31 Ekim 2016 Pazartesi

D.IGNATIUS: MUHTEMEL BAŞKAN CLINTON’IN DIŞ POLİTİKA PARADOKSU



MUHTEMEL AMERİKAN BAŞKANI CLINTON’IN DIŞ POLİTİKA PARADOKSU

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 27.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Amerikan başkanlık seçimleri öncesinde yapılan tahminlerin büyük çoğunluğu Demokratların adayı Hillary Clinton’ın zaferine işaret ederken, Clinton’ın başdanışmanları, başkanlık seçimleriyle ve Amerikan gücünün son dönemde gerilemesiyle sarsıntı geçiren dünyayı nasıl istikrara kavuşturacaklarını düşünüp taşınmaya başladılar bile.  
Demokratlar seçimi kazandığı takdirde Clinton ekibinin asıl paradoksu şu: Bir yandan Rusya, Çin ve diğer problemlerle uğraşırken ABD’nin “köşeye sıkışmış” gibi görünmesini engellemek için politikalarını sertleştirirken, diğer yandan birçoğunun bizzat görev aldığı selef Obama yönetimiyle devamlılık sinyalini nasıl verecekler? Clinton’ın danışmandan birinin de belirttiği gibi, dünyada durumun “alışılmadık biçimde fazlaca değişken” olduğu bir ortamda yeni başkan Amerikan üstünlüğünü tekrar tesis etmek zorunda.
Mevcut küresel belirsizlik ve meydan okuma ortamının geçmişteki benzerleri kendisine sorulduğunda, bu danışman, Vietnam Savaşı ve SSCB’nin çöküşünün hemen ardındaki dönemleri zikretti. Her iki dönemde de bu krizlerin yönetilmesinde kilit unsur, ABD’nin “stratejik inisiyatifi” almasıydı diye ekledi. Dönemin dışişleri bakanları Henry Kissinger ve James Baker, Amerikan diplomasisini aktif bir şekilde yöneterek küresel istikrarsızlığın ortasında dahi olayların akışını şekillendirebilmişti.
Rusya ve Çin ABD’yi test edeceği için müstakbel Amerikan yönetiminin ilk senesi, dünyanın dört bir yanında çok sayıda ihtilafla boğuşarak geçebilir. Clinton, müttefikleri ve hasımları tarafından ekibinin gayet iyi bilinmesinin avantajlarını yaşayacak ve muhtemelen acemice hatalar yapmayacaktır. Henüz bitmemiş İslam Devleti’ni yok etme ve terörle savaş görevlerini sürdürme sorumluluğu omuzlarında olacaktır.
Clinton’ın başa geçmesi halinde ekibi, Amerikan iktisadi gücünü yeniden inşa etmeyi ilk hayati adım addedecektir. Yavaş büyüyen Avrupa’yı ve diğer müttefiklerini cesaretlendirici adımlar babından ilk 100 gün içinde altyapı inşası ve yatırımı teşvik için büyük mali inisiyatifler alacaktır.
İlk danışman diyor ki “Dünya, idareyi ele alması ve ekonomik talebe ivme katması için ABD’ye bakıyor.” Bu ekipten ikinci bir danışman da “Ülke içindeki temellerimizi güçlendirmek, küresel ittifaklarımız bakımından yapabileceğimiz en önemli şey” iddiasında.
Rusya’yla mücadele çoktan başladı. Clinton ile Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında geçmişten gelen bir öfke sözkonusu ve bu, Rusya’nın Clinton’ın seçim kampanyası e-postalarını gizli kapaklı heklemesinin bir nedeni olabilir. Clinton ekibine göre, Putin’in bu entrikaları, Soğuk Savaş sonrasının bir stratejisi olan Rusya’yı Batılı iktisadi, siyasi ve güvenlik kurumlarına entegre etme çabalarının sonuna işaret ediyor. İlk danışman ısrarla diyor ki “Entegrasyon Rusya’nın umurunda değil.”
Rusya’yı yeniden çevrelemenin ilk adımı, parçalanmış ve zayıf düşmüş Avrupa’yı desteklemek. Clinton’ın yardımcıları Avrupalı diplomatlara diyorlar ki, seçimi kazandığı takdirde yeni başkan NATO ittifakına desteğini yeniden teyit için derhal bir NATO zirvesini toplamaya çalışacak. Benzer şekilde Clinton, Suudi Arabistan gibi diğer geleneksel müttefiklerine ABD’nin bölgeye geri döndüğü güvencesini vermeye çalışacak. İkinci danışmana göre Arap müttefiklere mesaj şu olacak: “Biz, Ortadoğu’nun güvenliğinde net ve öngörülebilir bir ortak olacağız.” Böylece Sünni devletler daha emin ve kendine güvenir hale geldikçe ABD İran’la diplomasiyi daha rahatça sürdürebilecek.
Avrupa güvenlik siyaseti, kıtanın geleneksel olarak en Amerikan yanlısı sesini susturan Brexit’le birlikte karmakarışık bir hale gelecek. Avrupalı bir diplomat, Clinton ile Alman Şansölyesi Angela Merkel’in birbirlerine “çok derin bir sempati” beslediklerini söylüyor. Bu sayede Clinton ekibinin daha sert bir Rusya politikası gütme arzusu çok daha fazla kolaylaşacak; zira Moskova’ya yönelik iktisadi yaptırımların süresinin Aralık ayındaki AB zirvesinde uzatılacağı kesin.
Clinton’ın danışmanları, Suriye kâbusu ve İslam Devleti sonrası Irak’ın nasıl yeniden inşa edileceği meselesi üzerinde çoktandır kafa yormaktalar. Seçimi kazandığı takdirde geçiş dönemi ekibinin yeni seçenekler geliştirmek için derhal “Suriye’yi Yeniden Gözden Geçirme Süreci”ni başlatmaları muhtemel. En büyük meydan okuma, Clinton’ın seçim kampanyasında vaat ettiği Suriye rejimince kontrol edilmeyen bölgelerde “güvenli alanlar” oluşturmayı nasıl hayata geçirecekleri meselesi olacak.
Asya politikası en alengirli sınav olabilir. Clinton’ın ekibi, Kuzey Kore’nin nükleer silahlar edinme çabasını Amerikan politikasının bir başarısızlığı ve muhtemel en büyük kriz olarak görüyor. Ekip, Kuzey Kore yönetimiyle nasıl baş edilebileceği konusunda Japonya ve Güney Kore’yle hızlıca görüşmelere başlayacak. Hedeflerden biri, tıpkı İran’ı felce uğratanlar kadar ağır bir dizi iktisadi yaptırımın yürürlüğe konması.

Clinton’ın Amerikan başkanı seçilmesi tuhaf bir karma mesaj içerecektir: Dünyaya daha sert bir yüz göstermek isterken Obama dönemiyle de bir süreklilik sağlamaya çalışacaktır. Yani yeni yönetimin güftesi değişim, bestesi statüko olacaktır. Muzaffer bir Clinton, ülkesini köşeye sıkışmış halden çıkarıp hamle yapmaya çalışacak; ancak hasımlarının onu devirip geçmeye çalıştığı bir dönemde bu hiç de kolay olmayacaktır. 


***

SEÇİMLERİN ARDINDAN AMERİKA’YI NE BEKLİYOR?

Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)
Project Syndicate, 25.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…) Seçim yarışı Amerikan toplumu içindeki derin fay hatlarını açığa çıkardı ve ülkenin küresel itibarına zarar verdi. (…) Temel soru şu: Seçimler bittikten sonra sırada ne var?
(…)
Bazı tahminler yürütülebilir. Hangi aday kazanırsa kazasın veya Kongre’nin her iki kanadında da hangi parti çoğunluğu elde ederse etsin, ABD’nin seçimlerden bölünmüş bir yönetimi olan parçalanmış bir ülke olarak çıkacağı noktasında pek de bir şüphe yok. Diğer partililerden biraz olsun destek almaksızın ne Demokratlar ne de Cumhuriyetçiler hedeflerini gerçekleştirebilirler.
Ancak kimse zannetmesin ki Amerikan siyasetindeki tek bölünmüşlük Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında. Aslında bu iki büyük partinin kendi içindeki bölünmüşlükler de son derece derin; öyle ki Demokratları sol ve Cumhuriyetçileri sağ aşırı uçlara doğru çeken büyük ve yüksek motivasyonlu fraksiyonlar var. İşte bu, merkezci pozisyonlarda uzlaşmayı çok daha fazla zorlaştıracaktır.
Başkanlık siyasetinin hızlıca yeniden devreye girmesi taviz ve uzlaşmayı daha da baltalayacaktır. Eğer Clinton kazanırsa, birçok Cumhuriyetçi bunun sadece ve sadece Trump’ın kusurları yüzünden gerçekleştiğini varsayacak ve Clinton’ı muhtemelen tek dönemlik başkan olarak değerlendirecekler. (…) Birçok Cumhuriyetçi (özellikle de Clinton’ın zaferinin meşruiyetini inkâr edenler), onun yönetimini sürekli kösteklemeye çalışacak ki 2020 seçimlerinde başarılı bir başkan olarak yarışamasın.
Benzer şekilde eğer Trump kazanırsa, –seçim sonuçlarının sürprizini ve dehşetini atlattıktan sonra- Demokratların çoğu (ve hatta bazı Cumhuriyetçiler) onun ikinci dönem başkanlık için yarışmasını engellemeyi en temel öncelikleri haline getirecekler. Trump’ın politika üreten çalışma arkadaşlarının onun seçim vaatlerinin bir kısmını hayata geçirmeyi sakıncalı bulacakları dikkate alındığında Trump başkanlığında ülkeyi yönetmek iyice zorlaşacaktır.
Her iki senaryoda da eskiyen altyapıyı modernleştirme, vergi yasası, sağlık hizmetlerinde reform gibi birkaç alanda ilerleme kaydetmek mümkün olabilir. (…)
Ancak Kongre’yle Başkan arasında işbirliğini gerektiren göç reformu, ticaret gibi diğer meselelere kısa zamanda el atmak pek de mümkün görünmüyor. (…) Bu arada ABD’nin bütçe açığı ve borçları kesinlikle yükselecektir (…).
Seçimlerin dış politikaya etkisi daha farklı olacaktır; zira Amerikan Anayasasına göre, Başkan Kongre’ye takılmadan epeyce serbest bir şekilde hareket edebilmektedir. (…)
(…)
Amerikan başkanlık seçimlerinden sonra ABD’ye ne olacağı, cevabı hala bilinmeyen bir soru. Bazı sonuçlara akıl yürütmek suretiyle varılabilir, ama kesin olan tek şey şu: Dünya nüfusunun %96’sı Amerikan başkanlık seçimlerinde oy kullanmasa da sonuçların olumlu veya olumsuz etkilerini en az Amerikalılar kadar hissedecekler. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder