30 Ekim 2016 Pazar

G.FRIEDMAN: 2008 YILI, DÜNYADA HER ŞEYİ NASIL DEĞİŞTİRİVERDİ



2008 YILI, DÜNYADA HER ŞEYİ NASIL DEĞİŞTİRİVERDİ

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 28.9.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Göç, geçtiğimiz birkaç yılda Batı’da temel bir meseleye dönüştü. Amerikan başkanlık seçimlerinde merkezi tartışma konularından biri haline gelirken, Avrupa Birliği’nde de kilit bir siyasi mesele. Aslına bakarsanız göç hep bir çekişme konusu olmuştur. Mesela ABD’de bir ulus inşasının ayrılmaz parçası olduğu halde 1840’larda İrlandalı Katoliklerin göçü derin bir krize yol açmıştı. Hâkim güç olan Protestanlar Katoliklerin sadakatinden endişeliydi. Benzer şekilde 19. yüzyılda Rus Çarlığı’ndan Orta Avrupa’ya Yahudi göçü, kültürel açıdan farklı olan ve asimilasyonu imkânsız gibi görünen Ostjuden’den (Doğu Avrupa Yahudilerinden) korkuları tetikledi. 

Avrupa’da ulus tanımının kişinin doğum yerine ve kültürüne dayalı olması göçü özellikle zorlaştırdı. ABD’de de aşırı göçün [bedelinin] ulusun kültürel [devamlılığı açısından pahalıya] mâl olacağına dair ciddi bir korku var. Bu korkuyu saçma bulanlar veya açıktan eleştirenler kültürün insan hayatındaki merkeziliğini anlamayanlardır. Toplumumuz bize ayna tutar ve bir toplumu toplum yapan ortak değerler ve inançlardır. Göç, ortak kültürün ve böylece kim olduğumuzun, kimliğimizin kaybedileceğine dair makul bir korkuyu tetikler. Göçmenlerle inşa edilmiş ABD gibi ülkelerdeki göç tartışmalarının ardındaki gizli ima, aslında göçmenlerin asimile edilemeyeceği korkusudur.

Ancak göçten duyulan korkuların son dönemde kabarmasının daha özel bir kökeni var: 2008 Krizi. Bu yüzden de sözkonusu mesele ancak 2008 Krizi’nin diğer yansımalarıyla birlikte anlaşılabilir. 2008’de küresel ekonomi, 1982’de başlayan aşırı yüksek büyüme gidişatından ciddi bir şekilde saptı. Problem kısmen mali hilekârlık ve kredi notu iyi olmayanlara verilen yüksek faizli ipotekli konut kredisindeki krizin (subprime crisis) yanlış hesaplanmasından kaynaklanıyordu. Ama aslında kriz çok daha derindi. Ekonomik hızlı büyüme devasa verimsizliklere yol açmıştı; çok büyük miktardaki nakit fazlası, bu parayı gıda, giyecek ve barınma için harcamayıp paradan para kazanmaya yatıranların ellerindeydi. (…)

Ancak bu döngünün sonuna doğru iki şey gerçekleşti: Kalite yatırımı fırsatı düştü ve verimlilik azaldı. (Demiryolları, radyo, bilgisayar gibi) icatları tetikleyen geçmişteki ilerlemeler, ezber bozan niteliklerinden sıyrılarak giderek sıradanlaşan birer emtiaya dönüşmeleriyle birlikte, büyüme patlamasına yol açma kapasitelerini yitirdi. Bu noktada basiretli/ihtiyatlı yatırım fırsatları azaldı. Yatırımcıların parası bol; ama para kendi başına yüksek verimlilik yaratamaz.

Sonuç, yatırım fırsatları için yoğun bir arayış oldu. Daha evvel pek de dikkate alınmayan spekülatif fırsatlar yatırım fırsatı olarak görülmeye başlandı. Basiretli/ihtiyatlı yatırım arayışı, yüksek faizli ipotekli konut kredisi krizine (subprime crisis) yol açtı. Varsayım şuydu: Konut, kesin olarak güvenli bir yatırımdır; zira konut fiyatları sürekli yükselişte. İpotekli konut yatırımı muhafazakâr bir yatırımdı ve bunun harici türevlerine yatırım da basiretli/ihtiyatlı bir yatırım olup getirisi de oldukça iyiydi. Konut fiyatlarının her daim yükseleceği temel varsayımının yanlış olduğu ortaya çıktı. Bunun kökeninde finansal üçkâğıtçılar değil, güvenli yatırım yerinin bulunmasının zorlaştığı bir ortamda güven içinde yatırım yapmak isteyen muhafazakâr yatırımcılar vardı. Risk almadan büyük servetler vaat eden üçkâğıtçılar, aslında hepimizin içinde var olan o tabii açgözlülükten sadece istifade ettiler, o kadar.

2008’de yaşanan, sistem üzerindeki devasa basıncın boşalmasıydı. Yüksek faizli ipotekli konut kredisi krizi (subprime crisis) tetikleyici oldu. Yatırıma yönelmeyen sermaye fazlalığı bir problemdi. (…) 1929’daki Büyük Buhran sırasında ABD’de yaşanan infilak edici bir basınç boşalması yerine bu defa 2008’de bir infilak hali yaşandı; ancak yavaş yavaş ve uzun vadeli bir basınç boşalmasına yol açtı.

Sözkonusu basınç boşalması, yatırımcıların bir anda çok daha dikkatli ve fakat yatırım sermayesinden yoksun bir hale gelmesi demekti. Bu olayın sonuçlarının yavaş yavaş ortaya çıkacağı uzunca bir süreç başladı. Bu öyle muazzam bir olaydı ki sona ermesi çok uzun bir süre alacaktı. Makul görünen tahmin, bir nesil süren hızlı büyümenin yerine yine bir nesil sürecek sistemik işlevsizliğin alması. Baskı ancak zaman içinde dengelenebilecek.

Bu ilk kez yaşanmıyor. Ancak bunda daha önce görülmemiş bir boyut da var: 1980’lerden bu yana ülkeler ve ekonomileri çok ciddi bir oranda birbirleriyle bağımlı halde büyüdü. O dönemde karşılıklı bağımlılık çılgınca alkışlanmıştı; ama sonuç tam bir felaket oldu: Herhangi bir yangın önleme hattının bulunmadığı bir ortamda orman yangınına yol açtı. Üretim ve tüketimde karşılıklı bağımlılık tek bir ülkeyle sınırlı değildi, küresel bir olgu halini almıştı. “Serbest ticaret ve paranın serbest akışı iktisadi refah için zaruridir” fikrinin mantıksızlığı, sistemdeki herhangi bir başarısızlık halinde saklanacak delik bulunamaması demekti. Her şey birlikte yükseldiyse her şey yine hep birlikte düşecekti. İktisadi coşkunluğun ikiz kardeşi ideolojik coşkunluktu. İktisadi değişimin sonuçlarından kendisini koruyabilecek çok az ülke vardı ve bütün insanlık hep birlikte acı çekti. Ancak 1930’ların derin ve geniş çaplı ızdırabı yerine şu anda uzun bir sistemik işlevsizlik süreci yaşanıyor.

Karşılıklı bağımlılık ikilemi en net şekilde uluslararası ticarette görülebilir. İdeolojik olarak en güçlü ihracatçılar en etkili ekonomilerdi, aynı zamanda sistemik bir başarısızlıktan en fazla etkilenecek olanlar da yine onlardı. ABD ve Avrupa eskisi gibi mal satın alamaz hale geldiğinde bunun ceremesini çeken ihracat devi Çin oldu. Olaylar yavaş yavaş gelişirken Çin’in düzelemeyeceği aşikâr hale geldiğinde, petrol ve diğer emtia fiyatları düşerken, Çin’in ihtiyaç duyduğu sanayi mallarının üreticileri sarsıntı geçirdi. Birçokları gibi Avustralya, Suudi Arabistan ve Rusya da petrol ve diğer emtia fiyatlarının düşmesinden doğrudan etkilendi. GSYH’lerinin neredeyse yarısını ağır aksak işleyen ve hatta daralan küresel piyasaya yaptıkları ihracatla elde eden Almanya ve Güney Kore gibi diğer ülkeler de sırada tetikte bekler hale geldi. Yavaş ama engellenemez bir süreçte herkes küreselleşmenin bedelini ödemekte ve bu halen daha sona ermiş değil. Dünyanın en güçlü ekonomisi olan ABD, büyük ekonomiler arasında GSYH’sinde ihracat oranı en düşük ülke. İhracatının çoğu Kanada ve Meksika’ya gittiğinden karşılıklı bağımlılığın aşırıya varmaması bu ticaret krizi darbesinin etkisini azalttı.

Şimdiye kadar bir bütün olarak ülkelerden bahsettim; ama önemli bir boyut da ülkelerin halkları olup onlar bu krizi farklı bir şekilde tecrübe ettiler. Zenginler 2008’den sonra büyük bir kayıp yaşadılar. Ama kaybettikleri şey yatırım sermayesiydi, kira parası değil. Dolayısıyla birçoğu için bu darbe varoluşsal bir darbe değildi ve hayatları da değişmedi. Ancak parasını tüketimde kullananlar için darbenin etkisi hayatiydi. Ticaret krizi yayıldıkça insanlar işlerini kaybettiler, kendilerine yeni iş bulanlar da eskisinden daha düşük maaşlar almaya başladılar. 2008’in sıradan vatandaşlar üzerindeki etkisi farklıydı. Ancak siyasi kontrol, karşılıklı bağımlılık ideolojisi üzerine fikirlerini inşa etmiş yatırımcı sınıfın elinde kalmaya devam etti. Dolayısıyla işsizlik dalgasının kabarması, eksik istihdam ve halkın alım gücünün düşmesi meseleleri yerine finansal sistemin istikrarına odaklanmayı sürdürdüler. Her ülkede farklı şekillerde de olsa hemen hepsinde aynı oyun oynandı.

Mali kriz iktisadi bir hastalığa dönüştü ve bu da sosyal bir krizi tetikledi. Toplumsal kriz ise küresel siyasi bir krize yol açtı. 2008 varoluşsal darbesini atlatan sınıf, elit sınıfa ve onların değerlerine düşman hale geldi. Saplantı derecesinde kendi menfaatlerine ve ideolojisine odaklanan elitler bu isyanı fark edemedi. Şu anda ABD’de Donald Trump, İngiltere’de Brexit ve Kıta Avrupa’sında birçok siyasi parti, karşılıklı bağımlılık inancına ve finansal sınıfın menfaatlerinin üstünlüğüne meydan okuyor. Bu sınıf ve müttefikleri, 2008 öncesinin inançlarına temelden bir meydan okumayla yüzleşmeye tamamen hazırlıksızdı. O eski sakin günlere geri dönüş mücadelesi veriyorlardı. Onlara meydan okuyanlar ise artık geriye dönüş olmadığını hissettiler ve elit sınıfa akılsızca görünen tamamen farklı bir paradigma arayışına girdiler. Ama ardından elit kesim, kendisininkinden başka herkesin menfaatine fena halde kayıtsız kalan bir görüntü çizmeye başladı.

Siyasi isyan hali sadece Avro-Amerika toplumuyla sınırlı değil. Diktatörlüğe evirilen, iktidardaki şahsiyetleri korumaya kararlı rejimlerde de bu görülebilir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping bunun birer örneği. Kendi mali elitlerine saldırıp daha baskıcı bir tutum takındıkça itibar ve güç kazanıyorlar. Aşağıdan gelen tepkilerle yükselen bir Trump veya bir Brexit yerine, bunların niyeti iktidarlarını güçlendirmek için bu hareketliliği kendi tasarruflarına almak.  Bu süreç Suudi Arabistan ve Türkiye’de de görülebilir.

2008’le birlikte yükselişe geçen konu, artık küresel sistemin veya finansal topluluğun menfaatleri değil de bir bütün olarak ülke menfaatlerini korumada halkların önemi ve milli liderliğin başatlığı haline geldi. Karşılıklı bağımlılığın başarısızlığa uğramasının mantıkî sonucu milliyetçiliğin yeniden ortaya çıkışı oldu. 2008 öncesindeki ideolojinin temel varsayımı, kısmen “kümülatif iktisadi büyümeden herkes istifade eder” üzerine kuruluydu. 2008 sonrasının ideolojisi ise “durguluğun bedelini orta ve alt sınıflar öder” fikrine dayandı. Ve bu da gelinen noktada siyasi bir hesaplaşmaya yol açıyor. 

Bu da azami büyümenin temel çıkar olmadığı bir durum yaratıyor. Eğer ki ekonomi %10 büyüyorsa ama sen işsizsen azami büyüme senin şahsi menfaatine değildir. Eğer ki orta gelir grubunun üstü bu %10’luk büyümeden istifade ediyor ama altındaki sınıf tüketim kapasitesinin daraldığını düşünüyorlarsa bunun sonucu ortadadır. Mesela serbest ticaret ekonominin bütününe fayda sağlayabilir, ama bu fayda sadece en tepedekilere akıp maliyeti aşağıdakiler çekebilir. Bu durumda orta gelirin altında para kazananlar, uzun vadede kümülatif büyümeyi feda edip orta gelirin altındakilere daha fazla gelir sunmaya hazır olan partilere gelecek 20 yılda oy vereceklerdir. 2008 öncesi hakim olan ideolojiye karşı olanların dillendirdiği argüman tam da budur. Serbest ticaret bir bütün olarak ekonomiye fayda sağlarken sınıflardan birini perişan edebilir. Bu sınıf düşük ücretlerin sonuçlarındansa düşük büyüme oranını kabul edecektir. 2008 öncesinin ideolojisi için bu, anlaşılmaz bir görüştü, ama artık Avro-Amerikan toplumunun yaklaşık yarısının hâkim ideolojisine dönüşmüş durumda.

Yeni bir ideoloji ortaya çıkmakta. Henüz iktidara gelmese de giderek büyümekte. Bu ideolojiye göre, ulus-devletin dışa bağımlılığını kontrol altına alması ve sınırlaması karşılıklı bağımlılığa kıyasla çok daha evladır. Yine ulus-devlet küreselleşmenin sağlayamadığı birtakım faydalar sunar: topluma aidiyet bilinci, kültürü koruma ve ben-idraki. Bu bakış açısına göre, bir ülkesi olmayan insanlar topluma aidiyet bilinci olmayan insanlardır; onlar tek başına, yalnız ve çaresizdir. Bunun kökeninde “paradan çok daha önemli şeyler vardır” iddiası bulunuyor.  

Bu bağlamda göç akına karşı Avrupa ve Amerika’dan yükselen muhalefet anlaşılabilir. Karşılıklı bağımlılığa karşı giderek büyüyen bir itiraz var ve bu sadece ticari bir mesele değil, aynı zamanda ulusu koruma meselesi. Kitlesel göçmen akışı, bilhassa yasadışı olanlar, (…) ulus-devlet için, tanıdığım ve kaderini paylaştığım insanlar için bir tehlike. Göçe karşı düşmanlık, değerlerde ve inançlarda yaşanan büyük değişimin sadece küçük bir boyutu.

Elit kesim bunu bir ırkçılık olarak lanetliyor. İster böyle olsun ister olmasın, bu aslında 2008 sonrasında hâkim ideolojiye verilen bir cevap niteliğinde. 2008’in yansımaları, 1929 Büyük Buhranı’na kıyasla çok daha yumuşak ve yavaş yavaş gelmekte. Ancak sistemi çok daha dramatik bir şekilde yere sermekte. Basit bir hakikat hala baki: 1929 sonrası dünya değişmiş ve bir daha asla eskisine geri dönmemişti. Bugün de aynısı geçerli. Tüm rejimler işleyiş biçimlerini değiştirmekte; demokrat elitlerin ekseriyeti değişimler karşısında şaşkına dönmüş durumda ve meydan okuyucularının nezaketsizliğini küçümsemeleri statükoyu sürdürmek için yeterli değil.


2008 senesi, tıpkı 1991, 1945 ve 1929 gibi bir dönüm noktası. Dünyanın işleyişinde gerçek bir nesil değişimi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder