6 Aralık 2016 Salı

F.FUKUYAMA: ABD DÜNYAYA KARŞI: TRUMP’IN AMERİKA VE YENİ DÜNYA DÜZENİ



ABD DÜNYAYA KARŞI: TRUMP’IN AMERİKA VE YENİ DÜNYA DÜZENİ

Francis Fukuyama (Stanford Üniversitesi Freeman Spogli Enstitüsü kıdemli araştırmacısı; “Political Order and Political Decay” kitabının yazarı)
Financial Times, 11.11.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Trump’ın Clinton’ı şaşırtıcı bir şekilde seçimlerde yenilgiye uğratması sadece Amerikan siyaseti değil, tüm dünya düzeni açısından bir dönüm noktası. Görünen o ki 1950’lerden beri inşa edilmekte olan hakim liberal düzenin öfkeli demokratik çoğunluğun saldırısına uğradığı yeni bir “popülist milliyetçilikler” çağına giriyoruz. Rakip ve eşit derecede öfkeli milliyetçilikler dünyasına kaymanın riski çok büyük ve gerçekleştiği takdirde bu, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi çok önemli bir dönemecin işareti olacaktır.
Seçim sonuçları haritasına bakıldığında görülecek ki Clinton destekçileri coğrafi olarak sahillerdeki şehirlerde yoğunlaşmış, kırsal kesim ve küçük şehirler ise neredeyse bütünüyle Trump’a oy vermiş. En sürpriz değişim ise –daha evvel ezici çoğunlukla Demokratlara oy veren ve hatta bu nedenle Clinton’ın çantada keklik sayarak seçim kampanyası yürütmeye pek de tenezzül etmediği– kuzeydeki üç sanayi şehri Pensilvanya, Michigan ve Wisconsin’de Trump’ın kaydettiği başarıydı. Trump, sanayileşmenin bitip tükenmesi yüzünden darbe almış durumdaki sendikalı işçileri, kaybettikleri işlerine kavuşturup “Amerika’yı yeniden büyük yapma” vaadiyle yanına çekerek bu başarıya ulaştı.
Biz bu hikâyeyi daha evvel de gördük. Bu, AB’den ayrılma yönünde oy verenlerin kırsal bölgelerde, küçük şehirlerde ve Londra dışındaki şehirlerde yoğunlaştığı Brexit hikâyesinin bir benzeri. Keza bu, ebeveynleri ve nine-dedeleri Komünistlere veya Sosyalistlere oy vermiş işçi sınıfı oylarının Marine Le Pen’in Milli Cephesi’ne kaydığı Fransa için de geçerli.
Ancak popülist milliyetçilik bundan çok daha yaygın bir olgu. St. Petersburg ve Moskova gibi büyük şehirlerdeki eğitimli kesimler arasında popüler olmayan Vladimir Putin’in ülkenin geri kalanında muazzam bir destek tabanı var. Aynısı, ülkenin muhafazakâr alt-orta sınıfı arasında çok coşkulu bir destek tabanına sahip Türkiye’nin Recep Tayyip Erdoğan’ı veya başkent Budapeşte dışındaki her yerde popüler olan Macaristan Başbakanı Viktor Orban için de geçerli.
Bugün bireylerin eğitim seviyesiyle tanımlanan toplumsal sınıf, gerek sanayileşmiş gerekse gelişmekte olan sayısız ülkede en önemli toplumsal kırılma haline gelmiş gibi görünüyor. Bu da 1945’ten bu yana büyük ölçüde ABD tarafından kurulan liberal dünya düzeninin imkân verdiği küreselleşme ve teknolojinin ilerlemesiyle doğrudan bağlantılı.
Liberal dünya düzeni derken son yıllarda küresel büyümeyi tetikleyen kural temelli uluslararası ticaret ve yatırım sisteminden bahsediyoruz. Bu sistem iPhoneların Çin’de üretilip yeni yıldan evvel ABD veya Avrupa’daki müşterilere ulaştırılmasına imkân vermekte. Yine milyonlarca insanın fakir ülkelerden kendileri ve çocukları için daha büyük fırsatlar bulabildikleri zengin ülkelere gitmesini kolaylaştırmakta. Bu sistem reklamı yapıldığı gibi işledi: Sadece Çin ve Hindistan’da değil, Latin Amerika ve Sahra Altı Afrika’da da yüz milyonlarca insanı fakirlikten kurtaracak şekilde, 1970’ten 2008 Amerikan Finansal Krizi’ne kadarki dönemde küresel mal ve hizmet üretimi dört kat arttı.
Ancak herkesin acı içinde fark ettiği gibi bu sistemin faydaları tüm nüfusa yayılmadı. Gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfları, küresel piyasanın acımasız rekabeti karşısında şirketler taşeronlaştıklarından ve verimlik baskısına girdiklerinden işlerini kaybettiler. 
Bu uzun dönemli hikâye, 2008 Amerikan yüksek riskli konut kredisi kriziyle ve birkaç sene sonra Avrupa’yı vuran avro kriziyle iyice ağırlaştı. Her iki örnekte de elitlerin dizayn ettiği sistemler –yani Amerika’da liberalleşmiş mali piyasalar ve Avrupa’da ortak para birimi avro ile serbest dolaşımı öngören Schengen politikaları– dış şoklar karşısında dramatik bir şekilde çöktü. Bu başarısızlıkların maliyetleri, elitlere kıyasla sıradan işçilerin sırtına çok daha ağır bir şekilde yüklendi. Dolayısıyla asıl soru, “Popülizm niçin 2016’da ortaya çıktı?” değil, “Açıkça görünür hale gelmesi niçin bu kadar gecikti?” olmalı.
ABD’de sistem geleneksel işçi sınıfını yeterince temsil edemediğinden siyasi bir başarısızlık vardı. Cumhuriyetçi Parti’de hâkim olan, kurumsal Amerika’ydı ve müttefikleri de küreselleşmeden iyice nemalananlardı. Demokratik Parti ise iktisadi meselelere odaklanmayı çoktandır bırakmış kimlik politikalarının partisiydi: Kadınlar, Afro-Amerikalılar, Hispanikler, çevreciler ve LGTB grupları.
Amerikan Solu’nun işçi sınıflarını temsil etmekteki başarısızlığı aslında Avrupa çapındaki benzer başarısızlıkların aynası. Avrupa sosyal demokrasisi, geçtiğimiz on yıllarda Tony Blair’ci merkezcilik veya 2000’lerdeki Alman Gerhard Schröder’in Sosyal Demokratları formunda küreselleşmeyle barıştı.
Ancak Sol’un daha geniş anlamdaki başarısızlığı, İngiliz-Çek filozof Ernest Gellner’ın gayet yerinde ifadesiyle, “sınıf” yazan bir posta kutusuna atılan mektubun yanlışlıkla “ulus” yazana ulaştırıldığı- 1914’e ve Dünya Savaşı’na giden süreçtekinin aynısı. “Ulus”, hemen her zaman “sınıf”ı gölgede bırakır; zira güçlü bir kimlik kaynağıyla, organik bir kültürel cemaate bağlılık arzusuyla bağ kurar. Bu kimliğe susamışlık hali, şu sıralar [Z.T.K. ana akım muhafazakârlığı reddeden aşırı Sağ ideolojilerin gevşek bir grubu olan] Amerikan Alternatif Sağı formunda ortaya çıkıyor – ki bunlar daha evvel bir şekilde beyaz milliyetçiliğini benimsemiş eskinin toplumdan dışlanmışlar yığınıydı. Bu aşırı uçlar kervanından olmayan birçok sıradan Amerikan vatandaşı da toplumlarının niçin göçmenlerle dolduğunu ve mevcut problemlerden şikâyet dahi edememelerine yol açan başkalarını rencide etmemeye dayalı siyasi doğrucu dil sistemine kimin izin verdiğini öğrenmek istiyorlar. İşte bu nedenle Donald Trump, küreselleşmenin kurbanı olmasa dahi ülkelerinin ellerinden alınıp gittiğini hisseden iyi eğitimli ve daha tuzu kuru seçmen kitlesinden de bu denli fazla oy aldı. Bunun Brexit oylamasının altındaki temel dinamik olduğunu söylemeye gerek dahi yok.
Trump’ın zaferinin uluslararası sistem için somut sonuçları neler olacak? Eleştirenlerinin aksine, Trump’ın tutarlı ve üzerinde iyice kafa yorulmuş bir pozisyonu yok: İktisat politikası bakımından ve küresel siyasi sistemle ilişkilerinde milliyetçi. Açıkça NAFTA ve belki de Dünya Ticaret Örgütü’nünkiler gibi mevcut ticaret anlaşmalarını yeniden müzakere etmeye çalışacağını ve eğer istediğini alamazsa anlaşmalardan çekilmeyi düşündüğünü ilan etti. Kararlı adımlarla istediğini elde eden Rusya’nın Putin’i gibi “güçlü” liderlere olan hayranlığını dile getirdi. Dolayısıyla Trump, Amerikan gücünden bedavaya faydalanmakla suçladığı NATO üyelerine veya Japonya ve Güney Kore gibi geleneksel Amerikan müttefiklerine pek de hayranlık duymuyor. Bu da gösteriyor ki bahsi geçen ülkelere destek, mevcut maliyet paylaşımı anlaşmalarını yeniden müzakere etme şartına bağlı olacak.
Bu pozisyonların gerek küresel ekonomi gerekse küresel güvenlik sistemine yönelik tehlikelerini mübalağa etmek mümkün değil. Bugün dünya iktisadi milliyetçilikle dolup taşmış durumda. Geleneksel olarak serbest ticaret ve yatırım rejimi ABD’nin hegemonik gücüne bağımlıydı. Eğer ki ABD sözleşme şartlarını tek taraflı değiştirmeye kalkışırsa buna misillemede bulunmaktan ve 1930’ları hatırlatır şekilde iktisadi bir sürekli düşüşü tetiklemekten mutluluk duyacak dünyada birçok güçlü oyuncu var.
Uluslararası güvenlik sistemine yönelik tehlikesi de çok büyük: Rusya ve Çin, son yıllarda başat otoriter büyük güçler olarak ortaya çıktı ve her ikisinin de toprak kazanma arzuları var. Trump’ın Rusya’ya yönelik duruşu bilhassa tedirgin edici: [Seçim kampanyasında] Putin hakkında eleştirel hiçbir şey söylemedi ve Kırım’ı ilhakının haklı gerekçeleri olabileceğini ileri sürdü. Dış politika meselelerinde Trump’ın genel cehaleti dikkate alındığında, Rusya’ya ilişkin ısrarla bu denli açıkça bir duruş sergilemesi Putin’in Trump üzerinde bazı gizli kozları olabileceğini salık veriyor; mesela Rus kaynaklara verdiği borçlarla kendi iş imparatorluğunu ayakta tutma gibi. Rusya’yla “iyi iş tutma”ya dayalı Trumpçı girişimin ilk kurbanı, bağımsızlıklarını sürdürmeleri Amerikan desteğine bağlı olan mücadeleci demokrasilerden Ukrayna ile Gürcistan olacaktır.
Daha geniş çerçevede Trump’ın başkanlığı, dünyadaki yozlaşmış otoriter yönetimler altında yaşayan halklara Amerika’nın demokrasiyi simgelediği bir dönemin sonuna işarettir. Amerikan nüfuzu, Irak işgali gibi yanlış güç projeksiyonlarından ziyade hep “yumuşak güc”e dayanmıştır. Geçen salı Amerikalıların tercihi, liberal uluslararasıcı kamptan popülist milliyetçi kampa kayışının bir göstergesi. Trump’ın [Z.T.K. İngiliz milliyetçi sağ partisi] UKIP’in [kısa süre evvel görevini bırakan lideri] Nigel Farage tarafından kuvvetle desteklenmesi ve yine seçim zaferinin ardından ilk arayıp tebrik edenlerden birinin Fransız Ulusal Cephesi lideri Marine Le Pen olması bir tesadüf değil.
Geçtiğimiz yıl yeni bir popülist-milliyetçi enternasyonel ortaya çıktı; benzer zihniyetteki gruplar bilgi paylaşıp birbirlerine sınır ötesi destek veriyorlar. Putin’in Rusya’sı bu davanın en hevesli destekçilerinden biri; tabii ki diğer halkların milli kimliklerine önem verdiğinden değil, [mevcut düzeni] düpedüz parçalamak için. Rusya’nın Demokratik Parti Milli Komitesi’nin e-postalarını hekleyerek açtığı enformasyon savaşının Amerikan kurumları üzerinde zaten devasa bir yıpratıcı etkisi oldu; bunun daha da devam edeceğini bekleyebiliriz.
Bu yeni Amerika’ya ilişkin bir dizi büyük belirsizlikler sözkonusu. Trump özünde tutarlı bir milliyetçi olsa da aynı zamanda oldukça iş görücü. Diğer ülkelerin mevcut ticaret sözleşmelerini veya ittifak anlaşmalarını Trump’ın şartları çerçevesinde müzakere etmek istemediğini keşfettiğinde ne yapacak? Yapabileceği en iyi anlaşmayı kabullenecek mi, yoksa öylece çekip gidecek mi? Bundan böyle nükleer silahların tetiğinde parmağının olması tehlikesi çokça konuşuluyor; ama bana kalırsa Trump, dünyada askeri güç kullanmaya hevesli birinden ziyade aslında çok daha içe kapanmacı. Suriye iç savaşını idare etme gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında Obama’nın politikasını sürdürmek zorunda kalabilir.
İşte bu, karakter meselesinin devreye girdiği nokta. (…) Geçen hafta Şeref Madalyası kazananlarla birlikte sahneye çıktığında kendisinin de son derece cesur, “finansal anlamda cesur” olduğunu pat diye söyleyiverdi. Tüm düşmanlarına ve eleştirenlere karşı misillemede bulunmak istediğini dillendirmişti. Onu hafife alacak diğer dünya liderleriyle karşı karşıya geldiğinde acaba kendisine meydan okunmuş bir Mafya babası gibi mi tepki gösterecek, yoksa ticari ilişki kuran bir işadamı gibi mi?
Bugün liberal demokrasiye dönük en büyük meydan okuma, Çin gibi aşırı otoriter güçlerden değil, içeriden geliyor. ABD, İngiltere, Avrupa ve diğer bir dizi ülkede siyasi sistemin demokratik kısmı, liberal kısmına karşı isyan ediyor; açık ve hoşgörülü bir dünyaya demir atarak şimdiye kadar davranışlarını kısıtlamış mevcut kuralları yıkmak için kendi meşruiyetini kullanmakla tehdit ediyor. Bu sistemi tesis eden liberal elitlerin, kapıları dışındaki öfkeli seslere kulak vermeleri ve toplumsal eşitliği ve kimliği üzerine eğilmeleri gereken en temel meseleler olarak düşünmeleri gerekir. Öyle veya böyle önümüzdeki birkaç sene başımız belada olacak.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder