6 Aralık 2016 Salı

G.FRIEDMAN: AMERİKAN KABALIĞI VE KORKUSUNUN KÖKENLERİ



AMERİKAN KABALIĞI VE KORKUSUNUN KÖKENLERİ

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 1.11.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

 

Hâlihazırda ABD’yle ilgili en çarpıcı gelişmelerden biri, artık gerilemekte olduğuna dair giderek yayılan hissiyat. Trump’ın seçim kampanyasındaki ana vurgusu, ABD’nin onlarca yıldır feci bir çöküşte olduğu, kendisinin ülkesini tekrar o muazzam gücüne kavuşturacağıydı. Amerikalıların derin korkularına parmak bastığı için bu etkili bir kampanya malzemesiydi. Avrupa’da ise farklı bir hissiyatla karşılaşıyorsunuz: Evet, Avrupa’nın problemleri var; ama geçmişteki problemlerle –yani Sovyet tehdidi, Nazi Almanya’sı ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki kitlesel katliamlarla- kıyaslandığında günümüzdeki hiçbir şey değil. Avrupalılar geçmişlerine bakıyorlar ve bugünkü hayatları için şükrediyorlar. Birçok Amerikalı ise kaybedilmiş bir azamet ve eli kulağında bir felaket hissiyatı içinde hayıflanıyor.
Bu hissiyat hiç de yeni değil. 1970’lerde de Amerikalıların düşüşte olduğuna dair derin ve sıklıkla dillendirilen kaygılar mevcuttu. Vietnam Savaşı sonunda, savunmuş olduğumuz bir başkentte düşman bayrağı dalgalanıyordu. Aynı dönemde çok büyük bir toplumsal ve kültürel bölünmüşlük söz konusuydu. Alt-orta sınıfın kültürü ile en iyi üniversitelerden mezunların arasında çok keskin bir tezat vardı. Savaşa giden ve savaşı destekleyen alt-orta sınıftı. Üniversiteler savaş karşıtı hissiyatın ve savaşı destekleyenleri aşağılayanların merkezleriydi. Aşağılama karşılıklıydı. Yine birçoklarına göre ekonomi felaket durumdaydı. 1970’lerin büyük bir kısmında işsizlik ve enflasyon %10’larda geziyordu. Faiz oranları yüksekti ve niceleri için bir ev satın almak imkânsızdı. 1970’lerin sonunda İran Devrimi yaşandı ve İranlılar, Washington’ın korumaktan aciz kaldığı Amerikalı diplomatları rehin aldı. Rehineleri kurtarmak için gönderilen görev gücü, daha kurtarma harekâtı başlamadan uçakların zarar görmesi ve görevlilerin ölmesiyle tam bir felaketle sonuçlandı.
Düşüş hissiyatı iyice şahlanmıştı. Bunun emareleri, şehirlerdeki suç ve çürümede ve Japon ihraç mallarının ABD’ye akmasında görülüyor; Baby Boomer [Z.T.K. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından bebek doğumlarının aniden artışı] neslinin bir aile kuramadığı veya kariyer yapamadığı hissi toplumsal yapıyı tahrip ediyordu. Dönemin yaygın hissiyatı, Japonlar iktisadi, Sovyetler de askeri olarak ABD’yi ezip geçerken biz dünya tarafından artık hor görülüyoruz şeklindeydi.
Aşağı yukarı 40 yıl evvel durum buydu ve bu hassasiyet son derece yanlıştı. Nitekim sonraki on yılda Japonlar iktisadi krize girdiler, SSCB çöktü, rehineler İran’dan kurtarıldı ve ABD dünyanın tek süper gücüne dönüştü. Faiz ve enflasyon oranları iyice düştü; yoğun bir inovasyon ve iktisadi büyüme dönemine girdik.
1970’lerin bir nirengi noktası olarak görülmesi mantıklı olacaktır. O dönemde bir savaşı kaybetmek, iktisadi krizin uzaması ve toplumsal gerginlik bir felakete yol açmadı. Bir perspektif sunması için 1970’lerden alınan dersler çok az. Benzer koşulların aynı korkunç felakete yol açması beklentisi var. 
Korku hissiyatı belirli bir döneme tepkiden daha fazlası. (…)çok daha derin kökleri var: 12 yıl arayla iki olay Amerikan ruhunda kalıcı yaralar bıraktı. İlk olay, Ekim 1929’de borsanın çöküşü ve ardından gelen Büyük Buhran’dı. İkincisi, 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbor baskınının ardından ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girişiydi.
İki olay arasında ortak bir bağ var. Her ikisi de kamuoyunca beklenmiyordu ve yine her ikisi de günlük hayatı bozan birer şok oldu. (…) Bu iki olay, tek bir prensibi Amerikan ruhuna kazıdı: Barışın ve refahın altında, bunları yok etmek için pusuda bekleyen gizli güçler vardır. Daha aşırı formülasyon ise şuydu: Gerek 1929’u gerekse 1941’i elit kesim biliyordu ve sonuçlarından kendilerini korumakla kalmadılar, üstelik bu olaylardan kazanç da sağladılar.
1920’ler ABD’de refah dönemiydi (diğer bölgeler ise büyük toz fırtınaları altında kuraklığa maruzdu). Her refah dönemi gibi bu da kendi yıkımının tohumlarını daha baştan içinde saklıyordu; insanlar bu refahın kalıcı bir yeni normal olduğuna inanmaya başlamıştı. Beklenmediğinden 1929, insanları şok etti; ancak Amerikan ruhunu yaralayan şey Büyük Buhran’ın vahşi öğütücülüğüydü. Bu, ulusal hafızamızda zorlukların ansızın çıkageldiği fikrini yerleştirdi. En azından bazılarımız, en güzel günlerimize “refahın sahte örtüsü altında –ister insan dışı iktisadi güçlerden isterse muktedirlerin gizli ellerinden kaynaklansın- aslında bir felaket gizlidir” şeklindeki acı bir kesin hükümle yaklaşıyoruz. 
Pearl Harbor, bir düşmanın sinsice ABD’yi her an vurabileceğini ve ülkeye büyük zararlar verebileceğini Amerikalıların görmesini sağladı. Amerikalıların çoğu, ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı’na bir noktadan sonra gireceği şüphesini taşıyor, ama bunun zamanının ve mekânının bizim tercihimize göre şekilleneceğine inanıyordu. Birçok Amerikalının hor gördüğü Japonların sinsice bizi vurup Pasifik Donanmamızı tahrip edebileceği fikri dünyayı değiştirdi. Değişim, ABD’nin savaşa girmesinden çok daha derindi. Savaşın ön uyarısız gelip bizi yok edebileceği hissiyatı asıl değişimdi.
Bu iki olay Amerikalıların dünya algısını değiştirdi. Bu olaylardan evvel ABD’nin zararsız/masum ve kaygısız olduğunu söylemek abartılı olur. Nitekim Amerikan İç Savaşı’nın 600.000 kişinin canına mâl olması bunun aksinin bir ispatı. Ancak İç Savaş durup dururken çıkmadığı gibi önceki iktisadi krizler de on yıl sürmedi. Bu olaylardaki sürpriz unsurunun ABD’yi ne denli uzun ve derinden karıştırdığı gerçeğiyle birleşmesi yeni bir hissiyatı tetikledi. Bu bir derin şüphe hissiyatıydı; (komplo korkusu aşılasa da) insanlardan ziyade Amerikan hayatı ve gücünün kırılganlığına ilişkin bir şüpheydi.
Bizi yok etmek üzere gizlenmiş felaket korkusu ille de bir kuruntu olmak zorunda değil. 1970’lerin bu on yılının, üzerinde düşünmemiz ve en büyük korkularımızı azaltmamız için bir çerçeve sunduğu kanaatindeyim. Ancak mantıklı korkular da sözkonusu. Bu korkular, duyguları depreştiren ve uçlara doğru sürükleyen bir motor işlevi görüyor.
Siyasi yelpazenin zıt taraflarından iki örnek ele alalım. Meksika’dan kitlesel göçün Amerikan toplumunu dönüştüreceği ve suç ile kaosa yol açacağı endişesi mantıksız bir korku değil. Geçmişte ABD’ye göçmen akışlarının ekseriyeti, bazı suç eylemleriyle ve toplumsal istikrarsızlıkla sonuçlandı. Göçün doğası zaten böyledir. Ancak aşırı korkunun altındaki itici gücü, tutup da absürt olmasa da yanlış bir tartışmaya bağlarsanız, tartışmayı bir korku düzeyine taşıyarak -diğer bir deyişle bu iddiaya karşı çıkan herkesi, evi yangının sardığını reddeden bir aptal veya canavar yerine koyarak- yeniden şekillendirirsiniz.
(…)
Pearl Harbor, Soğuk Savaş’ı tanımladı. Zira herhangi bir anda saldırıya uğrayabilir durumdaysak ABD 7/24 buna karşı hazırlıklı olmalıydı. Kuzey Amerika Hava Savunma Komutasına ev sahipliği yapması için Colorado Springs’teki bir dağı deldik. Sürekli havada uçan B-52’lerimiz, sürekli devriye gezen denizaltılarımız ve hangarlarda her an füzeleri ateşlemeyi bekleyen personelimiz vardı. Başka bir mecra izlenebilir miydi emin değilim, ama başka bir mecra ihtimalini gündeme getirmek çok büyük bir öfke çekerdi.
İnsanlar her şeyi yok edecek gizli güçten duydukları korkuyla bana Amerikan ekonomisini ezip geçecek trilyonlarca dolarlık borçtan bahsediyorlar. Eğer ki cevaben “Bu bir problem, ama belki de çözebiliriz” derseniz, size aptal veya belki de ekonomimize darbe vuran komplonun bir parçası gözüyle bakabilirler.
Meksikalı göçmenler, iklim değişikliği, karşılıklı imha ve milli borç meseleleri ciddi insanların arasında yürütülmesi ve her iki tarafın da diğerinin söylediklerini dikkate alması gereken çok ciddi tartışma konuları. (…) Eğer her şey kıyamete sürükleyici ise hiçbiri üzerinde tartışmak mümkün olmaz.
Geçmişte Büyük Buhranı veya Pearl Harbor Baskınını beklememiş olmamız aptallığımızın bir göstergesi. Eğer biz bunları geçmişte gözen kaçırmışsak, acaba şimdi kim bilir neler kaçırıyoruzdur? Birileri daha neleri gözden kaçırdığını sana göstermekten memnun olacaktır ve bütün içtenliğiyle, onunla aynı fikirde olmamanın sorumlulukla bağdaşmadığı, o ülkeyi kurtarmaya çalışırken senin ise yıkmaya çalıştığın konusunda iknaya çalışacaktır.
Amerikan kültüründe artan kabalığa şaşırıp kalıyoruz. Oysa 1960’lara ve 1970’lere geri gittiğimde “Hey hey LBJ [Z.T.K. Başkan Johnson’ın isminin kısaltması], bugün kaç çocuk katlettin?” sloganlarını hatırlıyorum. Bu seçimlerde dahi kaba saba hiçbir şey duymadım. Dışişleri Bakanlığından herhangi bir yetkilinin elinde 100 komünistin isim listesi olduğuna dair de hiçbir şey işitmedim. (…) Dolayısıyla, hayır, ben bunun Amerikan tarihinin en rencide edici anı olduğuna inanmıyorum. Henüz böyle bir anın yakınına yaklaşmış bile değiliz. Ancak 1929 Büyük Buhranı ve 1941 Pearl Harbor baskınından bize miras kalan o derin endişeyi dikkate alırsak, beklenmedik felaket korkusunun şaşırtıcı bir kabalığı tetiklemesine şahit olabiliriz. 
En az beklediğimiz bir anda bizi korkunç bir öfkeyle vuracak gizli tehlikelerle kuşatıldığımız inancı ABD’de ortaya çıktı. Tıpkı “Yangın var!” diyenin aldırış edilmediğinde öfkeden çıldırması gibi, başkalarının bunu görmemesine öfkeleniyoruz. Ama şu anda her şey yanmıyor. Çağımız 1970’lerden daha beter değil ve 1970’ler de 1930’lar kadar berbat değildi. Ancak Büyük Buhran’ı ve Pearl Harbor’ı düşünüp acaba bize sahte bir güven duygusu mu aşılanıyor diye meraklanıyoruz. Biz kaba değiliz, sadece korkuyoruz. Korkularımızın da çok ciddi kökenleri var. Ancak hakikat her zaman bir kıyamete yol açmaz.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder