30 Ekim 2016 Pazar

R.GOUJON: MUSUL’DA SON, BAŞLANGICA DÖNMEK DEMEKTİR



MUSUL’DA SON, BAŞLANGICA DÖNMEK DEMEKTİR

Reva Goujon (Stratfor Küresel Analizler Başkan Yardımcısı)
Stratfor, 18.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
(…) Ortadoğu’nun mevcut haritasını Musul savaşının ötesine uzanarak anlamak için yaklaşık yüzyıl geriye, Lozan’daki o destansı diplomatik restleşmeye gitmemiz gerekir.
(…)
Türkler İngilizlerden genişçe bir toprağın kendilerine geri verilmesini istedi. (…)
Kendi demografik ve entografik çalışmalarını yaptırmış olan Lord Curzon, her defasında Türk iddialarını devirdi geçti. Londra, Türkiye’nin yayılmacı tehdidinin, İngiltere’nin Mezopotamya’da stratejik bir zemin elde etme ve bölgenin enerji kaynaklarını tekeline alma hedefini başarısızlığa uğratmasına izin veremezdi. (…)
(…)
(…) Ancak Türkiye’nin Musul ve çevresine yönelik saplantısı hiçbir zaman bitmedi.

Türk-İran Rekabeti Yeniden Doğuyor
Onlarca sene sonra Türkiye bir kez daha bölgede hak talebinde bulundu. (…)1990’larda PKK tehdidini kontrol altında tutmak için Türk askeri birlikleri, Kuzey Irak’ın farklı yerlerinde bir dizi küçük ileri harekât üsleri ve istihbarat noktaları kurdu. Ardından iktisadi istila başladı. Son 10 yılda Türk müteahhitleri, enerji yatırımcıları ve işadamları Irak Kürdistan’ına aktılar (…). Musul’un herkese açık hale gelmesiyle ve kuzey Suriye’nin karmakarışık olmasıyla birlikte Türkiye’nin askerî ayak izleri, artık eski Osmanlı vilayetlerinde ciddi bir şekilde genişlemeye başladı. Suriye’nin kuzeyinde Türk birlikleri, Rus birlikleriyle çarpışmadan İslam Devleti’nin kontrolündeki bölgeyi Suriye rejim ordusu ve Kürt YPG’den evvel ele geçirme ümidiyle Halep vilayeti içinde güneye doğru hızla ilerliyor. Bu arada Türkiye, sınır boyunca sözde güvenli bölge kurma planını hayata geçirmek için hızlı davranırken Türk müteahhitler de Suriyeli mültecilere ev inşa etmekle meşguller. Ankara bu planların uluslararası kabul görmesi için eli kolu bağlı beklemiyor. Türkiye, bir yandan sınırlarından Avrupa’ya mülteci akışını kontrol altına aldığı için ileride Batı’nın kendisine müteşekkir olacağı beklentisiyle ve öte yandan Suriyeli Kürtlerin devletleşme arzularını dizginlemek için Suriye’nin kuzeyinde güçlü bir askeri savunma noktası geliştirmeye odaklanacak.

Türkiye, Irak’taki eski vilayetinde himayesi altına alacağı Sünni bir yapı kurmak için bölgedeki demografik mühendislik tehlikesini kullanacak. Musul Sünni Arap çoğunluklu bir şehir ve İslam Devleti şehri ele geçirdiğinde Kürt, Şii Arap, Türkmen, Yezidi ve Şabak azınlıkların ekseriyetini dışarı sürdü. Amerikan destekli Irak güvenlik güçleri, Kürt peşmergeler, İran destekli Şii milisler ve Türkiye destekli Sünni milisler karışımı bölgeyi ele geçirdiklerinde, buradaki gayrimenkuller üzerinde hak iddialarının ve Sünni Araplara karşı –azıcık da olsa İslam Devleti’ne yataklık suçu atfedilen herkese karşı– intikam cinayetlerinin kapısı açılacak. Belirli bir bölgeyi doğrudan geri alan ve koruyan her grup, bu toprakların kendine ait olduğunu iddia edip buraları kendi etnik grubundan ve mezhebinden insanlarla doldurmaya kalkışacak. Ankara’ya göre, Kürtler ve Şiiler bu şekilde Musul’a yayılırlarsa Sincar-Musul-Erbil-Kerkük hattı boyunca Türkiye’nin yeniden kurmaya çalıştığı nüfuz kuşağını tehdit edebilirler. Bunu engellemek için Türkiye, –bölgedeki İran nüfuzuna karşı koymak üzere (şimdilik) tekyürek olan Suudi Arabistan ile diğer Körfez İşbirliği Konseyi üyelerinin sessiz desteğiyle– kendisini Sünni Arapların hamisi olarak konumlandıracak. 

İranlılar doğal olarak, Ankara’nın temelleri sağlam olmayan zayıf ittifaklar ağına baskı uygulamak için Şiilerin hakim olduğu Bağdat’taki nüfuzunu ve kolayca boyun eğen yerel valiler ile rakip Kürt grupları kullanarak [Türklerin planını] püskürtecek. Güçlü İngiliz imparatorluğu Musul vilayetini Türkiye’nin pençesinden alabilmişse de Türkler, stratejik derinliklerini ikiye katlama tarihi hedeflerini Irak gibi parçalanmış mezhepçi bir uyduruk devletin yok saymasına izin vermezler. Ankara için bu topraklar, ya Türkiye’nin elinde bir tampon bölge ya da düşmanlarının elinde bir tehdit olacak. Tahran, Şam, Moskova, PKK ve İslam Devleti arasında Türkiye’nin düşmanları hiç de eksik değil; dahası, bunların her birinin ellerinde Türkiye devletini zayıflatmak için birçok da vekilleri (proxy) var.

Değişken bir savaş alanı
Aslına bakarsanız, Türk ve Fars nüfuz alanları Musul vilayeti üzerinden yüzyıllardır birbiriyle çakışageldi. Türkiye, İran’ın Şii hilalini parçalayarak buradaki varlığını derinleştirdikçe bu rekabet daha da yoğunlaşmaya mahkûm. Türkler ve İranlılar günümüz haritasının siyasi sınırlarına uymuyorlar. Öte yandan her ikisi de devletlerin etnik-mezhebi çizgilerde düzgünce yeniden bölündüğü Sykes-Picot sonrası düzenin yeni haritasını çizmeye niyetli değiller; zira sıra özellikle Kürtlere geldiğinde bu onların da toprak bütünlüğünü tehdit edecektir. Bu değişken savaş alanında, en güçlü bölgesel oyuncular arasındaki rekabetin gidişatını vinçler, tanklar ve para şekillendirecekken, eski imparatorlukların zayıf ve huysuz kalıntılarına düşen ise kendilerini savunmak adına kendi milliyetçi korlarını doldurarak ateşi harlamaya çalışmakta.

Bu sahada iş tutan daha uzaktaki güçlerin hedefleri, mezhepçi bir nüfuz savaşıyla tarihi yeniden yazmaktan çok daha mütevazı. ABD ve Avrupa, IŞİD’i (…) kullandığı son derece sembolik olan topraklardan çıkarmaya odaklanmış durumda. Ancak onların hedefi [bölgesel güçlerinkine kıyasla] sınırlı olmakla birlikte daha az zorlu değil. Musul ve Rakka’daki çifte taarruz ve daha sıkı sınır kontrolleri altında Irak ve Suriye’de topraklar el değiştirirken, birçok savaşçı İslam Devleti merkezinin ötesinde çok daha zekice saldırılar gerçekleştirmek üzere yeraltına inecekler. İslam Devleti tehdidi azaldığında, bu defa da ortak düşmanın ortadan kalkmasıyla, toprak ve mezhep ihtilafları yeniden ateşlenecek ve rakip cihatçı gruplar kendilerini gösterme/otoritelerini kabul ettirme fırsatı yakalayacaklar. El-Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi veya yeni ismiyle Fethu’ş-Şam Cephesi, Suriye’deki savaş alanında ciddi bir varlık gösteriyor. Bu arada Yemen’de Arap Yarımadası el-Kaidesi, eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih ve Husi isyancılara karşı Suudi öncülüğündeki askeri harekâtı, kabile bağlarını daha da genişletmek ve toprak kazanımları için bir avantaj olarak kullanmayı başardı. Böyle bir ortamda Haremeyn-i Şerifeyn’in muhafızı olarak Suudi Arabistan ise ekonomisini [petrole bağımlılıktan kurtarıp] çeşitlendirme, gençleri istihdam etme, siyasi ve toplumsal reformları Vehhabi dinî kurumun talepleriyle dengeleme ve militanların derinden bölünmüş haldeki Yemen’den kendi toprağına doğru taşmasını kontrol altına alma gibi bir yığın mücadele yürütürken sonunda Arap Yarımadası’nda kalıcı bir cihatçı tehditle yüzleşecek.

Cihatçılığın marka ismi her ne olursa olsun, Osmanlı, Safevi ve Batılı işgalcilere karşı savaş naraları potansiyel yeni acemi savaşçılar üzerinde güçlü bir toparlanma etkisi yaratacaktır. ABD gibi uzaktaki güçler, mezhepçiliğin etkisini azaltmak amacıyla milliyetçiliği kışkırtmayı, rakip nüfuzlara karşı bir siper oluşturmayı ve devlet kurumları üzerinden yerel güç dengelerini kontrol etmeyi tercih ederek Türkiye’nin ve İran’ın değişken harita yorumlarına karşı direneceklerdir. [Z.T.K. Bu cümle son derece hayati. “Arap Baharı”yla birlikte tamamen tükenen Arap milliyetçiliğinin yeniden canlandırılıp etkili bir akıma dönüştürülmesi, hele de bölgede bunun üzerinden bir sistem kurulması veya statükonun korunması pek mümkün görünmüyor. Ancak Arap milliyetçiliğini köpürterek Türkiye’nin ve İran’ın politikalarına darbe vurulabilir. Zaten mevcut olan Arapları Osmanlı’yla/Türklerle korkutma ve “işgalci Türkler/Osmanlılar” propagandasının bundan böyle iyice artıp sistematikleşmesi beklenebilir. Suriye ve Irak’a ilişkin söylemlerimize çekidüzen vererek ve Lozan yerine milli menfaat ve bölge barışı vurgusunu artırarak dışarıda tezgâhlanacak kışkırtmalara ve sistematik propagandalara kendi dilimizden dökülenlerle bizzat malzeme vermekten ve uygulayacağımız bölge politikalarına kendi kendimize darbe vurmaktan kaçınmamız gerekir kanaatindeyim.] Bölgesel rekabetlerin alevlendirdiği mezhepçi şiddetin, yerel halkları –zayıf ve parçalı kurumlardansa– kendini koruma gayesiyle rezil diktatörlerin kucaklarına doğru itmesi çok daha muhtemel görünüyor. Bu durum, kendi patronaj ağlarını zenginleştirmek ve güçlendirmek için bir yandan çevrelerindeki kurumları zayıflatırken ve sömürürken diğer yandan mezhepçi döngüyü körükleyen Esedleri ve Malikileri yerinden oynatmayı son derece zorlaştıracaktır.


ABD, diğer coğrafyalarda gelişmekte olan krizlerle baş etmek için Ortadoğu’ya daha fazla saplanmaktan kaçınmaya çalışırken; Rusya, Akdeniz’deki askeri zeminini iyice derinleştirerek Batı’yla pazarlık fırsatları aramayı sürdürecektir. Ancak uzaktaki güçlerin sahada ustalıkla kullanacakları etkileri/güçleri sınırlı ve bu da çatışma bölgelerinde Rusya’yı çözüm üretenden ziyade yıkıcı bir rol oynamakta daha iyi bir pozisyona sokmakta. Bu durum Moskova’nın Batı’dan taviz koparmak için savaş alanını bir koz olarak kullanmasını zorlaştıracaktır. ABD, İslam Devleti’ni geriletme konusunda daha fazla ilerleme kaydettikçe, uzaktaki güçler savaşan tarafların yeterince tükendikleri takdirde ciddi bir şekilde müzakereye hazır hale gelecekleri ümidiyle bir kez daha desteklerini geri çekme fırsatı elde edeceklerdir. Ancak bunun için de ABD’yle Rusya arasında Ortadoğu’nun çok ötesinde bir uzlaşma olması gerekiyor ve [maalesef iş bununla da bitmiyor; zira] mezhepçi rekabet içindeki bölgesel güçler de her şeye rağmen vekâlet savaşlarını sürdürme araçlarını ellerinde tutacaklardır. Birçok bakımdan bu çatışma başladığı şekilde bitecektir: etno-mezhepçi fırında pişen ve büyük güç entrikasıyla kaplanmış bir tarihî kurtarılma kalıbıyla…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder