diehl (Washington Post’un görüş yazıları sayfasının editör yardımcısı. Dış politikayla ilgili başmakalelerin de yazarı)

Eli Lake (Bloomberg View köşe yazarı. Daha evvel the Daily Beast web sitesinde kıdemli milli güvenlik muhabiri ve the Washington Times, the New York Sun ve UPI’da milli güvenlik ve istihbarat konularında yazardı)

DONALD TRUMP VE DIŞ POLİTİKA SARKACI (National Interest, 22.12.2016)
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)

TRUMP’IN KENDİ UZMANLAR ORDUSUNA İHTİYACI VAR (National Interest, 21.12.2016)
Michael Lind (Düşünce kuruluşu New America kıdemli uzmanı ve “American Way of Strategy” kitabının yazarı)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

Jack Keane (Amerikan eski genelkurmay başkan yardımcısı; hâlihazırda GSI Müşavirlik şirketi genel müdürü, Savaş Araştırmaları Enstitüsü başkanı, General Dynamics müdürlerinden ve Amerikan Savunma Bakanlığı Politika Kurulu üyesi)

Metthew Bey (Stratfor enerji ve teknoloji uzmanı)

NETANYAHU NİÇİN OBAMA’YI ÖZLEYECEK? (New York Times, 29.12.2016)
Philip Gordon (Dış İlişkiler Konseyi kıdemli uzmanı; 2013-2015 döneminde Beyaz Saray’ın Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Körfez bölgesi koordinatörü)

Aralık ayı içinde yayınlanmış yeni Amerikan Başkanı Trump ile ilgili 8 tercümeye ulaşmak için TIKLAYINIZ.
Ekim ayı içindeki 3 tercüme için de TIKLAYINIZ.


Türkiye’yi hedef alan yazıların tercümesi

Tom Rogan (National Review Online ve Opportunity Lives yazarı; Steamboat Enstitüsü kıdemli üyesi)

Independent başyazı

Michael Rubin (Amerikan Girişim Enstitüsü Ortadoğu ve Türkiye uzmanı; Amerikan Donanması Askeri Akademisi öğretim üyesi ve Middle East Quarterly dergisinin editörü)
ERDOĞAN TÜRK ORDUSUYLA MÜCADELESİNDE AYAKTA KALACAK MI? (Amerikan Enterprise Institute, 16.12.2016)
AVRUPALILAR TÜRK CASUSLUĞUNDAN ENDİŞELİ (Amerikan Enterprise Institute, 16.12.2016)
TÜRKİYE YENİ BİR DARBEYE Mİ HAZIRLANIYOR? (Amerikan Enterprise Institute, 16.12.2016)


Suriye ve Halep’in düşmesiyle ilgili tercümeler

Suheyl Gannuşi (Tunuslu akademisyen ve yazar)

HALEP DÜŞTÜKTEN SONRA NE OLACAK? (Middle East Eye, 7.12.2016)
David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)

HALEP’İN DÜŞÜŞÜNÜN ARDINDAN (The National Interest, 30.11.2016)
Francesco Belcastro (İngiltere’deki Derby Üniversitesinde ders veriyor ve St. Andrews Üniversitesi Suriye Araştırmaları Merkezinde araştırmacı)

Abdulcebbar el-Akidi (Kasım 2013’e kadar Halep’teki Özgür Suriye Ordusu komutanı ve sözcüsü; çatışmalar başlamadan evvel Suriye ordusunda albaydı)

SURİYE ORDUSUNDAN NEDEN FİRAR ETTİM? (Middle East Eye, 19.12.2016)
Ğayat Abdülaziz (Serbest gazeteci)

Abel Kotze (Güney Afrikalı araştırmacı-yazar)

Ali Vaez (Uluslararası Kriz Grubu kıdemli İran uzmanı)

Tony Bardan (Demokrasileri Savunma Vakfı araştırmacısı; Lübnan, Hizbullah, Suriye ve Yakın Doğu jeopolitiği uzmanı)

IŞİD, SÜNNİLER İÇİN TAM BİR FELAKET (Washington Post, 23.11.2016)
Liz Sly (20 yılı aşkın bir süredir dünyanın farklı kıtalarında muhabirlik deneyimi olup hâlihazırda Ortadoğu’daki kaosla ilgili haberlere imza atan Washington Post gazetesi Beyrut büro şefi)


Rus Büyükelçi Karlov suikastıyla ilgili tercümeler

TÜRK SUİKASTÇI TAYYİP ERDOĞAN’IN KIŞKIRTMASININ BİR ÜRÜNÜ (American Enterprise Institute, 21.12.2016)
Michael Rubin (Amerikan Girişim Enstitüsü Ortadoğu ve Türkiye uzmanı; Amerikan Donanması Askeri Akademisi öğretim üyesi ve Middle East Quarterly dergisinin editörü)

Vladimir Frolov (Rus siyasi analist)

Andrew Finkel (25 yıldır Türkiye’de muhabirlik yapan İngiliz gazeteci; bağımsız gazetecilik platformu P24’ün kurucularından ve “Turkey: What Everyone Needs to Know” kitabının yazarı)

TÜRKİYE AŞIRI DERECEDE HASSAS VE SAVUNMASIZ (The Cipher Brief, 20.12.2016)
Soner Çağaptay (Washington Enstitüsü Türkiye Araştırmaları Programı Direktörü)

TÜRKİYE, RUSYA VE BİR SUİKAST: TÜRBÜLANS KRİZLERİ (The New York Times, 19.12.2016)
Max Fisher (The New York Times editörü ve yazarı)

TÜRKİYE’DEKİ RUS BÜYÜKELÇİYE SUİKAST, ERDOĞAN İÇİN BİR KRİZ YARATIYOR (Washington Post, 19.12.2016)
Ishaan Tharoor (The Washington Post dış politika yazarı; daha evvel Time’ın kıdemli editörü)

ACABA PUTİN BÜYÜKELÇİSİNİN SUİKASTINI SİYASİ BİR KAZANIM ELDE ETMEK İÇİN KULLANACAK MI? (The Daily Beast, 21.12.2016)
Roy Gutman (40 yılı aşkın süredir dış politika alanında yazan Pulitzer ödüllü Amerikalı gazeteci) & Michael Weiss (The Daily Beast kıdemli editörü ve “ISIS: Inside the Army of Terror” kitabının yazarlarından)

BU BLOGDA NELER VAR? (Bloğun bütün içeriğine ay ay buradan ulaşabilirsiniz.)




S.GANNUŞİ: SURİYE FELAKETİ: KÖRDÜĞÜM, İBRETLİK DERSLER VE ÇIKIŞ



SURİYE FELAKETİ: KÖRDÜĞÜM, İBRETLİK DERSLER VE ÇIKIŞ

Suheyl Gannuşi (Tunuslu akademisyen ve yazar)
El-Cezire Arapça, 5.1.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 13.1.2017 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/suriye-felaketi-kordugum-ibretlik-dersler-ve-cikis


İlham verici bir devrim nasıl olup da bir felakete, derin bir kördüğüme dönüştü? Yüz binlerce şehit, sakat, dul ve yetim… Milyonlarca mülteci… Topyekûn imha… Her türden insanın birbiriyle çatışmasının mubah sayıldığı bir ülke… Yıkıcı bir uluslararası, bölgesel ve iç savaş… Tünelin sonunda bir ışık bile yok. Üstelik bütün bunlar Suriye içindeki ve dışındaki hür erkek ve kadınların muazzam çabalarına ve büyük fedakârlıklarına rağmen yaşanıyor.
Bu trajedi ve kördüğüm karşısında ne yapmak lazım? Aynı başarısız yaklaşımı mı benimseyeceğiz? Yani inkâr, gerekçe arama, gelişigüzellik, mazlumiyet ve sorumluluktan sıyrılma yaklaşımını... Sövüp sayma, yalvarıp yakarma, inat etme, öfkeyi yatıştırma, acıyı teskin etme ve sonra da gevşemiş halde bir sonraki yangını bekleme yaklaşımını... Bugüne kadar söz konusu yaklaşımın bir ürünü olarak atalet, geri kalmışlık, bağımlılık, felaketler, hataların tekrarı ve fırsatların kaçırılmasından başka bir şey elde edemedik.
Krizlerimizle başa çıkmada daha ciddi, daha cesur ve daha metodolojik olmamızın ve ayrıca teşhis koyma, sorumluluk üstlenme ve ibret alma noktasında Kur’ânî yaklaşımı benimsememizin vakti geldi.
Uhud Savaşı yenilgisinden sonra nazil olan ayetlerde hezimetin sorumluluğunun tamamen sahabelerde olduğu ifade edilmişti. Ayette buyuruluyor ki: “De ki: O (musibet), kendinizdendir.” (Âli İmran-165) Bir başka ayette ise şöyle buyuruluyor: “Nihayet sevdiğiniz şeyi (zaferi) size gösterdikten sonra, za'f gösterdiniz. (Peygamber'in verdiği) emir konusunda tartıştınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de.” (Âli İmran-152)
Kur’ân-ı Kerim’in burada hezimetin sorumlusu olarak karşı taraftan, yani Mekkeli Müşriklerden hiçbir şekilde söz etmemesi manidar. Zira bu şekilde Müslümanların kendilerini komplo teorileri ile teskin edip kurban psikolojisine kapılması önlenmek isteniyor.

Hakikatlerle yüzleşmek
Ne kadar şok edici olursa olsun, hakikatlerle yüzleşmekten ve gerekçe uydurmayı bırakmaktan başka seçeneğimiz yok. Durumun ince detaylarına girmek ve öfkeyi yatıştırmak yerine, krizin köklerini tedavi etmek için analiz ve planlama yapmaya odaklanmalıyız.
Yahudiler soykırıma uğradı, peki tepkileri ne oldu? Dediler ki “Bir daha asla”. Nüfuslarının azlığına rağmen, kısa bir süre içerisinde nüfuz sahibi, saygı ve korku duyulan büyük bir güce dönüştüler.
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Japonya yerle bir edildi. Ama on yıllar içinde her ikisi de dünyanın en büyük iktisadi ve sınai gücüne dönüştü. Üstelik Japonya, doğal kaynaklardan mahrum ve tabii afetlere sıkça maruz kalan bir ada devleti olduğu halde bunu başardı.
Japonya’nın Mısır’ın modernleşme tecrübesinden istifade etmek üzere 1862’de ülkeye bir heyet göndermesi ne kadar da ironik. Heyet, Mısır’ın o dönemki temizliğine ve trenlerine şaşırıp kalmış. Aynısını 1962 yılında Güney Kore de yaptı. Çevremizdeki ülkeler sıçrama kaydedip ayağa kalkarken biz daha hâlâ yerinde sayma ile gerileme sarkacında gidip geliyoruz.
Suriye trajedisinde ise eğer başarısız ve teskin edici yaklaşımları bir kenara bırakıp, tasvir ve gevezelikleri aşıp doğru düzgün bir teşhis koyabilsek, Suriye’de herhangi bir partizan veya mezhepçi bayrağın taşınmadığını, hürriyet ve onurlu bir hayat uğruna ilham verici ve barışçıl bir halk devrimi yaşandığını görebiliriz. Devrimin bu hali, zulüm aygıtının şiddetine, sızma ve raydan çıkarma çabalarına rağmen aylar boyunca böyle devam etti.
Devrimin siyasi bir liderliği yoktu ve bu yüzden diğer Arap devrimlerinin de maruz kaldıklarına uğradı. Devreye o uğursuz geleneksel elit girdi. Ve bu elit, devrimi, hangi yolla ve her ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek için bir fırsat olarak gördü.

Devrimi raydan çıkaran tuzaklar
Bunun için devrim silahlandırılıp militerleştirildi, hizipleştirildi, ayrışmalar yaşandı, dışarıdan destek arayışları ve dolayısıyla dışarıya bağımlılık başladı. Bütün bu tuzaklar, herhangi bir devrimi raydan çıkarmak ve başarısızlığa uğratmak için yeterliydi.
Arap devrimlerinin tamamı bu şekilde başarısızlığa uğratıldı. Tabii burada militerleşmesi mümkün olmayan ve zaten uluslararası alanda da bunun istenmediği Tunus örneğini hariç tutmak gerekiyor. Zira bu örnekte devrim konsensüs yoluyla düşürüldü.
Suriye halkı, hürriyet ve onur ısrarını sürdürdü ve devrim, barışçıl yaklaşımı ve milli kimliğini sağlamlaştırdı. Daha sonra halkın önemli kazanımlar elde etmesinin ve yeni bir gerçeklik üretmesinin ardından devrim kritik bir noktaya ulaştı ve itibarını yitiren rejimle muhalifler arasındaki güçler dengesi nispi olarak değişti.
İşte o an, temel hedef, kazanımları sağlamlaştırmak olacak şekilde stratejide bir değişime gitmek gerekiyordu. İstenen ve gereken şey, sahadaki başarıların meyvesini toplayacak, devrimi başarılı kılıcı faktörlere ve karar almada bağımsızlığa bağlı kalarak çatışmayı yönetecek, böylelikle devrimi sağlamlaştırıp bölgesel ve uluslararası güçlerin maşası olmaya razı gelmeyecek, tarafsız bir liderlik ve siyaset üretmekti.
Ancak burada süreç giderek tırmandı ve hedef, hiçbir net program veya alternatif plan olmadan rejimi düşürmeye dönüştü. Bu, gelişigüzel bir dönüşümdü ve devrimi çok ciddi kumpaslara ve tuzaklara düşürdü. Ayrıca devrimi militerleştirmek, ideolojileştirmek, hizipleştirmek, imajını bozmak ve uluslararasılaştırmak suretiyle, rejimin devrimi başarılı kılacak faktörlerin altını oymasını kolaylaştırdı.
Hiç şüphesiz iktidar hevesi ve sabırsızlığı bazılarını bu yöne itti. Tıpkı Uhud Savaşı’nda okçuların ganimet hevesiyle mevzilerini terk etmesi ve açılan bu boşluk yüzünden zaferin hezimete dönüşmesine yol açtığı gibi... Ancak buna yol açan en önemli faktör, Mısır veya Tunus senaryosunun tekrarlanacağı yanılsamasına düşülmesiydi.

Hatalı kıyaslamalar
Bu kıyaslama siyaseten çok ciddi bir hataydı. Zira dış görünüşteki benzerlikler dışında Suriye’nin durumuyla Tunus ve Mısır’ınki arasında herhangi bir benzerlik neredeyse yok denecek kadar az.
Tunus’ta ve Mısır’da milli bir ordu, canlı bir sivil toplum, artıp azalmasına rağmen Suriye’ye kıyasla hatırı sayılır derecede bir hürriyet ortamı ve bir siyasi pratik ve muhalefet tarihi var.
Bu iki ülkedeki rejimler ideolojik veya mezhepçi bir asabiyyeye dayanmıyor. Batı eksenine bağlı olduklarından demokratik bir rejim görüntüsü vermeye çalıştıkları için, insan hakları konusunda baskılara daha açık ve daha cevap verebilir durumdaydılar. Bu da her iki rejimin şiddete eğilimini dizginlemişti.
Tunus ordusu sistemin daha kenarında ve siyasetten uzak bir ordu. 1952’den beri ülkeyi yöneten Mısır ordusu ise kendisinden sonra oğlunu başa geçirmeye hazırlandığından Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e karşı olumsuz bir tavır takınmıştı. Her iki örnekte de ABD’nin hafif bir ittirmesiyle ordu, rejime desteğini kesti ve böylece rejimin başı düşüşe terk edildi; devletin aygıtları ise korundu ve daha sonra sistemde bir dizi düzeltme ve parlatmayla ayakta tutuldu.
Suriye rejimi ise –imajını ve itibarını umursamadan– muhaliflerini kanlı bir şekilde bastırmış, mezhepçi, totaliter bir rejimdi. İdeolojik bir parti ve mezhepçi bir orduya sırtını dayıyordu. Kendisini destekleyen güvenilir ve güçlü müttefiklere sahip olduğundan bölgede güçlü bir nüfuzu vardı. Yani yerel, bölgesel ve uluslararası arenalarda kök salmış durumdaydı.
Suriyeliler devrimin başında senaryonun Mısır ve Tunus’unkine benzeyeceğini düşündü. Bu yanılgıda her fırsatta “Esed meşruiyetini kaybetti” diyen Barack Obama, Hillary Clinton ve Recep Tayyip Erdoğan’ın ateşli konuşmalarının da payı vardı.
Tunus ve Mısır senaryosunun Suriye’de tekrarlanacağı yanılsaması buharlaşmaya başladığında ise bu defa yerine Libya senaryosunun tekrarlanacağı yanılsaması, yani Esed rejiminin ABD ve NATO müdahalesiyle düşürüleceği senaryosu geçti. Aynı ateşli açıklamalar bu yanılsamayı da besledi.
Burada da yapılan hesaplar tamamen yanlıştı. Libya, bir devlet müessesesi olmayan, Avrupa’ya yakın bir petrol ülkesiydi ve Kaddafi’nin herhangi bir müttefiki yoktu. Onu düşürmek kolaydı. Ayrıca Libya, sadece rejimin zafiyeti ve ülkenin zenginliği yüzünden değil, aynı zamanda Kaddafi’nin tehlikeli bilgi ve sırlarla dolu bir karakutu olması nedeniyle de cazip bir hedefti.
Buna mukabil Suriye’de yaşananlar, İsrail’in isteyip hayalini kurduğu durumun da ötesine geçti. İstenen, iç savaşın çevrelenip uzadıkça uzamasıydı. Bu yüzden muhalifler silahlandırılıp finanse edilse de onlara savaşın sonucunu belirleyecek türden silahlar verilmedi.
Maalesef ki Suriye’nin temennilere dayalı kararlar yüzünden felakete duçar olması bir ilk değil. Rejim 1982’de Hama şehrini yerle bir etmiş ve binlerce Suriyeli genci katletmişti ki bu gençler yine yanılsamalarla bir soykırıma sürüklenmişti. Bu felaket, sanki bir tabii afetmişçesine herhangi bir değerlendirme ve muhasebe yapılmadan öylece gelip geçti.
İnsani çizgisini hiçbir sapma olmadan her daim koruyan Türkiye’nin siyaseten ikircikli tavrı ve söylemleriyle eylemlerinin örtüşmemesi Suriye devrimine zarar verdi.
Yine dünyanın her yerinden yabancı savaşçı akışı da (içeri girişlerini kimin kolaylaştırdığı, kimin eğitip finanse ettiği ve niçin bunu yaptığından bağımsız olarak) devrime zarar verdi. Bu, sahadaki durumun karmaşıklaşıp bozulmasına ve devrimin imajının kirletilmesine katkıda bulundu. Sanki savaş, her biri bölgesel ve küresel güçlerce desteklenen istibdat ile terör arasındaymış gibi bir görüntü ortaya çıktı.
Suriye küresel ve bölgesel yıkıcı bir savaşın sahasına dönüştü ve Suriyelilerin kararı dışarıya bağımlı hale geldi. Tıpkı diğer Arap devrimleri ve daha öncesinde Filistin meselesi gibi, Suriye devrimi de bölgesel ve uluslararası gündemlerin labirentlerinde kaybolup gitti.
Bir kez daha büyük bir fırsatı kaçırmak ve fahiş hataları tekrarlamakla karşı karşıyayız. Yakın geçmişte Irak, benzer bir şekilde istibdat, yanlış hesaplar ve dışarıdan alınan medetlerle parçalandı.
Arap halklarının ürettiği bütün devrimler ve fırsatlar, elitlerin iktidar hevesi yüzünden heba olup gitti. Amaca ulaşmak için her yolu mubah gören elitler, etkili dış aktörlerin kucağına atladı. Bu kesim, dışarıdan aldığı destekle bir tankın üstünde veya askeri darbeyle veyahut dışarıdan demokratik görünen kirli bir anlaşmayla yönetime gelmek istedi.
Ancak çöküşün bir faydası varsa o da nazarıdikkate almak isteyenler için acımasız dersler içermesi ve –durumu inkâr etme imkânının ortadan kalkmasından ya da teskin edicilerin etkisinin geçmesinden sonra– yeni bir başlangıç fırsatı sunmasıdır.

Çıkarılması gereken dersler
İlham verici devrimin bir felakete dönüşmesinden çıkarmamız gereken bazı ibretlik dersler var:
Birincisi, istibdat ve sömürgecilikle geçen asırların zihinlerde, gönüllerde ve Arap toplumlarında yol açtığı kitlesel yıkımdan sonra nesiller sürecek köklü bir reforma ihtiyaç var. Zira burada önemli olan, ülkeyi doğru raylara oturtmak ve kurtuluş ile kalkınma yolunda ilerlemek.
Öte yandan, yanlış bir gidişat, ne sarf edilen çabaların ve verilen kurbanların çokluğuyla ne de zamanla düzeltilebilir. Tepeden inme hızlı değişim çabaları, maliyeti yüksek, getirisi sınırlı, hatta bazen zararı faydasından daha büyük bir yol olabilir. Tedrici değişim ise halklarını bilinçli veya bilinçsiz rezil edip yarı yolda bırakan başarısız narsist elite alternatif yeni bir elitin oluşumu ve gelişimi için bir fırsat sunar.
İkincisi, reformun yolu tektir; o da bedeli her ne olursa olsun ve ne kadar çok vakit alırsa alsın, halkı istibdada, yolsuzluğa, geri kalmışlığa ve bağımlılığa karşı imkânların fırsat verdiği ölçüde barışçıl bir direnişe katılmaları için bilinçlendirmek ve motive etmektir. Hz. Şuayb’ın kavmine dediği gibi “Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) ıslah etmek istiyorum” (Hud Suresi-88).
Hedef, vatanı koruyarak toplumsal reform olmalı, yoksa bedel veya yöntem ne olursa olsun rejimi düşürmek değil. Bu yüzden, ne kadar mezalim ve şiddeti teşvik edici şeyler olursa olsun, halk hareketlerini militerleşmeye ve şiddetin çekiciliğine karşı güçlendirmek gerekir.
Üçüncüsü, her ne çeşit olursa olsun dışarıdan yardım isteme ve güç takviyesi fikrinden tamamen uzaklaşmak gerekiyor. Yani askeri müdahalelerden, silah ve para desteği almaktan uzak durulmalı, milli karar almada bağımsızlık korunmalı. Bunun tek istisnası, baskı oluşturmak için adaletli davaların uluslararası arenalarda tanıtılması ve kamuoyu oluşturulması olmalı.
Bağımlılık, hastalığın temel sebebi ve kötülüklerin anasıdır. Bu yüzden bağımlılığın gölgesinde ne demokrasiye ulaşılır ne de kalkınma sağlanır. Bağımlılığı yücelterek işe başlayan reformların veya devrimci projelerin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu bağlamda, Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı kendisine yardım teklif eden Rum Kayseri’ne kat’i bir dille ret cevabı verdiği meşhur mektubu okumanızı tavsiye ederim.
Dördüncüsü, Arap Baharı dalgalarındaki terslikler, bizim neredeyse hâlâ işgal altında olduğumuzu gösteriyor. Bu yüzden partileşme, seçimler, iktidar mücadelesi gibi konulardan bahsetmek için henüz çok erken. Zira bu, bağımlılığı daha da pekiştirir ve böylece kendimizi kısır döngü içinde buluruz. Bu yüzden ülkeyi işgal ve bağımlılıktan kurtarana kadar bu tür tartışmaları ertelemeliyiz.
Bu nedenle milli bir harekete, milli bir kurtuluş ve kalkınma projesi etrafında halkı yerli bir sancak altında toplayan barışçıl bir halk devrimine ihtiyacımız var. Halkların kahir ekseriyetinin ideolojik ve partizan olmaması buna yardımcı olacak.
Suriye’de bu reformcu devrimsel dalganın başarı fırsatlarını kaçırdığına hiç şüphe yok. Birbiriyle çatışan bölgesel ve uluslararası tarafların hiçbiri (kendilerine göre sebep, yol ve yöntemlerle) bu devrimin başarılı olmasını istemedi; isteyenler de ya ciddi değildi ya da başarılı olamadı.
Suriye çıkmaz bir karanlık tünelde ilerliyor. Suriyeliler hem kendi elleriyle hem de devrimin başarısını önlemek üzere bölgesel ve küresel gündemleri uygulayan başkaları vasıtasıyla Suriye’yi yerle bir ediyorlar. Terör örgütleri ve Suriye’nin düşmanları dışında hiç kimse bu gidişata razı değil.

Bundan sonra ne yapılmalı?
Suriye kördüğümü kolay çıkışlara ve arzu edilen çözümlere dirençli olsa da bazı temel hususlar, ehvenişer seçeneklere ulaşmamıza yardımcı olabilir.
Birincisi, hayatın her alanında, yanlış yolda ilerlediğini fark edenin gidişatı düzeltmek için durması hikmet gereğidir. Yolunu karıştıran şoför böyle yapar; keza kaybını sınırlayıp sermayesini kurtarmak ve başka yatırım fırsatlarını değerlendirmek için zarar eden işini kapatan tüccar da.
Resulullah (SAV), Mute Savaşı’nda kendisini orantısız bir savaşın içinde bulduğundan, dönemin süper gücü Doğu Roma İmparatorluğu’yla ilk karşılaşmasında kısmi bir başarının hemen akabinde ordusunu geri çeken Halid bin Velid’i tebrik etmişti.
İkincisi, hayatın her alanında –ama bilhassa siyasette– inat öldürücüdür; alternatifleri keyfi olarak dışlayıp gereksiz yere tek bir seçenekle sınırlandırmak ve geri dönüşü olmayan bir yola girmek de öyle. Bu saydığım hastalıklar uzunca bir süredir Arap siyasetini perişan etmekte. Siyasette etkinlik, manevra ve müzakere kabiliyetini güçlendirmek için bütün alternatifleri açık tutmayı gerektirir.
Bütün bunlar bizi tek bir yöne sevk ediyor: Artık reform ve değişim savaşının bir sonraki safhasına kafa yormak şart. Bu da hasarları sınırlandırmak için mevcut safhayı ve bu çarpık ve yıkıcı gidişatı durdurmayı gerektiriyor – hem de ne kadar acımasız ve sancılı olursa olsun mümkün olan her tür yolla. Zira bu, aynı yolda devam etmekten daha zorlu ve daha acılı olmayacak.

Sonuçta siyaset, bir yarış arenasındır. Bir gün galip, öbür gün mağlup olunur. Gidişatı düzeltmek için akan kanı durdurmak hayırlı bir iştir. Hayırların en iyisi ise acilen gelenidir.

9 Ocak 2017 Pazartesi

L.SLY: IŞİD, SÜNNİLER İÇİN TAM BİR FELAKET



IŞİD, SÜNNİLER İÇİN TAM BİR FELAKET

Liz Sly (20 yılı aşkın bir süredir dünyanın farklı kıtalarında muhabirlik deneyimi olup hâlihazırda Ortadoğu’daki kaosla ilgili haberlere imza atan Washington Post gazetesi Beyrut büro şefi)
Washington Post, 23.11.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Tikrit/Irak
İslam Devleti (İD) bastırılıp ezilmekte, savaşçıları geri çekilme halinde ve yitik ihtişam hayaliyle inşa etmeye çalıştığı hilafet yerle bir olmakta.
Ancak en büyük mağlup, ölmek veya ileride yeniden birleşmek üzere gizlice çöle gitmek hayallerini gerçekleştiren militanlar değil, onların kanlı saldırılarıyla hayatları mahvolan sıradan milyonlarca Sünni.
İslam Devleti’nin Irak’a ve Suriye’ye doğru şiddetle ilerleyişi sırasında zarar görmemiş hiçbir dini veya etnik grup yok. Şiiler, Kürtler, Hıristiyanlar ve küçük Yezidi azınlık hepsi bu mezalimin kurbanları oldu ve şu anda militanları mağlup etmek amacıyla savaşıp canlarını veriyorlar.
Ancak İslam Devleti’nin istila ettiği toprakların kahir ekseriyeti, (…) tarihsel olarak Sünni Arapların yaşadığı bölgelerdi. İslam Devleti’nin yürüttüğü savaş sırasında evlerini terk etmek zorunda kalan 4,2 milyon Iraklının kahir ekseriyeti yine Sünni. Şu anda İD’in elinden Musul ve Rakka’yı geri almak üzere saldırılar devam ederken daha da fazla Sünni şehri ve köyü yerle bir oluyor ve yine daha fazla Sünni’nin geçim kaynağı yok ediliyor.
Sünnilerin çoğu örgütün yükselişinde hiçbir rol oynamadı. (…) Ama hepsi büyük bir bedel ödüyorlar.
2014’te İD tarafından ele geçirilen Irak’ın kuzeybatı şehri Rabia’dan Sünni bir aşiret lideri olan Şeyh Gazi Muhammed Hamud şimdi Kürtlerin kontrolü altında. Diyor ki “Her şeyimizi kaybettik. Evlerimizi, işlerimizi, hayatlarımızı, her şeyi…”
Sınırın öte tarafında İD’le savaşın isyancılarla Esed hükümeti arasındaki çatışmalarla karmakarışık bir hal aldığı Suriye’de ise Sünniler şiddetin ve yerinden edilmenin en ağır şekilde ceremesini çekiyorlar. Sünni şehirleri ve mahalleleri Suriye ve Rusya hava saldırılarıyla yerle bir olmuş durumda. Çoğunlukla Sünnilerin yürüttüğü bu isyanı ezmeye çalışanlar, kahir ekseriyetle İran, Lübnan ve Irak’tan gelen Şii savaşçılar. Bölgeye dağılan ve Avrupa’ya giden 5 milyon mültecinin de kahir ekseriyeti (…) Sünnilerden oluşuyor.
Uzmanlar ve Iraklılar “Tehlike çok aşikar” diyor. Sünniler bir zamanlar yönettikleri topraklarda mülksüzleştirilmiş durumda ve kızgın-kırgın bir alt sınıfa dönüşme riski altındalar; bu da İD’in yükselişine yol açan marjinalleşme ve radikalleşme dalgasının tekrarlanması için verimli şartları oluşturuyor.
Hâlihazırda Washington merkezli Ortadoğu Enstitüsünde görev yapan ABD’nin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford diyor ki “Mesele sadece toprakları geri almak değil, aynı zamanda oraları düzgün bir şekilde yönetmek zorundasınız, yoksa uzun vadeli bir İD direnişiyle baş etmek zorunda kalacağız. Eğer ki yeni yöneticiler yerel halkın desteğini kazanmazsa, hele de sular akmaz, okullar açılmaz ve elektrik kesintileri sürerse, İD her daim yeni yeni elemanlar devşirecektir.”
Yardım gönüllüleri ve diplomatlar bunun en kötü senaryo olduğunu, eğer savaş yeniden inşa, rehabilitasyon ve uzlaşmayla neticelenirse işlerin sarpa sarmayabileceğini de söylüyorlar. Militanlara karşı en büyük kazanımların kaydedildiği Irak’ta kısa sürede örgütün mağlup edilebileceği beklentisi, Sünniler kadar savaşa öncülük eden Şiiler ve Kürtler için de, bir anlığına da olsa fırsat ve ümit vaat ediyor: ilişkileri sıfırdan tekrar başlatıp komşularla yeni bir uzlaşmaya varma şansı…
Ancak uzlaşmanın doğası sorgulanıyor. Engeller muazzam, kaynaklar kıt ve gerçek anlamda bir uzlaşma ihtimali hala uzak görünüyor.
Çoğu yaklaşık bir sene evvel İD kontrolünden kurtarılan Irak şehir ve köylerine bir yolculuk ne denli devasa meydan okumalarla karşı karşıya olunduğunu ele veriyor. Batıda Suriye sınırından başlayıp doğuda İran sınırına kadar uzanan bölgede enkaza dönüşmüş köyler, yarı boş şehirler ve hayatları belki de hiçbir zaman düzelemeyecek şekilde paramparça olmuş insanlar var.

Yeni yöneticiler, yeni meydan okumalar
İD’den ele geçirilen toprakların çoğu Sünnilere ait olsa da buraları geri almak için savaşanların ezici çoğunluğu Şiiler veya Kürtler. Bazı yerlerde kurtardıkları bölgelerin sakinleriyle daha evvel hiçbir bağları olmamış kurtarıcılar, savaşlar kazanıldıktan sonra buralarda kalıp güvenlik boşluğunu dolduruyor, militanların geri dönüşüne karşı buraları koruyor ve aynı zamanda gelecekte toprak, iktidar ve siyaset ihtilaflarını tetikleyebilecek şekilde haritaları yeniden çiziyorlar.
Bu yerlerden biri de İD’in Ağustos 2014’te ele geçirdiği ve iki ay sonra Kürt peşmerge birlikleri tarafından geri alınan Suriye sınırındaki bir Sünni şehri olan Rabia. Bir zamanlar Bağdat’taki merkezî yönetim tarafından idare edilen şehir, artık yarı özerk Kürdistan bölgesinin kontrolünde.
İki yıldır Sünni bölge sakinleri emniyette oldukları ve Felluce ve Ramadi gibi yerlerde yaşanan ve tamamen enkaza dönen uzun çatışmalardan kurtuldukları için rahatlamış durumdalar. En büyük yerel aşiret olan Şammar aşiretinden gençler, Kürt birliklerin şehri kontrolüne yardımcı olmak üzere bir milis grubu kurdular ve kontrol noktalarında sarı güneşli Kürt bayrağını dalgalandırıyorlar.
Şammar Tugayı’nın lideri Muhammed Hudeir diyor ki “İD işgaline uğradığımızda Kürtler bize yardım etti; dolayısıyla onların safında durarak verdikleri canların karşılığını ödememiz lazım.”
Ancak bölge sakinleri ve yeni yöneticiler arasındaki ilişkiler şek ve şüpheyle dolu. Kürt yönetimi, her bir şehir sakinine şehre giriş-çıkış için izin alma zorunluluğu getirdi ki bu, savaştan evvel yanı başlarındaki Suriye’yle ticaret yaparak zenginleşmiş bölge sakinleri için çok meşakkatli bir yük. Birçokları bu durumdan şikâyetçi.
Kürt güvenlik birimi Asayiş’in yerel komutanı Muhammed Sadık Sayid, bunun bir zaruret olduğunu, zira burada yaşayan çok fazla sayıda kişinin İD’e sempati beslediğinin düşünüldüğünü söyledi: “Elimizde çok uzun bir şüpheliler listesi var. Onların kimler olduğunu biliyoruz ve takip ediyoruz.”
Çevre köylerde yaşayan on binlerce insanın evlerine geri dönüşü engellendi ki zaten bu köylerin ekseriyeti artık ortada yok. Enkaza dönmüş bina kalıntıları, Rabia’nın kuzeyi ve güneyindeki peşmerge kontrol noktalarıyla takip altındaki yollar boyunca uzanıyor. Bu yıkımın bir kısmı savaştan olabilir; ancak hasarların hep aynı şekilde oluşu sabotaj ihtimalini akıllara getiriyor.
Sincar’ın Yezidi bölgelerine doğru giden yolda bulunan Kazukha köyünde harabe halindeki metruk evlerin bulunduğu yerde üç peşmerge savaşçısı Washington Post muhabirlerine eşlik ediyor. Bu evlerde bir daha kimsenin yaşayamaması için patlayıcı TNT’ler ve buldozerler kullanıldığını anlattılar.
Bir zamanlar Arapların ve Yezidi azınlığın yaşadığı Snuny köyündeki Asayiş’in başında bulunan Yezidilerden Aziz Hacı Halaf, evlerin sahiplerinin İD’e destek veren bir aşirete mensup olduğunu ve geri dönmelerine bir daha asla izin verilmeyeceğini anlattı: “Bir daha asla geri dönmeye cesaret dahi edemeyecekler. Hepsi IŞİD’le birlik oldular ve Yezidilere karşı yapılan katliamlara katıldılar. Bu yüzden bir daha asla Araplarla birlikte yaşayamayız.”
Bölgedeki Sünnilerin çoğunun Bağdat’taki merkezî hükümetin baskısına ve ayrımcılığına karşı iyi bir alternatif olarak, en azından başlangıçta, gerçekten de İD’e destek verdiğini Rabia’daki aşiret lideri Hamud itiraf etti: “Eğer ki içeriden hiçbir destek olmasaydı burada tek bir saat dahi kalamazlardı. Başlangıçta Sünniler çok mutlu oldular. Kim olduklarını bilmediklerinden onları bir kurtarıcı saydılar. Şimdi ise bir felaket olduklarını görmüş durumdayız.”

“Bütün Sünniler IŞİD diyorlar”
Yerle bir olmuş şehirler ve köyler kuşağı (…) yüzlerce kilometre devam ediyor. Bu boş yerlerde vakti zamanında yaşamış insanların nereye gittikleri sadece tahmin edilebilir.
Bir kısmı, gerilemekte olan İD savaşçılarıyla birlikte kaçmış olmalı; BM ve Irak hükümeti, 2 ila 3 milyon kişinin Musul dâhil İD’in kontrolündeki bölgelerde yaşadığını tahmin ediyor. Bir kısmı da çatışmalarda ve hava saldırılarında hayatını kaybetmiş olmalı; ancak BM ve Bağdat yönetimi tarafından açıklanan can kayıpları verileri İD kontrolündeki bölgelerde öldürülenleri kapsamıyor.
Çok daha fazlası (en az 4,2 milyon) ise, tam aksine, İD militanlarından kaçarak bazıları yaklaşmakta olan askeri birliklerin kollarına doğru ilerledi. Uluslararası Af Örgütü, ekim ayında yayımladığı raporunda Iraklı milisleri ve Bağdat yönetimini çatışmalardan kaçmaya çalışan ekseriyeti erkek binlerce insanı tevkif etmekle suçladı.
Bütün bu rakamların da ortaya koyduğu üzere, Sünniler sadece İD’le savaşın en büyük mağduru değil, aynı zamanda Sünni cemaatin ekseriyeti ciddi sıkıntı içinde. CIA’in 2014 rakamlarına göre, 32,5 milyonluk Irak’ta Sünniler nüfusun %20’sini oluşturuyor; yani nüfusları yaklaşık 7 milyon. BM verilerine göre 6 milyon kadarı ya evlerini terk etmek zorunda kaldı ya da köyleri ve şehirleri İD’in işgaline uğradı.
Bir zamanlar tamamı Sünni olan şehirlere İD militanlarıyla hiçbir bağları bulunmayan ailelerin geri dönme şansı var. Uluslararası Göç Örgütü’nün BM ve ABD için toparladığı rakamlara göre, yaklaşık 900.000 yerinden edilmiş kişi, son iki senede evlerine, çoğunlukla Felluce, Ramadi ve Tikrit gibi Sünni şehirlerine geri döndü.
Ancak bir zamanlar Sünnilerin Şiiler veya Kürtlerle birbirine yakın halde yaşadığı bölgeler İD’den temizlendiği halde yüz binlercesi buralardaki evlerine geri dönemiyor. Kamplarda ve derme çatma yerlerde arafta yaşıyorlar. Sünnilerden potansiyel birer İD sempatizanı olarak şüphe duyulduğu bir Irak’ta gelecekleri belirsizlik içinde…
50 yaşındaki eski kamyon şoförü Casim Nuri diyor ki “Bütün Sünniler IŞİD’çi diyorlar, ama bu doğru değil.” Nuri son iki yıldır Selahaddin bölgesinin kuzeydoğusunda bir apartmanda yaşıyor; Sünni köyü Selman Bey’deki evi buradan sadece 9-10 kilometre ötede. Ancak iki sene evvel bu köyden İD’i temizleyen Şii milisler hiçbir eski bölge sakininin geri dönüşüne izin vermiyor. Daha evvel üniversitede okuyan iki oğlu, İD için çalıştığı suçlamasıyla nereye bağlı olduğu belirsiz yüzü maskeli kişilerce geçen sene tutuklanmış. Nuri, çocuklarının suçsuz olduğunda ısrarcı; ancak serbest bırakılmalarını sağlayamamış. Diyor ki “İçimi parçalayan şey, oğullarım hapisteyken onların suçsuzluğunu ispat edemeyişim. Eğer ki bu hükümet değişmezse Irak’ta bir daha asla güvenlik ve istikrar tesis edilemeyecek. Yaşanacak şey, sadece ve sadece sonu gelmez bir kör intikam olacak.”

En kötü senaryo
Doğuda İran’la sınır olan Diyala vilayetinde yeni bir şiddet sarmalı çoktan başladı bile. Vilayet Şii, Sünni ve Kürt nüfusuyla Irak’ın küçük bir örneği sayılmakta. Dolayısıyla eğer burası İD sonrası Irak’ın geleceği için bir öncü addedilirse, işaretler gerçekten iç karartıcı.
18 ay evvel İD savaşçılarının Şii milislerce çıkartılmasından bu yana, Şiilerle Sünniler arasındaki İD’in yükselişini tetikleyen eski gerginlikler yeniden su yüzüne çıkmaya başladı. İD hücreleri çıkartıldıkları zannedilen bölgelere yeniden sızmaya başladı ve şu anda camilere ve kafelere intihar saldırıları düzenleyerek çok sayıda Şii’yi öldürmekteler. Buna karşı intikam amacıyla Sünniler kimliği belirsiz milisler tarafından öldürülmekte. İlk İD dalgasında evlerinden kaçmış Sünnilerden en az 172.000’i geri dönmüş durumda; ancak 82.000’inin dönüşüne izin verilmiyor. Geri dönenlerin bazıları da tekrar kaçmak zorunda kaldı.
Bunlardan biri de Sünni bölgesi Mahmudiye’nin dışındaki köyünde yaşanan feci bir adam öldürme dalgasının ardından yaklaşık 3 ay evvel 9 kızını alıp evini terk eden 46 yaşındaki elektrikçi Ebu Muhammed.
Bir sene evvel İD’den kaçarak sığındığı kuzeydeki Kura Tu’daki çadır kente geri dönmüş. İkinci defa kaçışına yol açan öldürmelerin listesini tutmuş. Küçük mutfak tüpleri satan bir adam, kimliği belirsiz motosikletli saldırganlarca vurulmuş. Bir komşunun parçalanmış cesedi, yakındaki bir köyde bir kenara atılmış halde bulunmuş. Ardından şehre inen bir komşusu bir daha geri dönmemiş. Son olarak listede, yiyecek satmak için akşam dışarı çıkan biri kendi kuzeni olmak üzere üç erkeğin bir anda ortaya çıkan silahlı adamlar tarafından katli var. Silahlı adamlar “siyah kıyafetli ve maskeliydi. Kimse onların kim olduğunu, nereden geldiklerini veya nereye gittiklerini bilmiyor” diyor.
“Sünniler hedef haline gelmiş durumda ve bunun arkasında çeşitli ülkeler var” diye de ekliyor. İran’ın, kendi sınırına yakın Irak’ın doğu bölgelerinde yaşayan Sünnilerin Iraklı Şii milislerce etnik temizliğe maruz bırakılmalarını planlı olarak teşvik ettiği görüşü Sünniler arasında yaygın. “Demografik değişim için bütün Sünnileri yerlerinden ediyorlar; bunu yapmak hiç de kolay değil” diyorlar.
İD’in hiçbir zaman ele geçiremediği bir bölgede yaşamış 46 yaşındaki Adnan Salim Davud ise “İnsanları yaşadıkları evleri terk etmek zorunda bırakan şey sadece öldürmeler değil” diyor. Kendisi, diğer bölgelerde İD’i mağlup eden Şii milisler tarafından göçe zorlanmış ve bir senedir Kura Tu kampındaki bir çadırda yaşıyor. Diyor ki “Gece yarısı evinize gelip ‘şu adamı tanıyor musun, bunu biliyor musun?’ gibi saçma sapan sorular soruyorlar. Sizi eşinizin ve çocuğunuzun önünde dövüyorlar, ta ki ağzınızdan kanlar akana kadar. Aşağılanıyorsunuz. Size dürüstçe ‘Burayı terk et!’ demiyorlar. Yaptıkları şey, hayatınızı zindan edip sizin memnuniyetle kendi kendinize evinizi terk etmenizi sağlamak... Bu kampta yaşamak istemiyorum, ama geri de dönemem. Irak’ta hiçbir geleceğimiz kalmadı artık.”
Diyala’daki en büyük Şii silahlı grup olan ve aynı zamanda vilayet yönetimini de kontrol eden Bedir Tugayı’nın sözcüsü Kerim Nuri problemleri kabul ediyor. Ancak Sünnilerin Diyala vilayetinden veya Irak’ın herhangi bir başka bölgesinden kasten sürülmeye kalkışıldığını inkâr ediyor.
“Eğer Sünnilerin evlerine geri dönmelerine izin verilmiyorsa bu, şehirleri veya köyleri savaş alanına yakın yerde olup güvenlik sağlanamadığından veyahut kendilerinin veya ailelerinin İD’le bağı bulunduğu şüphesinden dolayıdır” diyor.
“Eğer bazıları tehditlerle veya şiddetle dışarı çıkarılıyorsa bu, Bedir Tugayı’nın veya merkezî hükümetin çözmesi mümkün olmayan aşiretler arası problemlerdendir. Zira aşiretler arasında intikam hırsı, kan davası var. İntikam almaya çalışan insanlar mevcut. Ama onlar bunu başkaları adına değil, kendi kendilerine yapıyorlar. Şii çeteler de var, ama biz destek vermiyor, onları reddediyoruz” diye de ekliyor.
Nuri, “IŞİD’den en büyük zararı görenler Sünniler ve bir daha asla aldatılmayacaklardır. Sünnileri bir kenara itemeyeceğimizi biliyoruz. IŞİD hepimizi birleştirdi” diyor.
Diyala örneğine bakmamayı ısrarla tavsiye ediyor: “Tikrit’e bakın. Tikrit bir başarı hikâyesi. Zira şehir sakinleriyle bir uzlaşmaya varmayı başardık. Teröristleri kovup bir daha geri dönmelerine müsaade etmedik.”

Daha kırk fırın ekmek yenmesi gereken bir başarı
Tikrit’tekine ancak görece başarı denebilir. 18 ay evvel İD’in burada mağlup edilmesiyle neredeyse tüm şehir sakinleri geri dönmüş. Eski Sünni diktatör Saddam Hüseyin’in memleketi, İD’i temizleyen ve şu anda şehirde gözle görünür bir mevcudiyeti olan Şii milislerle, en azından şimdilik, uzlaşmış görünüyor.
Şehre giden yollardaki kontrol noktalarında ve Saddam’ın inşa ettiği saraylarda Şii bayrakları dalgalanıyor. Bağdat yolundan Tikrit’e girişte bir zamanlar Saddam heykelinin gelenleri selamladığı noktadaki billbordlarda bugün artık üç güçlü Şii milis liderinin resimleri var: Hadi el-Amiri, Ebu Mehdi el-Muhandis ve Kays el-Khazali.
(…)
Şehrin genişçe bir kesimi hala yerle bir durumda. Temel hizmetler sağlansa dahi mahvolmuş altyapıyı, dükkânları, hükümet binalarını ve hastaneyi yeniden inşa etmek için para yok. Savaş öncesi nüfusun %90’dan fazlası geri dönmüş ve bu bakımdan “Tikrit bir başarı hikâyesi sayılabilir” diyor, BM’nin Irak’taki insani koordinatörü Lisa Grande ve ekliyor: “Ancak bu demek değil ki tamamen tamir edilip toplum ayağa kalkmış. Durum katiyen böyle değil.”
Bunun ne zaman gerçekleşeceği ise bir soru işareti. IŞİD fetihleri, Irak’ın temel gelir kaynağı olan petrol fiyatlarının dibe vurmasıyla neredeyse aynı döneme denk düştü. Bir gecede Bağdat yönetimi gelirlerini yarı yarıya kaybetti, tam da büyük bir askeri harekâta hazırlık yaparken… Hükümet sözcüsü Saad el-Hadisi, “Tikrit ve Irak’ın diğer bölgelerinde yıkılan yerleri yeniden inşa için para yok” diyor ve ekliyor: “Yıkımın büyüklüğü, terörle savaşın bir öncelik olması ve mali durum nedeniyle şu anda maliyetleri karşılayabilmek imkânsız.”
Tikrit caddelerinde insanlar evlerine geri dönebildikleri için mutlular; ancak ülkelerinin nereye savrulduğu ve hayatlarının eskiye dönüp dönemeyeceği konusunda endişeliler.
İD’den kaçan, geri döndüğünde ise evini ve dükkânını yanmış, mallarını yağmalanmış halde bulan ve telafi ümidi hiç olmayan çarşı esnafından Hasan Adnan diyor ki “İnsanlar sevdiklerini kaybetmeseler dahi maişetlerini ve yatırımlarını kaybettiler. Tüm hayatımız boyunca biriktirdiğimiz her ne varsa hepsi gitti. Problem şu: Devlet yeniden inşa konusunda bize yardım için tek bir kuruş dahi harcamıyor. Bu basit meseleyi bile çözemezken ülkenin büyük problemlerinin altından nasıl kalkacaklar ki?”
Bu, sadece Sünnilerin değil, ülkede daha nicelerinin sorduğu bir soru. Mevcut Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, selefi Maliki’den daha uzlaşmacı olduğunu ispatladı. İD’in gelişip serpilmesine yol açan koşulların oluşumundan büyük ölçüde Maliki’nin katı mezhepçi dünya görüşü sorumlu tutuluyor. Ancak İbadi, Maliki’den çok daha zayıf ve [başarısını] büyük ölçüde, IŞİD karşıtı savaşta önemli bir rol oynayan Şii milislerin artan gücüne borçlu.
LSE’de profesör olan ve IŞİD: Bir Tarih kitabının yazarı Fawaz Gerges diyor ki “Irak’ın yüz yüze olduğu meydan okumalar, çok çeşitli düzeyde olup devasa boyutta; ancak bu zorluğu kabullenip de üstesinden gelebilecek tarihî bir liderliğin var olduğunu düşünmüyorum.”
Tikrit’teki vilayet meclisi başkanı Ahmed el-Kerim ise ümitli: “Sünnilerin ekseriyeti, artık radikal grupların kendi sorunlarını çözemeyeceğini anlamış durumda. Öte yandan Şiilerin çoğu, İD’e yol açan isyanın bir benzerinin tekrarlanmasını önlemek istiyorlarsa Sünnilerle uzlaşmak zorunda olduklarını anladılar. Ancak bu hiç kolay değil. Güvensizlik var. Ülkedeki bütün politikalar baştan aşağı değişmek zorunda. Din ile siyaseti birbirinden ayırmak durumundayız. En az 10 yıla ihtiyacımız var.”
Peki ya bu 10 yıllık süre içinde ne olacak?

Kerim, “IŞİD’den sonra ne gelecek? Bir sonraki perde ne olacak? İşte bundan endişeliyiz” karşılığını verdi.


D.HEARST: TÜRKİYE VE RUSYA SURİYE’DE İRAN’I PÜSKÜRTEBİLİR Mİ?


TÜRKİYE VE RUSYA SURİYE’DE İRAN’I PÜSKÜRTEBİLİR Mİ?

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 3.1.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Çok değil, kısa süre evveline kadar birçok insanın zihnindeki soru şuydu: “Acaba ABD, Suriye’nin kuzeydeki ilçelerinden el-Bab’ı İslam Devleti savaşçılarının pençesinden kurtarmak için Kürtleri mi, yoksa Türkleri mi müttefik olarak tercih edecek?”
Bu soru cevabını buldu. Türk kara kuvvetleri, hem kendi hava kuvvetlerini kullanıyor hem de Rusların hava desteğini alıyor ve buna karşı ABD’nin veya onun eski müttefiki Kürt YPG’nin yapabileceği pek de bir şey yok.
(…)
Ancak Sputnik, haberinde Kremlin’in Suriye Kürtlerinin ihtiraslarını destekleyip ilk uluslararası ofisi Moskova’da açmasına izin verdiğini hiç zikretmedi bile. Tabii ki o günden bugüne köprünün altından çok sular geçti.

Artık ilgilenmiyor
En azından mesele Suriye olduğunda, yeni dünya düzenine hoş geldiniz. Halep’in düşüşü, Suriye’nin gerek siyasi gerekse askeri muhalefetinin iplerini ellerinde tutan devletler arasında bir çeşit rejim değişiminin işareti. ABD ve Suudi Arabistan çıkarken oyuna Türkiye girdi.
Kısa süre evveline kadar Suriye muhalefetinin en küçük bir adımını dahi Suudiler belirliyordu. Mesela Suriye muhalefetinin liderleri Cenevre’deki en son barış görüşmelerinden çekilirken Riyad’dan onların ne zaman oteli terk etmeleri gerektiğine dair talimat gelmişti.
Aralık ayında Kral Selman, yeni atanan Şura Meclisinde “kraliyetin durumu konuşması” olarak görülebilecek bir konuşma yaptı. Zamanlama olarak Halep’in düşüşünden sadece birkaç gün evveldi. Dış politikaya ayrılan kısımda Suriye’ye tek bir atıfta dahi bulunmadı, sadece insani faaliyetlere ayrılan paragrafta bir yetersiz cümle içinde Suudilerin Suriyeli mültecilere yardım seferberliğinden bahsetti.
Bu ihmal kasıtlıydı. Selman’ın bir zamanlar para ve silah verdiği Suriyeli isyancılara yolladığı mesaj basitti: Artık sizinle ilgilenmiyoruz. Bunun Türkiye için de sonuçları vardı.

Türkiye’nin desteğini kazanmaya çalışmak
Türkiye’nin Obama’nın gidici olan yönetimiyle yaşadığı hayal kırıklığı özellikle başarısız darbe kalkışmasıyla zirveye ulaştı. Yıllarca Türkler Suriye’de bir uçuşa yasak bölge talep edip durdular, ama bunu elde edemediler. Yine yıllarca savaşın akışını değiştirecek silahların Özgür Suriye Ordusu’na verilmesini istediler; ama Obama bunu da veto etti.
İster komplo teorisi olsun ister olmasın, Türkiye’de hükümettekilerin ekseriyeti, Temmuz ayındaki darbe kalkışmasında Washington’ın parmağı veyahut önceden bilgisi olduğuna inanıyor. AB’nin Türk vatandaşlarına vize muafiyeti sağlama anlaşmasının bir sonuca bağlanamaması nedeniyle Avrupa’yla ilişkiler de bir o kadar buz gibi soğuk. Bu, Ahmet Davutoğlu’nu başbakanlıktan istifaya zorlayan nedenlerden biriydi.
Bunların çoğu, Erdoğan’ın en yakın müttefiki olan Rus lider Putin için bir talih kuşuydu. Türkiye dosyası Moskova için son derece önemliydi; o kadar ki Rus büyükelçi suikastı dahi ilişkileri rayından çıkaramadı. Türkiye NATO’daki ikinci büyük ordu ve bu askeri ittifakın doğuya doğru genişlemesi Rusya’nın jeopolitik gücünü ciddi şekilde baltalamakta. Erdoğan’ın –düşük de olsa– Türkiye’yi NATO’dan çıkarma ihtimali Putin için büyük bir başarı olacaktır.
Putin, Suriye’ye müdahaleyle istediklerini elde etti. Suriye’de artık kalıcı bir üssü var; Suriye devleti çöküşten kurtarıldı ve isyancılar o denli zayıfladı ki Esed’i başta tutacak bir geçiş hükümetini içeren bir anlaşmayı kabul etmeye dahi hazırlar veya en azından Ruslar böyle hesaplıyorlar.

Geri tepme riski
Rusya İdlib’deki Suriyeli isyancıları yok etmekle veyahut Sünni Müslüman nüfusu kendi aleyhine çevirmekle ilgilenmiyor. Sünni Müslüman olan 400 Çeçen askeri inzibatın Türkiye’nin talebiyle Halep’e konuşlandırılması Türk-Rus paktının diğer bir ürünü.
Trump ABD nüfusunun %1’inden de azını oluşturan Müslümanları bir problemi olarak hissederken, Rusya Federasyonu’ndaki çoğunluğu Tatarlar, Başkurtlar ve Çeçenlerden oluşan Müslüman azınlığın oranı %14. Sadece Moskova’da 1 milyon Müslüman yaşıyor. Suriye’nin Moskova caddelerinden geri tepme riski gayet gerçekçi, (…)
Rusya’nın çıkarı, Suriye çatışmasını bir an evvel sonlandırmakta. Putin’in istediği en son şey, George W. Bush’un Irak’taki veya Sovyetlerin Afganistan’daki hatasını tekrarlamak: Her iki işgalci güç de savaşı kazanmış ama barışı kaybetmişti.
İşte bu noktada Rusya ile İran’ın çıkarları farklılaşıyor. Suriye’nin güneyinde Hizbullah’ın ikmal hatlarına İsrail’in düzenlediği hava saldırılarını Rusya hiçbir zaman bir problem olarak görmedi. Rusya’nın aksine İran’ın Suriye’deki motivasyonu ideolojik.
Esed’in merkezî Suriye’nin etnik haritasını yeniden çizme planının beyni İran. Şam ile Lübnan sınırı arasındaki alanlardan bütün Sünnileri tahliye etmek istiyorlar. İran, daha ağustos ayına kadar muhaliflerin bir kalesi niteliğinde olan, yerel nüfusun tahliye edildiği Şam kırsalındaki Darayya’ya yerleştirmek üzere Irak’tan 300 Şii aile getirdi. Hz. Zeyneb Türbesini korumak için de Şam’a Şii aileler yolladılar. İran’ın planları stratejik, uzun vadeli ve derinlemesine mezhepçi.
İran, şimdiye kadar başarıya ulaşmasa da “isyancılara hiç göz açtırılmamalı” argümanıyla, Halep’in ardından İdlib’e topyekûn bir saldırı başlatmak için bastırıyor.

Kazananlar, kaybedenler ve bir geri çekiliş
İşte bu, 20 Ocak’ta başkanlık makamına oturacak Trump’ı bekleyen Suriye’deki oyunun durumu. Tek bir siyasi karar dahi almak zorunda kalmadan bu, Putin’le ve Erdoğan’la yeni Amerikan yakınlaşması için biçilmiş bir kaftan – tabii ki İsrail’in de takdiriyle.
Trump’ın da takdiriyle Türk-Rus paktının kaybedenleri İran destekli milisler ve YPG olacaktır. Tahran ile –İran’da da bir kolu bulunan Barzani’nin KDP’sine yakın– Irak Kürtleri arasında gerginlik sözkonusu. Kürtler, İran’ı IKBY’nin başkenti Erbil’in doğusundaki Koy Sancak’ı bombalayıp 5 savaşçıyı ve 1 Irak polisini öldürmekle suçluyor.
Çok uzun seneler sonra ilk kez 2016’da İran KDP’sine bağlı milislerle Devrim Muhafızları arasında İran’ın kuzeybatısında ölümcül çatışmalar yaşandı. Şimdilik Amerikan destekli SDG’ye bağlı Suriyeli Kürt birlikler Rakka’ya doğru ilerlemekte.
Suriye’yi nüfuz alanlarına bölmek üzere Rusya ile Türkiye arasındaki fiili pakt da Kral Selman’ın onayına bağlı olacaktır. Suudiler, Suriye’ye Rus müdahalesinden, İran’la nükleer anlaşmadan ve Amerikan Kongresi’den geçen Terörizmin Destekçilerine Karşı Adalet Yasası’ndan o kadar çok korkmuş durumdalar ki yeni Amerikan yönetimine ayak uydurmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Suudilerin dış politikası her şeyden evvel korku üzerinde kurulu. İşte bu yüzden en iyi gazetecileri olan Cemal Kaşıkçı’yı susturup tweet atmasına dahi mani oldular.
Ancak bu, tarihin sonu değil. Tıpkı Şam çevresindeki son ateşkes ihlallerinde görüldüğü üzere, isyancılara karşı elde ettikleri avantajı sonuna kadar sürdürmek isteyen ne İran ne de Esed öyle kolayca caydırılabilir. Suriye’ye dış müdahaleye aşırı yatırım yapmış durumdaki İran, Türkiye’nin ülkeyi istikrara kavuşturmasını ve Özgür Suriye Ordusu’nu tek bir komuta altında birleştirerek güçlendirmesini istemeyecektir.
Suriyeli isyancı gruplara da öyle kolayca aç-kapa yapılamayacaktır. Moskova’nın muhaliflerin –bırakın Esed’in görevde kalmasını kabulleneceklerini– Esed’le bir odada oturacaklarına olan inancını dahi paylaşmıyorum. Şahit olduğumuz şey, ABD’nin Ortadoğu’dan uzun çekiliş sürecinde yeni bir fasıldan başka bir şey değil.