6 Aralık 2016 Salı

M.MERZUKİ: MUHTAÇ OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM




MUHTAÇ OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM


Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 18.9.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 18.11.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/muhtac-oldugumuz-fikri-devrim


1960’lı yıllarda toplumlarımızda bu denli büyük bir mezhepçilik, aşiretçilik, bölgecilik ve sınıfsal nefret olduğunu kim düşünebilirdi ki? Bu derin çatlakların varlığını hep inkâr ettik; vatanperverlik ve milliyetçilik kabuğuyla üzerlerini örttük. Ama bu süreçte gelişen olaylar, henüz fikrî açıdan teşhis koyamadığımız ve siyaseten çözüm üretip tedavi edemediğimiz o derin nefreti yüzümüze çarptı.
Tarihin derinliklerinden miras kalan bu çatlaklar yetmezmiş gibi, geçen yüzyılın ortalarından itibaren bunlara bir de (farklı türlerden) İslamcılar ile (sekülerler, liberaller, laikler, solcular gibi) modernistler arasındaki derin ayrılık eklenerek işleri daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi.
Bu iki akım arasındaki mücadele, hiçbir zaman yapıcı bir rekabet ve fikir alışverişi düzeyinde olmadı. Geçmişte de, günümüzde de yaşanan hep karşısındakini kendi vesayeti altına alma ve dışlama rekabetiydi. Her akım, toplumun bir kesiminin varlığını inkâr etti veya onu hor gördü ya da imkân bulduğunda ona baskı ve işkence uyguladı. Buna mukabil söz konusu akımların toplum açısından kayda değer bir faydaları olmadı.
Ne modernistler ne de halkların kendilerine ümit bağladığı İslamcılar, iktidara geldiklerinde toplumun problemlerini çözme noktasında rüştlerini ispat edebildiler. Hal böyle olunca kendilerini meşrulaştırmak ve pazarlamak için geriye, “gerici karanlık güçler”e karşı toplumu koruyan “modernleştirici” kahramanlar veya “kökü dışarıda olanlar”a ve “Batı’nın ajanları”na karşı bir kalkan olan siyasi İslam’ın süvarileri mitleriyle karşı tarafı korkutmaktan ve rakiplerine karşı kitleleri harekete geçirmekten başka bir şey kalmadı.
Ne ağır bir insanî bedel!
Herhangi bir tarihçi çıkıp da Cezayir, Mısır, Tunus ve diğer Arap ülkelerinde hayatını kaybeden, hapse atılan, işkence gören, sevdiğini yitiren, dul ve yetim kalan, mülteci durumuna düşen ve böylece hayatı mahvolan insanların sayısını belirleyebiliyor mu? Her bir istatistik yüz binlere işaret ediyor olmalı. Ama daha da dehşetengiz olan şey, bu ağır bedelin boşu boşuna ödenmiş olması.
Toplumsal açıdan bunun maliyeti şu şekilde:
1.      Gerginlik, şiddet ve bölünme ikliminin giderek artması ve hatta – tıpkı Mısır’da Sisi darbesinden sonra olduğu gibi – [Müslüman Kardeşler’i] affetme, “Siz de halksınız, biz de” şarkısında görüldüğü üzere bu iklimin artık marşlarla terennüm edilir düzeye gelmesi.
2.      Fakirlik, işsizlik, yolsuzluk gibi gerçek afetlerle mücadele için sarf edilmesi gereken bütün o devasa enerjinin heder edilmesi. Aslında bu problemlerin hepsinin ahlaki, siyasi ve iktisadi çözümleri var ve söz konusu çözümler, o veya bu ideolojiyle bağlantılı olmayı ve herhangi bir gruba mensubiyeti gerektirmiyor.
3.      Bu afetlerin çoğunun nedeni ve kökeni, istibdat süresinin uzadıkça uzaması. Tıpkı 1990’larda Tunus’ta olduğu gibi, nice modernistler İslamcı canavardan kendilerini korusun diye eski düzenin kucağına düştüler. Ve yine Tunus’ta son dönemde nice İslamcılar, kökten yok edilmekten kurtulmak için aynı kucaklara oturdular. Yani yağmurdan kaçarken doluya tutuldular.
Ancak sonuç, her daim bozguncuların/fitne odaklarının menfaatine. Budalaların yürüttüğü fikrî-ideolojik kavgalar bunların umurlarında bile değilken, en temel endişeleri hep hilekârların para üzerinden girdikleri çekişmeler oldu.

İslamcılarla modernistlerin kutuplaşması nasıl kırılır?
Bütün siyasi partiler ve fikrî akımlar içindeki âkillerin, İslamcılarla modernistler arasındaki bu ikili kutuplaşmayı kırmasına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Zira bu kutuplaşma, mevcut sefaletimizin ve geri kalmışlığımızın en önemli sebebi.
Peki, bu nasıl olacak? Başarmanın yolu, hiç de kolay olmayan iki tür mücadeleden geçiyor:
Siyasi mücadele: 21. yüzyıl partilerini belirlemek (yaratmak) üzere siyasi bir mücadele verilmeli. Bu mücadelede totaliter bir vizyona sahip olanlara, hazır çözümlere ve toplum kesimlerinden herhangi birinin hor görülmesine kesinlikle yer olmamalı. Siyasi partiler, mensuplarını bütün ideolojileri kesen ortak hedef ve değerler ve yine ideolojileri aşan değerler etrafında toplamalı. Ahlak İslamcıların, fakir sınıfları sevmek solcuların tekelinde olmadığı gibi, modernite de sadece laiklerin bir alamet-i farikası değil.
Fikrî mücadele: Bu partiler, ikiz düşmanların (modernistlerin ve İslamcıların) görüşlerinden tamamen farklı bir fikir geliştirip bunu ete kemiğe büründürmeli ve savunmalı; yoksa başarısızlıklarına başarısızlık katmaktan başka bir şey yapamazlar. Gelinen noktada bu öldürücü hastalığın gizli kaynağını anlamak ve ondan kaçınmak için ikiz düşmanların fikrini otopsi masasına yatırmamız lazım.
Gençliğimden beri dikkatimi çeken ve bu ideolojilerle sürekli bir fikrî mücadele içinde olmama yol açan temel olgu şuydu: Söz konusu ideolojilerin ortaya koydukları düşünceler birbirinden son derece farklı olsa da düşünme biçimlerinde büyük bir benzerlik mevcuttu.
Her iki tarafın tezlerine olan ilmî merakım, yavaş yavaş bu akımların düşünme biçimini anlama çabasına dönüştü. Bu çabalarımın neticesi ise 25 yıl önce kaleme aldığım Aklın Hapishanesinde adlı kitabım oldu (Bu kitap internet sitemde de mevcut). Kitapta din ve mezhep farklılıklarına rağmen bu ideolojik grupları aynı noktada buluşturan şeyleri açıklamaya çalıştım.
Buna göre, söz konusu ideolojik grupların hepsi kibirli ve ötekini reddetme eğilimindeydi. Karmaşık gerçekliği basite indirgeme ve hareketli/devingen olanı sabitleme konusunda hepsi aynı yöntemi kullanıyor, şek ve şüphe veya görecelilik nedir bilmeyip aynı çıkarımlara ulaşıyordu.
Görünüşte aşırı İslamcı ile aşırı modernist kadar birbirine uzak iki akım yoksa da derine inildiğinde birbirine bunlar kadar yakını da yok. Her ikisi de aynı totaliter düşüncenin rahminden doğmuş, birbirine kaburga kemiği gibi sıkıca bağlı ikizler. Ve her biri diğer yarısından ayrıldığı takdirde ölüme mahkûm. Zira biri olmadan diğeri olmaz, varlıklarının devamını birbirlerine borçlular.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bunu ilk iddia eden de ben değilim. İbnü’l-Mukaffa yüzyıllar evvel bu olguya dikkat çekmiş. Kendisinin şu ifadeleri muhteşem: “Dinlere gelince, çok ve çeşitli olmakla birlikte temelde üç türdür: Dinlerini atalarından miras alan kavimler, dine zorla girenler ve dünyaya talip olanlar. Hepsi de kendisinin doğru yolda ve hidayete ermiş, kendisine muhalefet edenin ise yanlış yolda ve dalalet içinde olduğunu iddia eder.”

İdeolojiler, tepeden bakma, fikri körlük
Her ideolojinin “Biz doğru yoldayız ve hidayete ermişiz, bize muhalefet edenler ise yanlış yolda ve dalalet içinde” şeklindeki kanaati, işte bu ortak zihniyetin temel taşı. İster tutucu isterse açık fikirli olsun, tek bir ideoloji dahi bilmiyorum ki, “hakikati elinde tutan” bu ideolojinin mensubu değilseniz size tepeden bakmasın. İşte bu kibir, bütün fikirleri öldüren şeyin ta kendisi. Zira aldandığı ideolojinin gözlüğüyle dünyaya bakan, tıpkı Hz. İsa’nın buyurduğu gibi, “Kendi gözündeki merteği görmezken kardeşinin gözündeki saman çöpünü görür” ve sonunda fikrî körler hiçbir şey göremez hale gelirler.
İdeolojilerin ikinci ortak özelliği, anlamaya ve değiştirmeye çalıştığı gerçekliğin en önemli vasfı olan karmaşıklığı ve dinamizmi inkâr etmesi. Maxime Rodinson diyor ki “Yüzlerce ve binlerce çeşit Marksizm var. Marx o kadar çok şey söylemiş ki herhangi bir fikri meşrulaştırmak için onun mirasından bir şeyler bulmamız gayet kolay. Bu miras adeta bir kutsal kitap gibi. Şeytan bile bunun içinden kendi sapkınlığını destekleyici şeyler bulabilir.”
Laiklik dendiğinde ne kastedilir? Radikal veya ılımlı Fransız laikliği mi, İngiliz sekülerliği mi, yoksa Türkiye’deki Kemalizm mi? “İslam (veya siyasal İslam) çözümdür” teorisyenlerini de aynı minvalde bir karşılaştırın. Onlar da onlarca, hatta belki de yüzlerce çeşide ayrılıp karmaşıklaşıyor ve parçalanıyor. İslamcılık yelpazesi içinde yer alan IŞİD’in, el-Kaide’nin, Müslüman Kardeşler’in, Nahda hareketinin, Hizbu’t-Tahrir örgütünün, Ayetullahların çözümlerinden acaba hangisi gerçek çözüm?
Fakat “Ey Davud, Zebur’u kime okuyor, kime hitap ediyorsun?”. İdeolojik fikirler gerçeklikle örtüşmez. Kendi içinde çelişen onlarca “modernlik”, birbirini boğazlayan onlarca çeşit “siyasal İslam”… (Genel olarak) İslam, modernizm, demokrasi, sosyalizm gibi ideolojilerin gerçeklikle alakası olmayan, her yere çekilebilir muğlâk kavramlarla tanımlandığını görürsün.
Bütün bu kavramlar, sadece “fikirler bütünü”dür, yani semboller âlemindeki kurgusal teoriler dünyasından başka bir şey değil. O dünyaya fildişi kulelerinde gerçekliğin kaosundan korunan kibirli aydınlardan başkası uğramaz. Bu gerçeklik uzun zaman evvel insanoğlunun hakikatinden ayrıştı. Aydınlar buralarda hayali savaşlar yaratmakla kalmaz, hayali uzlaşmalar da yaparlar. Gençliklerini boşu boşuna İslam’la sosyalizmi bağdaştırmakla zayi eden onca insanı hatırladığımda bu zavallılara acımaktan kendimi alamıyorum.
20. yüzyılın en büyük iki fizikçisi Einstein ve Niels Bohr’un ölümü, onların tabiatta hâkim olan güçlerin doğası hakkında birbiriyle çelişen görüşlerini ve bu iki büyük bilim adamının görüşlerini bağdaştıran bir teori bulma çabasıyla her ikisinin de takipçileri arasında bugüne kadar süren şiddetli tartışmaları ortadan kaldırmadı. İslam’la sosyalizmi bağdaştırma problemi ise sosyalizmin çöküşünün ardından bir gecede sona eriverdi ve bu da gösteriyor ki söz konusu çaba, ideolojik düşüncenin ürettiği birçok problem gibi, dönemsel bir problemden başka bir şey değil.

İslam ve demokrasi bağdaşır mı?
Bugün de aynı zihniyet İslam’la demokrasiyi bağdaştırma olgusuyla tekrar ediyor. Ancak yukarıda sözü geçen İslamlardan hangisi demokrasiyle uyumlu ve demokrasiyle bağdaşmayan diğer İslam çeşitlerini ne yapacağız? Acaba geçmişte siyasal İslam’ın şu ya da bu çeşidi demokrasiyi dışladı diye şimdi biz de tutup onları demokrasi adına dışlayacak mıyız? “Gerçek” İslam’ın temsilcisi diye şu veya bu tarafın görüşünü destekleyenlerin hepsi aynı iddiayı dile getiriyor ve iddiasından başka buna bir delil de gösteremiyor. Buna bir de demokrasinin teoride tek olmasına rağmen fiiliyatta çeşit çeşit olduğu ve üstelik bir yığın eksik ve gediklerle dolu ve her an değişim halinde olduğu gerçeğini de ekleyerek şu soru üzerinde düşünmek lazım: Kendi içlerinde zıtlıklarla malul olan ve durmaksızın değişen iki şey nasıl birbiriyle bağdaşacak?
Bu durumun gerçeklikle tek bağlantısı şu: Bu bağdaştırma ve uzlaştırma çabası, kimileri için bir geçim kaynağı olan ve kötü niyetli çevrelerin çıkarlarına hizmet karşılığında finanse ettiği bir “iş” koluna dönüştü. Eğer bir gün bu çevreler siyasetlerini değiştirirse, bununla geçinenler kayıplara karışacaklar ya da bu “bağdaştırma/uzlaştırma işi”nden çıkarları olan başka finansörler arayacaklar.
İdeolojik olanları bir araya getiren en önemli şey, kibir, yüzeysellik, hayali savaşlar ve barış anlaşmaları üretmek değil, bağımlılıktır.
İbn Haldun bize şunu öğretti: Hezimete uğrayan, muzaffer olanı taklit eder. İşte bu tam da her iki tarafın düşünme biçiminin özü. Bir kesim tarihi baz alarak geçmişteki muzafferleri, yani gerçek ve hayali ecdadımızı; diğer kesim ise coğrafyayı baz alarak günümüzün muzafferlerini, yani yine gerçekteki ve hayallerdeki Batı’yı taklit ediyor.
Aşırı İslamcılara bakarsanız tarihe, aşırı modernistlere odaklanırsanız coğrafyaya bağımlılık karikatürünü görürsünüz. İlki, hiçbir beis görmeden cariyelik ve köle ticaretini yapan insanların izinden gidiyor. Diğeri ise, eşcinsel evliliklerini modernitenin zirvesi olarak görüyor. İlki, insanın gözlerinden başka hiçbir yerinin görünmediği burka giyiyor, diğeri  – şıklık adına – dizi yırtık kot pantolonlara bir yığın para ödüyor. Kadınlarımızı ne geçmişten gelen ne de dışarıdan ithal edilmiş, tamamen Arap moda tasarımcılarının dehasının bir ürünü olan Arap kıyafetleri içinde gördüğümüz ve Paris, Tokyo ve Boston'daki şık kadınların da bunları almak için yarışır hale geldiği gün, kesinkes verimsiz bir ümmet olmaktan çıktığımız gündür. Zira kıyafet ihracı, ümmetin diğer alanlardaki üstünlüğünün dışa yansıyan sadece bir yönü olacaktır.
İnsanlar 21. yüzyılın başında gerek gerçek gerekse sonradan Araplaşmış biz Arapların hicri 1. yüzyıldaki Araplar veya siyahlaşmış Batılılar vs. olmadığımızı nasıl ve ne zaman anlayacaklar?
Peygamberlerin Peygamberi, geçmişi tekrar etmek veya Kureyş düzeniyle arasında orta yolcu bir çözüm bulmak üzere gelmedi, keza onlarla çatışmaktan da kaçınmadı; kavminin siyasi ve fikrî yapısında köklü değişiklikler yapmak üzere geldi.
Aynısı Batı modernitesi için de geçerli. Batı modernitesi, eski teolojik düşünceden köklü bir kopuş üzerine inşa edildi ve Giordano Bruno ve Galileo Galilei gibi düşünürler bu özgürlük için çok büyük bedeller ödediler. Ancak diğer taraftan, Batılıların Ay’ın yüzeyinde yürümelerini sağlayan yolun önünü de onlar açmış oldular.
Daha da önemlisi, her iki durumda da düşüncenin evrimi sistem içinden geldi. Tıpkı İslami sıçrama gibi, Batı modernitesi de kendi gerçeklikleri içinde derinleşen yerel düşünürlerin üretici, geliştirici, yenileyici ve bazen de dışarıdan aktarıcı, ama bunu da kendi dilleriyle, tamamen kendi iradeleriyle, tercih ve karar almada bağımsız duruşlarıyla gösterdikleri çabaların bir sonucuydu.
Bu okumadan şu dersleri çıkarabiliriz:
— Sadece geçmişten gelen veya dışarıdan ithal edilen okumalarla bir gerçekliği anlayamaz ve geliştiremezsiniz.
— Sürekli hareket/devinim halindeki bir dünyayı sabit düşüncelerle anlayamaz ve geliştiremezsiniz.
— Karmaşık bir gerçekliği basite indirgeyen bir düşünme biçimiyle anlayamaz ve geliştiremezsiniz.
— Bir toplumsal gerçeği ancak topluma içeriden bakmak suretiyle ve kültürel özellikleri, nesnel şartları ve çatışma dinamiğinin unsurları eşliğinde anlayabilir ve geliştirebilirsiniz.
— Bir toplumu, kendi mirasıyla bağlarını tepeden dayatmalarla toptan koparttırmak suretiyle de, sadece ve sadece bu mirasa bağlı kalıp sonuna kadar bütünüyle sürdürmeyi dayatarak da anlayamaz ve geliştiremezsiniz. Zira toplumların istikrarı için değişime, değişimi için de istikrara ihtiyaç vardır.
— Büyük tecrübeyle şekillenen bir gerçekliği tecrübeye dayalı olmayan bir akılla anlayamaz ve geliştiremezsiniz. Tecrübeye dayalı akıl, hatalarını meşrulaştıran değil, ondan ders alıp düzelten akıldır.

— Çok büyük bir devinim ve artan bir karmaşıklık içinde, zorlu dengeler kurma arayışındaki bir toplumda taklit değil, yenilik unsuru değilsen, faal bir aktör olamazsınız. Sloganınız şu olmalı: “Gerçek genç, işte ben buradayım diyendir; babam böyleydi diyen değil”.

2 yorum:

  1. merhabalar saygıdeğer hocam, makale aslının bağlantısını paylaşmanız mümkün mü?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. http://www.aljazeera.net/knowledgegate/opinions/2016/9/18/الثورة-الفكرية-التي-نحتاج

      Sil