30 Ekim 2016 Pazar

R.KAPLAN: ABD’NİN ESED ÇIKMAZI



ABD’NİN ESED ÇIKMAZI

Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
The National Interest, 17.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Z.T.K. Aşağıdaki yazıyı okumadan evvel Robert Kaplan’ın 1993 yılında Suriye’yle ilgili The Atlantic dergisi için kaleme aldığı, hem ülkenin geçmişine ışık tutan hem de bugünü öngören son derece önemli bir makale olan “Suriye: Kimlik Krizi”ni mutlaka okumanızı tavsiye ederiz. Türkçe tercümesine ulaşmak için TIKLAYINIZ.

Realizmin temel prensiplerinden biri, kaos adaletsizlikten beterdir prensibidir; zira haksızlık ve adaletsizlik dünyanın sadece kusurlu olduğu, kaos ise artık hiç kimse için artık adalet kalmadığı anlamına gelir. Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed bu tezi tahammül edilmez derecede test etti. İşlediği haksızlık ve adaletsizliklerin boyutu insanlığa karşı suçla eşdeğer tutulabilir. Esed rejimi tarafından kıvılcımı çakılan ve sürdürülen 5 yıllık iç savaşta yüz binlerce Suriyeli hayatını kaybetti. Esed yönetiminin Ortadoğu ve Avrupa’da doğurduğu bölgesel kaos ve milyonlarca mülteci de cabası. Ancak büyük acı veren bir gerçeklikle yüz yüzeyiz: Esed’in görevi bırakması ille de işlerin düzeleceği anlamına gelmiyor, en azından bu aşamada. Suriye en hafif deyimiyle çok büyük bir kaos içinde. Esed’in görevden çekilmesi, bu kaosu hem derinleştirebilir hem de daha da genişletebilir.

İşler bundan daha da kötüleşemez ki diye düşünmeyin sakın. Esed, birlikleriyle ve müttefik suç çeteleriyle Suriye’nin merkezî topraklarının çoğunu hala daha elinde tutan, bir azınlık grubuna mensup seküler bir yönetici. Bunlar, Suriye’nin yaşadığı anarşi düzeyi ve bu bölgedeki İslamcı radikal grupların bolluğu dikkate alındığında, tümden olumsuz özellikler değil. Görevi bırakması, doğrudan veya dolaylı olarak barışa yol açmak yerine, zaten üstünlük için birbiriyle yarışanların rekabetini daha da artırması muhtemel. İsyancılar, Esed görevinden el çeker çekmez silahlarını bırakacak değiller; hatta her bir toprak parçası uğruna savaşı sürdürmek için ellerinde daha fazla sebepleri olacak. Bu durumda birçok isyancı grup Suriye’den geriye kalan ürkütücü enkaz üzerinde savaş verirken, başkent Şam –tıpkı Halep gibi– hızla insani bir cehenneme yuvarlanacak. Esed görevini bırakırken geçiş sürecinde istikrarı sağlaması için Alevi güç yapılanmasının ayakta kalması gerektiğine ilişkin hayalperest açıklamalar şu noktayı tamamen gözden kaçırıyor: Alevi devlet yapılanması bizzat Beşşar Esed’in şahsıyla eşanlamlıdır; zira babası Hafız Esed tarafından inşa edilen rejimin farklı fraksiyonlarını birleştirip bütünleştirebilecek tek kişi odur. Beşşar Esed’in Suriye devletinin veya devletten geriye kalanın ta kendisi olması kuvvetle muhtemel. Her halükarda Esed’i yerinden etmek için çalışan her dış güç bunun sonuçlarının ahlaki ve siyasi sorumluluklarını da üstlenmek durumunda. Zira bu, bir dizi vahim sonuçlara yol açabilir: Alevilere yönelik etnik temizliğe girişilmesi, daha fazla Hristiyan’ın kıyıma uğraması ve ABD’nin iki müttefiki olan İsrail ile Ürdün’e Esed’den çok daha fazla düşman bir Sünni cihatçı rejimin Şam’da kurulması. 

***
Rusya ve İran’ın bu tür bir olaylar zincirini önlemeye çalışması gerçeği aslında ironik olmakla birlikte daha evvel eşi benzeri görülmemiş bir gelişme de değil. Bu, İsraillilerin müteşekkir olabileceği bir ironi: 1970’lerin ortalarında Henry Kissenger’ın İsrail’le Hafız Esed rejimi arasında müzakere ettirdiği ateşkes anlaşmaları, fiiliyatta bugünkü iç savaşa kadar tam 35 yıl boyunca devam edecek bir barış anlaşması halini almıştı. İsraillilerin Esedleri faydalı bulmadıklarını kim söyleyebilir ki? Hatta hala böyle görmeye devam ediyor olabilirler.

Ayrıca müzakere yoluyla Esed’in sürgüne gitmesini sağlayacak iyi bir çözümün ufukta belireceği inancı da Esed diktatörlüğünün doğasını tamamen yanlış anlamak demektir. Esed, iktidarda kalmayı sürdürmek uğruna yüz binlerce insanın öldürülmesi suçuna iştirak etmiş bir kişi. Geri adım atamaz. Kapana kısılmış durumda. Çevresinde kendi hayatları Esed’in iktidarda kalmasına bağlı olan katman katman insanlar grubu bulunması muhtemel. Diktatörler, ya hastalık ya da yaşlılık yüzünden iktidarda kalma hırslarını bütünüyle kaybettiklerinde düşerler. Gerek İran Şahı gerekse Romanya’nın Nikolay Çavuşesku’su devrildikleri sırada fiziken zayıf düşmüş haldeydiler. (…) Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i yaşça 80’lerinde olup Arap Baharı’ndan sadece iki sene evvel torununun ani ölümünden dolayı psikolojik bir yıkıma uğramış ve –yakınındaki kişilerin söylediklerine göre– bir daha eski haline dönememişti.

Esed ise aksine daha 51’inde bir “delikanlı” ve dünyanın devrileceğini zannetmesine rağmen yıllardır ayakta kalmış biri olarak adrenalin patlaması yaşıyor olabilir. Rusya’nın savaşa dâhil olması Esed’in moralini sadece biraz daha da artırmıştır, o kadar. İktidarda kalabilmek uğruna on binlerce sivili katletmiş olan babasının bugünleri görse kendisiyle gurur duyacağını düşünüyor olmalı. Beşşar Esed, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi bir kurumun olduğu bir dönemde görevinden istifa edecek bir kişi değil. Tam aksine, bir Alevi devleti uğruna savaşı sürdürmek daha iyi; onun bakış açısına göre bu yol daha şerefli.

Gerçek şu ki eli kanlı Suriye ve Irak Baas rejimlerinin yumuşak bir iniş yapma ihtimali muhtemelen hiç yoktu; zira en tepedeki yönetici sınıf ile an alttaki aşiretler ve büyük aileler arasında var olabilecek her tür sivil toplum yapılanması tamamen temizlenip yok edilmişti. Dolayısıyla bu Baas rejimlerine meydan okunduğunda veya düşürüldüğünde arkalarında toz dumandan başka bir şey kalmadı. Başlangıçta iktidara gelişleri, yönetimi zorla gasptan ziyade, etnik, bölgesel ve mezhepsel bölünmeler yüzünden 20. yüzyılın başlarında ve ortalarında Şam’da ve Bağdat’ta demokrasi girişimlerinin açıkça başarısızlığa uğraması nedeniyle oldu. Suriye’de demokrasinin hiç denenmediği fikri bir efsane. 1947, 1949 ve 1954 seçimleri, ülkenin belirli yerlerinde toplaşmış gruplar ve mezhepler temelinde işlemez hale geldi. Bağımsızlıktan (1946) itibaren 1970’te Hafız Esed askeri darbeyle başa geçene kadarki 24 yılda toplam 21 hükümet değişimi  [Z.T.K. ayrıca 10’a yakın askeri darbe] yaşanmıştı. O başa geçene kadar hiç kimse ülkeye istikrar getirememişti.

Arap-İsrail çatışmasının Soğuk Savaş aşamasında Suriye, Arap milliyetçiliğinin çarpan kalbi olarak bilinirdi. Zira Suriye’nin iç bölünmüşlüğünü bastırabilmenin tek yolu, moral verici bir pan-Arap dava üretmekti: Yani Yahudi devletini yok etme. Gerçekten de o dönemde Arap dünyasında en şiddetli şekilde İsrail karşıtı bir duruş sergileyen devletler, Fas, Tunus ve Mısır gibi belirli bir tarihi geçmişi olanlar değil, coğrafi anlamda muğlak olup sahici bir ülke olmaktan uzak yapılardı. Suriye, Irak ve Libya o denli zayıf kimliklere sahiplerdi ki ayakta kalmak için aşırı otoriterliğe ve dış nefrete bağımlı kaldılar. Suriye kimliğinin, Osmanlı sonrası oluşan şekliyle bir [ulus-]devletten ziyade, geçmişteki gibi Osmanlı İmparatorluğu içinde Türkiye’deki Toroslardan başlayıp Suudi Arabistan’ın Nüfud Çölü’ne uzanan geniş Bilad-i Şam bölgesi olarak tanımlanması çok daha uygundu. İşte temelde bu nedenden ötürü –tabii ki başka nedenler de vardı– Şubat 1993’te the Atlantic dergisi için kaleme aldığım yazıda Suriye’nin çöküşe mahkûm olduğu tahmininde bulunmuştum. “Suriye: Kimlik Krizi” başlıklı makalemde “Hafız Esed’in ölümü, kaotik Ortadoğu’nun onlarca yıldır şahit olduğu kaostan çok daha büyüğünün habercisi olabilir” demiştim.

Emin olun, Hafız Esed mükemmel bir taktik ustasıydı. Resmî bir barış anlaşmasına yol açmadığı sürece İsrail’le bir barış sürecine müsamahakârdı; zira bu, ABD’yle makul bir ilişki kurmasına imkan veriyordu, Varşova Paktı Esed rejimine silah sağlasa ve baskı ve işkence tekniklerini öğretse dahi... Ama gerçek barışın kaosa yol açacağının farkındaydı; zira barış, Baas rejimini tek birleştirici milli hedefinden yoksun bırakırdı. Tıpkı İngiliz seyyah ve Arap edebiyatçısı Freya Stark’ın 1928’de yazdığı ve daha sonra Suriye’den Mektuplar başlığı altında yayınladığı gibi “Tek bir milli duygu belirtisiyle dahi karşılaşmadım: Her şey mezheplerden, nefretten ve dinlerden ibaretti”.

Manda döneminin sona ermesinden itibaren bağımsızlığı boyunca hiç istikrar yüzü görmemiş toprakları istikrara kavuşturma gibi neredeyse imkânsız bir işi başarmış olan Hafız Esed, Suriye’ye Stark’ın umutsuz ve determinist vizyonunun önünü kesme fırsatı sundu. Suriyelileri tebaadan vatandaşa dönüştürebilirdi. Nihayetinde tam 30 yıl başta kaldı. Ancak toplumu ve ekonomiyi geliştirmesi, diğer bir deyişle aydınlanmacı despot olması, riskleri ve onun dar ve şüpheci bakışının imkan verdiğinin ötesinde çok daha geniş vizyonlu çalışmaları beraberinde getirecekti. (…) bir devlet adamı olmak yerine, geleceği sadece öteleyen –ancak oğlunun yönetimi sırasında kanlı akıbetin Suriye’nin üzerine çökeceği– Arap Brezhnev’ine dönüştü.

Baba Esed’in iktidarının gösterdiği üzere Arap dünyasının trajedisi hiçbir zaman demokrasi eksikliği değil, aydınlanmacı despotluğun eksikliğiydi. İhtiyaç duyulan şey, Václav Havel gibi biri değil, liberal öğretiye göre, Asya tipi bir yönetim sergileyen mutlak bir diktatör olan Umman Sultanı Kabus bin Said el-Said gibi liderlerdi. Bugün Suriye’nin liberal bir yönetime kavuşma şansı geçmişinde yatmaktadır. Bugünkü kaosun gerçek babası Beşşar’ın babası olan Hafız Esed’dir. Bu tamamen bir Hobbes’a Giriş dersi bilgisidir.

***
Tabii ki Irak’ın Saddam Hüseyin’iyle karşılaştırıldığında Hafız Esed oldukça ılımlı sayılırdı. Esed on binlerce kişinin katiliyken, Saddam ise yüz binlerce insanı öldüren tam bir canavardı. Buna İran-Irak Savaşı’nı dahil etmiyoruz bile [Z.T.K. İran-Irak Savaşı’nda 1-1,5 milyon insan hayatını kaybetmiştir]. Saddam Kuveyt’i işgal ettikten sonra Hafız Esed’in şu espriyi yaptığı söylenir: “Saddam peş peşe sigara içen bir tiryaki gibidir, bir savaşı bitirdiği anda diğerini başlatır.”

Bu iki ülkenin 1970’lerde ve 1980’lerdeki temel realitesi bunu kanıtlıyor. Suriye’ye birçok ziyaret gerçekleştirmiş olmama rağmen Irak’a ilk ziyaretimde şok olmuştum. Şam’da bir postanenin teleks odasına girebiliyor, denetimsiz işimi görebiliyordum. Bağdat’ta ise teleks makinesiyle aramda bir cam vardı; camın diğer tarafındaki bir Iraklı görevliye gönderilecek kopya veriliyor ve bunun gönderilip gönderilemeyeceğine o karar veriyordu. Suriye’nin her yerini kendi başıma gezmiştim, ama Irak’ta bu, hapsi boylamama yol açacaktı. Bir Bağdat ziyaretimin ardından Washington’a dönüşümde 1985-1988 yılları arasında Irak’ta büyükelçilik yapmış David Newton’la aramda geçen bir konuşmayı hatırlıyorum. Zaman içinde ve ABD’nin teşvikiyle “Irak’taki baskının düzeyi azalarak Suriye’deki düzeye çekilebilir” ümidindeydi. Acınası, hazin bir hedeften ziyade Newton’ın ümidi –eğer gerçekleşebilmiş olsaydı– küçük bir insan hakları mucizesi olacaktı. (…) Dışişlerinin diğer bir Arap uzmanı olan Peter Bechtold, çeyrek yüzyıl evvel bana unutamadığım şu sözleri sarf etmişti: “Seyahatlerle edinilen tecrübelere dayalı bir referans çerçevesine sadece Amerikalıların çoğu değil, Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi yetkilileri dahi sahip değil.”

(…) [Z.T.K. Robert Kaplan, uzun uzun Amerikan dışişlerinin ve Arap uzmanlarının yetersizliğine ve bölge gerçekliğinden habersizliğine değinmiş ve sonra şunları yazmış:]

Irak’ta Saddam Hüseyin devrildikten sonra tam anlamıyla bir kaos ortaya çıktı. Suriye’de Baas rejimi ülkenin çoğunda hala sıkı sıkıya tutunmaya çalıştığı için gerçekten korkunç olan o kaos hali bir süre daha devam edebilir. IŞİD’in kaosun bir çocuğu olduğuna hiç şüphe yok. Bu yüzden düzenin tesisi haksızlık ve adaletsizliğe karşı savaşa öncelenmeli. IŞİD’i mağlup etmek için savaşırken Esed gitmeli demek politika tutarsızlığının bir tezahürüdür. Dış politika ihtiyaçlar hiyerarşisiyle yönetilir, ahlaki arzular dizisiyle değil.

***
Bazı su götürmez gerçeklikler sözkonusu. Bir azınlık grubuna mensup laik bir lider olan Esed, sözde uluslararası toplum tarafından görevden uzaklaştırılmasına karşı çok fazla kan döktü. ABD’ye kıyasla Şam’daki rejimin iç siyasetini çok daha iyi bilen ve hedefleri uğruna büyük risklere giren İranlılar ve Ruslar, onu iktidarda tutmak için savaşmayı sürdüreceklerdir. Ruslar bu çabalarında bataklığa saplanma riskiyle karşı karşıya değiller; zira Irak’a giren Amerika’nın aksine onlar, mevcut düzeni devirmek ve ardından yenisini kurmak için karada bir savaş vermiyorlar. Ve aslında Esed ve onunla bağlantılı karmakarışık gruplar üzerinden sürdürmeye çalıştıkları bu düzen, IŞİD’e karşı bir silah olabilir. Üstelik IŞİD, Rakka (ve Musul’u) ele geçirmekle değil, bu şehirlerde yeni ve daha ılımlı idari düzen tesisiyle yok edilebilir. Bunu hayata geçirmek ise aşırı derecede zor. Ve yine bunu Rusya ve İran’la en azında bir tür işler bir ilişki kurmadan uygulamak neredeyse imkânsız.

Ancak yukarıda zikrettiklerimin tamamı veya ekseriyeti bilindiği halde pek de itiraf edilememesi yüzünden şimdiye kadar tutarlı bir politika geliştirilemedi. Politika alenen fikirlerin dillendirilmesini gerektirmez, ama resmi açıklamalarla fiili hedefler arasında biraz olsun uyum sağlanmalı. Uzunca bir süredir bu, Suriye politikasında geçerli olmadı. Politika disiplini IŞİD’i mağlup etme yolunun en azından bir ölçüde Moskova ve Tahran üzerinden gitmesini gerektiriyor. Ve yine Esed’i devirmenin daha az değil, daha fazla anarşiyi beraberinde getirebileceğini kabullenmeyi de gerekli kılıyor. Bir de Suriye muhalefetine dair bilgilerin oldukça hatalı ve güvenilmez olduğunu itiraf etmeyi gerektiriyor.

ABD asla Suriye’nin akıbetini kontrol edemeyecek. Tabii ki –gün gelip de yüzüstü koyabileceği– vekil grupları silahlandırmak ve onlara danışmanlık yapmak suretiyle bir bölgesel oyuncu olarak pozisyonunu güçlendirici kozlar üretebilir. Washington, Ukrayna meselesinde Kremlin’den taviz koparabilirse Suriye’de Moskova’yla daha yakın çalışabilir. Yine ABD, destek verdiği Kürt gruplar ile Arap isyancılar arasındaki çatışmayı sonlanmak için çaba sarf edebilir. Bu arada sahada IŞİD’e karşı bir ilerleme zaten kaydedilmekte. Durum o kadar da ümitsiz değil, ama tabii ki Washington mükemmel ahlaki sonuçlar koşulundan feragat ederse. 

Esed kitlesel katliamlar yapan bir katil. Ahlaken iğrenç biri. Bununla birlikte Suriye ile Yugoslavya arasında temel farklılıklar var. Yugoslavya’da insani müdahale, Suriye’de olmayan özel bir jeopolitik durum sayesinde gerçekleşmişti. 1990’lar, komünizmin yıkılmasının hemen akabinde kendi yaşadığı kaotik şartlar yüzünden Rusya’nın Balkanlarda nüfuzunun azaldığı bir dönemdi. Bu sayede ABD, fiilen çekinmeden iş yapabilmesine imkân veren sıradışı bir pencereye sahipti. Ama bu pencere Vladimir Putin’le birlikte kapandı. Aslına bakarsanız, Yugoslavya’da Washington’ın rekabet edeceği hiçbir büyük ve rakip bölgesel aktör yoktu; iç savaşta çarpışan –ama aralarında hiçbir uluslararası terörist bulunmayan– yarım düzine kadar etnik ve dini grup vardı, o kadar. Suriye’de ise ABD’nin dikkate alması gereken sadece Rusya değil, aynı zamanda Türkiye, İran ve Suudi Arabistan. Ve birkaç grup değil, onlarca çatışan grup var. Açıkça söylemek gerekirse, Esed sonrası Suriye’yi, bu topraklara konuşlanmaya hazır bekleyen barışı koruma güçleri olmaksızın istikrara kavuşturmak imkânsız. 

Peki, güvenli bölgeler kuramaz, açlığa mahkûm eden kuşatmaları kaldıramaz mıyız? Hepsi mümkün. Çok daha fazlası yapılabilir. Ancak durum, Yugoslavya’ya kıyasla, birçok düzeyde çok daha berbat şekilde karmaşık ve riskli. Nihayetinde bu, etnik, dinî ve mezhebî çatlakları komünist tarzı bir ekonomi modeli ve baskıyla hasıraltı etmeye çalışan içi boş ve kafası karışık bir ideoloji olan Baasçılığın bir mirası. Hafız Esed ve Saddam Hüseyin’in sivil toplumlar inşa etmek yerine önerdiği şey tam da buydu. Yakın Doğu’da post-kolonyal miras, kolonyal döneme kıyasla çok daha ölümcül olageldi. Hiç kimse şimdiye kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne bir çözüm bulabilmiş değil. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder