25 Eylül 2016 Pazar

A.KORYBKO: SURİYE’YE GİREN TÜRKİYE, ÖSO VE YENİ ANAYASA ÇEKİŞMESİ


SURİYE’YE GİREN TÜRKİYE, ÖSO VE ELİ KULAĞINDAKİ YENİ SURİYE ANAYASASI ÇEKİŞMESİ
Andrew Korybko (Rus siyaset bilimci, gazeteci, yazar; Rusya Halkların Kardeşliği Üniversitesi Stratejik Araştırmalar ve Öngörüler Enstitüsü uzman konseyi üyesi)
Katehon, 26.8.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Rusya’daki Avrasyacı Aleksandr Dugin ekibinin düşünce kuruluşu tarafından yayınlanan aşağıdaki makale, Türkiye’nin Suriye’ye girişine Rusya-İran-Suriye üçlüsü niçin izin verdi, yeni ortaklıktan beklentiler ve muhtemel tehlikeler neler gibi sorulara cevap veriyor. Rus tarafının zihnini çözme bağlamında ve hangi hesapları yaptıklarını keşfetmek babından önem arz ediyor. Öte yandan çok uzun olan bu yazının tercüme etmediğim kısımlarında yazarın epeyce bir savunmacı tutuma girdiğini, Türkiye’nin politikalarına destek veriyormuş gibi algılanmamak için özel bir çaba sarf ettiğini, sanki kendisine gelecek muhtemel eleştirilere karşı bir ön alma amacı taşıdığını da bir not olarak düşmek isterim. 


Giriş
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine düzenlediği askeri operasyonun ardındaki gizli saiklerle ilgili son birkaç gündür çokça tantana yapıldı; birçokları, Erdoğan’ın “diğerleri için fedakarlık yapıp da elini taşın altına sokmak” ve çok-kutuplu müttefiklerinin “federalizm yanlısı” Kürtleri temizlemesine yardımcı olmak için “fedakarane bir şekilde” operasyon emrini verdiğine inanmadı. Türkiye’nin bu operasyonu düzenlerken gerçekten de kendi menfaati çerçevesinde bir milli güvenlik kaygısı sözkonusu. Ancak Sultan’ın kurnazlığından hareketle diyebiliriz ki, onun mutlaka bir veya iki gizili planı olmalıdır ve (başlı başına büyük bir hedef olan) güney sınırı boyunca PKK’ya güvenli bir sığınak oluşumunu engellemekten çok daha büyük hedefleri olması da kuvvetle muhtemeldir. Gerçek şu ki, Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahaleyle asıl uzun vadeli niyeti, panikleyen nicelerinin zannettiği gibi öyle Suriye topraklarını ele geçirmek falan değil; asıl niyet, Suriye Anayasasını değiştirmek ve bu, ülke için birçok açıdan kötü, hatta [toprakları ele geçirmekten] çok daha kötü sonuçlar doğurabilir.
Suriye, Rusya ve İran tabii ki bunun farkında. Belki de Erdoğan’a, bir bataklığa saplanma riskini göze alma pahasına Suriye’nin kuzeyine girip buradan Kürtleri çıkarmasına ve Suudi yanlısı IŞİD ile Amerikan yanlısı Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nin yerine Ankara’nın Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’nu geçirmesine ikna etmek için Türkiye’nin önümüzdeki Suriye Anayasasının yazım sürecini etkileyebileceğini –tabii ki söz vermeseler de– vaat etmiş olabilirler. Oynanan bu kumardaki risklere ve planda her şeyin ters gitme ihtimaline rağmen öyle görünüyor ki Direniş Bloku, muhtemel faydaların tehlikelere kıyasla çok daha ağır bastığında karar kıldı. Ayrıca kendileri [Z.T.K. Suriye, Rusya ve İran’ı kastediyor] –sebebi her ne olursa olsun– topyekûn bir askeri operasyona girme gibi bir siyasi iradeye sahip olmadıklarından, Türkiye’nin Suriye’de Washington ve Riyad adına savaşan vekil kuvvetlere karşı bir “maşa” olarak harekete geçmesini tercih etmiş gibi görünüyorlar.
Buradaki asıl tehlike, –Türkiye, ABD ve Suudi Arabistan’ın desteklediği uluslararası alanda tanınmış “ılımlı” isyancı grupların karmakarışık bir koalisyonuna kıyasla– ÖSO işgalindeki bir kuzey Suriye’nin Ankara’yı, BM Güvenlik Konseyi himayesinde yürütülen Suriye Anayasasının değiştirilme sürecinde dolaylı katkılarıyla çok daha iyi bir pozisyona sokması. Ancak işin sadece tehlike değil fırsat boyutu da var: Türkiye ABD ile Suudi Arabistan’ı askeri-diplomatik denklemden çıkarabilir, buna mukabil Ankara’nın siyaseten istediği şeyleri elde edeceğine dair [Rusya, İran ve Suriye rejimi tarafından] kesin bir güvence verilmiş de değil. 
Masadaki her şey aslında bir fırsat; Şam, Moskova ve Tahran’daki diplomasi ustaları Ankara’nın nüfuzunun nötralize edilmesi ve somut hiçbir zarar veremez hale gelmesi için bir hal çaresine bakabilirler. Türkiye’yle bir “kullanışlı aptal” gibi oyun oynanmıyor; zira Suudi destekli IŞİD ve Amerikan destekli YPG’nin Suriye’nin kuzeyinden ve belki de ülkenin geri kalanından çıkarılması hem Ankara’nın hem de ortaklarının faydasına. Ama Erdoğan son bir hamleyle Cumhurbaşkanı Esed’i koltuğundan etmeyi başaramayacaktır.
(...)

Direniş Bloku’nun ÖSO’yla ilişkisi
Türkiye’nin hâlihazırda kuzey Suriye’deki resmi askeri varlığının son derece az ve sahadaki birliklerin asıl büyük kısmının ÖSO olduğunu belirtmek önemli. ÖSO aslında büyük çoğunluğu teröristlerden oluşan eklektik bir “ılımlı” isyancı grubu. (...)
Bunların hiçbiri Şam’ın ve Moskova’nın terörizme karşı “yumuşadığı” veya “onları sattığı” anlamına gelmez; ama jeopolitiğin pratik dünyasında uzun vadeli pragmatik sonuçlara ulaşmak için normatif tavizler verilmelidir. Dünyanın döndüğü gerçeklik işte budur. (...)
(..)

Dolaylı destek stratejisinin sebebi
Bu kararlarının ardındaki sebep şu: Ne Rusya’nın ne de İran’ın ÖSO’ya karşı topyekun bir konvansiyonel savaş açmak gibi bir siyasi iradesi var; bütün cephelerde bir kurtuluş savaşı vermekte olan ve yeni kurtarılan bölgeleri elinde tutması, kritik tedarik hatlarını koruması ve savaş alanındaki kayıplarını sürekli yeni eğitilmiş personelle takviye etmesi gereken Suriye rejimi de müttefiklerinden kesintisiz destek gelmeden bunu kendi başına yapabilecek bir konumda değil. Muhtelif sebeplerle bu destek gelemediğinden mevcut en pragmatik ikinci seçeneğe, yani ÖSO’yu Şam, Moskova ve Tahran’ın ortak çıkarlarını karşıladığında kılı kırk yararak kullanmaya razı olmak durumundalar. Bu da demek oluyor ki ÖSO’nun varlığını kabullendiler ve –aktif bir şekilde yardım etmek yerine– edilgen biçimde IŞİD, Nusra ve BM ile Cenevre müzakerelerinin katılımcıları tarafından “konsensüsle kararlaştırılmış” diğer terörist gruplara karşı savaşmasına imkan verdiler. (...)
Eğer Direniş Bloku’nun ÖSO’yla karmaşık ilişkileri ve bu tartışmalı düzenlemenin ardındaki sebepler kavranabilirse Suriye, Rusya ve İran’ın Türkiye’nin kuzey Suriye’de IŞİD’e ve YPG’ye karşı ÖSO’yu vekil kuvvet olarak kullanmasına niçin aşırı tepki göstermediği de daha kolay anlaşılabilir. Unutulmamalı ki sınırları bir şekilde değiştirmek isteyen ve Cenevre müzakerelerinde taraf olmayan IŞİD ve YPG, ÖSO’ya kıyasla, Suriye’ye ve toprak bütünlüğüne dönük daha büyük birer tehdit. Oysa ÖSO, ülkenin mevcut sınırlarına bağlı ve Cenevre sürecinde aktif taraflardan biri.

Kürtlerle ilişkileri yeniden düşünmek
YPG ve siyasi kanadı PYD’nin Cenevre’de temsil edilmeme sebebi, tabii ki Kürtlerin talebine karşı Türkiye’nin tavizsiz direniş göstermesi. Hatta Rusya-Türkiye ve bunun tamamlayıcısı niteliğindeki İran-Türkiye yakınlaşmaları dahi bu konuda hiçbir ilerlemeye yol açamadı. Bu da Moskova ve Tahran’ı, Suriyeli Kürtleri yanlarına çekebilmek için ABD’yle girdikleri yarışa ümitsizce devam etmektense –ki bu çaba tamamen başarısız oldu–, Büyük Güç Türkiye’yle gelecekte kuracakları çok-kutuplu ilişkilere daha fazla ihtimam göstermeye sevk etti. Moskova’nın bu Amerikan yanlısı vekil kuvvetle işleyen tek ilişki biçimi, IŞİD’e karşı saldırıları sırasında hava bombardımanıyla destek vermek ve Haseke’de Kürtlerin kışkırtmasıyla çıkan son çatışmalarda YPG ile Suriye Arap Ordusu’nun arasını bulmak oldu. (...) Şam ise (...) toprak bütünlüğünü korumak için elinden gelen her şeyi yapacak ve YPG öncülüğündeki “federalist” komploya karşı gerekirse askeri kuvvet de kullanmak suretiyle direnecektir.
Geçmişte Kürtler sadece IŞİD’le ve diğer terör örgütleriyle çarpışırken ne Suriye ne Rusya ne de İran’ın onlarla herhangi bir problemi oldu ve tabii ki o dönemde Kürtlere mümkün olan her türlü desteği de verdiler. Ancak PYD, Suriye Anayasası’nı tamamen ihlal edip tek taraflı olarak bir “federal” devlet ilan ettiği andan itibaren [17 Mart 2016] her üç aktör de örgütü, –aslında eskiden beri hep var olduğu şekliyle– Amerikan-“İsrail”-Suudi nüfuzunun tehlikeli bir ayrılıkçı ajanı olarak görmeye başladılar. Haseke’de Suriye Arap Ordusu’na saldırısı, örgütün Suriye devletine karşı hasmane niyetlerini teyit etti ve böylece bu saldırgan yapının Fırat’ın iki yakasını birleştirerek Suriye’yle Türkiye arasında bir nifak kuşağı oluşturmasını engellemek üzere Ankara’nın kısa süre içinde girişeceği, çok-kutuplu koordine edilen misyonun ne denli doğru olduğunu da kanıtladı. İşte bütün bu nedenlerden ötürü Suriye, Rusya ve İran, PYD/YPG’yi ortak stratejik çıkarlarının tamamen gözden çıkarılabilir bir unsuru olarak görmeye başladı ve Ankara’nın son dönemde onlara karşı başlattığı seferberliği edilgen biçimde kabullendi.

Türkiye’nin askeri harekâtını kabullenmek
(...) Eğer ki Türkiye’nin YPG’yi (…) kuzey sınır kuşağından temizlemek üzere bir askeri harekât başlatması Şam, Moskova ve Tahran’ın ortak çıkarlarına uygun olmasaydı, hep bir ağızdan Ankara’yı kınarlar ve (...) işgalcileri çıkarmak için acilen askeri planlamaya girişirlerdi.
Rus uçağının düşürülmesinden itibaren geçen dokuz ay boyunca Türkiye’nin işgalini caydıran askeri ekipmanlar [Z.T.K. S-400 füzelerini vs. kastediyor] bugün hala Suriye topraklarında bulunuyor. Bu da gösteriyor ki, eğer önceden Ankara’nın Suriye, Rusya ve İran’la bir koordinasyonu olmasaydı Türkiye’nin toprak ihlaline derhal müdahale ederlerdi (Bakmayın siz, bu üç ülkenin kendi iç kamuoyları nezdinde zevahiri kurtarmak için söylediklerine). (...) Suriye’nin her iki hamisi de bir kırmızı çizgi ve ültimatom olarak yorumlanabilecek herhangi bir açıklama yapmadı ve bu da Türkiye’nin son hamlesini bir tehdit değil, önceden ayarlanmış, Suriye’nin nihai olarak işine yarayacak bir fırsat olarak gördüklerini teyit ediyor.
IŞİD’in Türkiye sınırından çıkartılması Ankara’nın geçmişte örgüte verdiği bütün maddi desteği kestiği anlamına geliyor. Ayrıca YPG’nin Fırat’ın iki yakasını birleştirmesine karşı aldığı proaktif önleyici tedbirler de ABD-İsrail-Suud üçlüsünün Suriye’nin kuzeyi boyuca bir Kürt Kuşağı kurma planını büyük ölçüde engelliyor. Bu çok taraflı kazançlı hedefi destekleme karşılığında Direniş Bloku, ortaya çıkan boşluğu Türkiye’nin ÖSO’lu vekilleriyle birlikte doldurmasını kabullenmişe benziyor. Unutmayın ki ÖSO, feci şiddet siciline ve ABD’yle çoktandır devam eden bağlarına rağmen, her üç ülke tarafından da BM düzeyinde resmen müzakerelere katılan “meşru” ve “ılımlı” bir güç olarak kabul edildi.
Doğrusunu söylemek gerekirse Washington geçtiğimiz sene ÖSO’yu epeyce yalnız bıraktı. Şu anda Türkiye onun hamiliği rolünü ele aldı ve ÖSO savaşçılarını kendi vekil gücü haline getirerek ABD’nin daha evvel onlar üzerinde kurduğu nüfuzu gevşetti. Bu, hiçbir şekilde ÖSO’nun güvenilebilir bir aktör olduğu anlamına gelmez; ama Üçlü Büyük Güçler Rusya-Türkiye-İran arasında gelişen çok-kutuplu ortak çıkarlar çerçevesinde, pragmatik olarak ehven-i şer addedilerek belki daha etkin bir şekilde yönetilebilir ve yönlendirilebilir.

ÖSO’nun asli önemi
(...) Gerçekçi olmak gerekirse, IŞİD de PYD/YPG de Cenevre müzakerelerinin bir tarafı olamayacak, ama ÖSO hâlihazırda bir taraf. Eğer ki ülkenin her bir metrekare toprağında askeri kontrol kuran tüm taraflar gelecekteki müzakerelere dahil edilmezse Suriye’deki çatışmaya kalıcı bir çözüm bulunması mümkün değil. Direniş Bloku bunun farkında. Suriye Arap Ordusu’nun tüm ülkeyi kurtarması en ideal çözüm olmasına rağmen, gerçekçi olmak gerekirse bunun hayata geçirilmesi çok zor. Çünkü Rusya ve İran’ın ülkedeki her silahlı isyancı güce karşı topyekûn bir konvansiyonel savaş başlatma gibi bir siyasi irade ve isteği yok; Suriye Arap Ordusu da dışarıdan destek almadan böyle bir şeyi yapabilecek durumda değil. Dolayısıyla şu anda en iyi ikinci çözümün peşindeler, yani IŞİD ve Cenevre’ye katılmayan PYD/YPG gibi örgütlerce işgal edilmiş toprakların kontrolünün Suriye, Rusya ve İran tarafından resmen tanınmış “ılımlı isyancılar” tarafından ele alması.
PYD/YPG’nin Cenevre müzakerelerine davet edilme ihtimali azıcık da olsa var; ama Direniş Bloku’nun bu konuda Türkiye’yi iknaya girişebilmesinin tek yolu, örgütün daha evvel ilan ettiği “federalizm” planından açıkça vazgeçmesi ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü destekleme sözü vermesidir.
Bu durumda dahi Ankara’nın bunu kabullenmesi çok uzak bir ihtimal; ama belki de Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda bir kördüğüme yol açma riskine karşı bu, ileride bütün taraflar için daha tercihe şayan hale gelebilir. Kürtlere Cenevre’de bir çeşit temsiliyet imkanı sunacak bir başka ihtimal de şu olabilir: Türklerin ve/veya Suriye-Rusya-İran’ın da desteğiyle, bir çeşit ortak operasyonla PYD/YPG’nin lağvedilmesi ve yerine Şam’a sadık “ılımlı” Kürtlerin getirilmesi. Bu, herkes için üzerinde uzlaşılan en iyi çözüm olabilir. Böylece hem Amerika-“İsrail”-Suud üçlüsünün Kürt Kuşağı etkisiz hale getirilir, hem de Kürtler çatışma sonrası resmi anlaşmada bir çeşit temsiliyete sahip olurlar, tabii ki “federal” devlet taleplerinden vazgeçerlerse.
Kürtler ister Cenevre’ye katılsın ister katılmasın gerçek şu ki, Direniş Bloku, Türkiye’nin açık konvansiyonel askeri desteğiyle ÖSO’nun Suriye’nin kuzeyinde nüfuzunu genişletmesini ve IŞİD ile YPG’den doğan boşluğu doldurmasını artık kabullendi. (...)

“İsyancı” dalaşı
Gayrimeşru ve radikal “isyancılar”ın “konsensüsle kabullenilmiş” emsalleriyle yer değiştirilmesi, birbiriyle bağlantılı iki şekilde tezahür edecek: İlki IŞİD’le alakalı; bu terör örgütü yenilgiye uğratılacak ve ondan kurtarılan topraklarda Rusya ve İran destekli Suriye Arap Ordusu, Türkiye destekli ÖSO ve ABD destekli “Suriye Demokratik Güçleri” (SDG) kontrolü sağlayacak. Burada meselenin diğer bir yüzü ortaya çıkıyor: SDG’nin asıl büyük bileşeni YPG olup az evvel bahsettiğimiz üzere bu örgüt dağılabilir veya Şam yanlısı “ılımlı” gruplarla yer değiştirebilir. Hatta SDG içindeki Arap azınlığın bu oluşumdan ayrılıp ÖSO’ya katılması ihtimali dahi var ve bu durumda YPG “kapsayıcılık meşruiyeti”den mahrum kalacak ve etnik üstünlüğe dayalı bir milis grubu olduğu açığa çıkacak.
(....) şu an için mümkün görünmeyen tüm toprakların Suriye Arap Ordusu’nca kurtarılması dışında Direniş Bloku için en tercihe şayan seçenek, YPG’nin parçalanması, çok-kutupluluk yanlısı “ılımlı” Kürt emsalleriyle yer değiştirmesi ve ABD’yle müttefik olan SDG’deki Arap savaşçıların Türkiye destekli ÖSO’ya “katılması”dır. Temel hedef, (bu bir ideal olmasa da şu an için Direniş Bloku bunda karar kılmış gibi görünüyor) Türk vekillerin Suudi (IŞİD) ve Amerikan (YPG ve SDG) vekillerini saf dışı bırakması ve böylelikle geriye kalan iki tarafı [Z.T.K. yani rejim ile ÖSO] anlaşmaya zorlayarak çatışma sonrası diplomatik çözüme ulaşılmasının kolaylaşması. Bu aşamada Suriye, Rusya ve İran liderliklerinin defaatle savaşı sonlandırmak için askeri değil siyasi çözümün gerekli olduğuna vurgu yaptıklarını unutmamak gerekir; bu da Suriye Arap Ordusu’nun tüm Suriye’yi kurtarmayı başaramayacağını artık kabullendikleri anlamına gelir.
(...)
Eğer ki yukarıda çizdiğim tablo doğruysa şu anlama gelir: Çok-kutuplu Büyük Güçler olan Rusya ve İran, Türkiye’nin Üçlü formatta sürece müdahil olması için Suriye’den izin aldı; nitekim Ankara’nın yardımıyla, “üzerinde uzlaşılmamış” tüm gruplar bertaraf edilip yerlerine ÖSO geçirilebilir ve böylelikle Amerikan destekli SDG karşısında güçlü bir karşı-denge olarak işlev görüp muhtemel “taraf değiştirecek” tüm Araplar için ÖSO bir cazibe merkezine dönüşebilirdi.
Bu kritik aşamada, Türkiye’nin ne ölçüde Çok-kutuplu Camiaya kayacağına ve ABD’nin buna vereceği tepkiye bağlı olarak ÖSO ile SDG’nin Suriye’de çatışması dahi mümkün. Zira Ankara, yeni ortaklarıyla yaptığı anlaşmanın bir parçası olarak Washington’ın vekil kuvvetlerini saf dışı bırakmak için bir savaş verebilir. Tabii illa da böyle bir çatışma yaşanacak çıkarımında bulunmamak lazım; Erdoğan eğer iyice hırslanırsa ve/veya çok-kutuplu hamlenin ortasında ABD onu geri kazanırsa, işte bu durumda ters tepmesi muhtemel birçok husus var. (...)

Anayasal kavgalar
BM Güvenlik Konseyi himayesi altında Suriye Anayasası’nın yeniden yazılması Erdoğan’ın nihai hedefi; her ne kadar bu onu henüz daha yeni uzlaştığı (...) ortaklarıyla ileride stratejik olarak karşı karşıya getirecek olsa da. Bütün Büyük Güçlerin aralarında ihtilaflar ve rekabet alanları her daim mevcuttur; Çok-kutuplu Camia ve Rusya-İran-Türkiye Üçlüsü için de durum farklı değil. Suriye Savaşı’nın çözümü için birlikte çalışsalar de bu üç ülke, IŞİD yenilgiye uğratıldıktan sonra yerine neyin geçmesi gerektiği konusunda hala daha açıkça uzlaşabilmiş değiller. Moskova ve Tahran, Cumhurbaşkanı Esed’den görevi bırakması noktasında hiçbir talepte bulunmadı; Ankara ise hala daha bu itici söyleminden vazgeçmiş değil, her ne kadar bu talebi hep sözde kalsa da. Çok büyük bir ihtimalle Erdoğan, Suriye vatandaşlarının iradesi doğrultusunda Cumhurbaşkanı Esed’in ülkesini demokratik olarak yönetmeyi sürdürmesini kabullenmiş durumda (...); ancak bu demek değil ki Sultan, Suriye Anayasasının yenilenmesi müzakerelerinde rakibini düşürme ümidini taşımıyor olsun.

Yüzleşme:
Son bir senedir Suriye’de yürüyen tüm askeri-diplomatik angajmanlar, “üzerinde uzlaşılmamış” tüm müzakere taraflarını sahadan temizlemeye ve yerlerine, Suriye’nin toprak bütünlüğünü kabul eden ve bu sayede Suriye Savaşı’nda sürdürülebilir bir çözümü sağlayacak –ister Suriye Arap Ordusu olsun, isterse “ılımlı isyancılar”– uluslararası alanda tanınmış güçleri getirmeye odaklanmış durumda. Bu devasa adımı tamamladıktan sonra ikinci iş, Suriye’nin yeni anayasasının mahiyeti üzerinde çalışmak olacak ve işte bu, tam da meşhur tabirle “şeytan ayrıntılarda saklıdır” noktası. PYD/YPG ve “üzerinde uzlaşılan” IŞİD gibi diğer terörist gruplar dışında sahada halihazırda aktif olan tüm taraflar, Suriye’nin sınırlarının dokunulamazlığını destekliyor ve ülkenin iç parçalanması anlamına gelen “federalizm”e karşı duruyorlar. Ancak Cumhurbaşkanı Esed’in akıbeti ve genel olarak Suriye Cumhurbaşkanlığı makamı konusunda keskin bir ihtilaf içindeler.
Hükümet yanlıları, doğal olarak Cumhurbaşkanı Esed’in demokratik yetkisinin sürdürülmesi ve güçlü cumhurbaşkanlığı makamının korunmasından yanalar; hele de bölücü bir savaşın ardından ülkeyi bir arada tutacak güçlü bir liderin varlığının her zamankinden çok daha önemli olduğunu gördükten sonra. Öte yandan silahlı sistem dışı muhalefet, her ne kadar politikalarını “ılımlılaştır”ıp hızlı bir rejim değişikliği yerine “aşamalı geçiş süreci”ni kabullenseler de, açıkça bir rejim değişikliğinden yana ve cumhurbaşkanlığının sembolik veya iyice zayıflamış bir makam olmasını destekliyor. Pozisyonlar birbirine bu denli zıtken bu konuda bir düzenlemeye gitmek son derece meydan okuyucu olacak ve iki taraftan biri taviz vermek zorunda kalacak. (...)

Erdoğan’ın hamlesi:
(...) Nihai gerçeklik şu ki Cenevre’ye katılmayan silahlı grupların tamamı etkisiz hale getirildikten sonra Ankara’nın vekilleri, Suriye Anayasası’nın yeniden yazılması sürecinde farklı düzeylerde de olsa bir etkinlik kurma şansı elde edecekler. Dahası, gelecekteki anayasa müzakerelerinde kendi müttefiklerinin eline azami düzeyde koz vermek için Erdoğan, “hırs” yapabilir ve SDG –ister doğrudan çatışmak, isterse Arap üyelerine YPG’den ayrılıp ÖSO’ya katılması ve ardından silahlarını Kürtlere çevirmesi için baskı yapmak suretiyle– temizlendiği takdirde ÖSO’nun çok daha iyi bir pozisyon elde edeceğini düşünebilir. Suriye’nin kuzeyinde Amerikan vekillerini safdışı bırakacağından (...) bu, Direniş Bloku için en tercihe şayan seçenek olabilir.

Ademi merkeziyetçilik yetki devri kadar tehlikeli olabilir
Uluslararası alanda tanınan tüm müzakereci grupların Suriye’nin bütünlüğü üzerindeki kontrollerini sağlamlaştırmaları, çatışmanın silahlı alandan siyasi alana taşınmasıyla sonuçlanacak ve bu süreçte diplomasi, taraflardan her birinin kendi gündemini savunmak için kullanacağı en önemli silaha dönüşecektir. Türkiye’nin desteklediği ÖSO, bozguna uğrayan YPG, SDG ve IŞİD’in yerine kuzey Suriye’nin tamamında kontrolü sağlasa dahi Ankara’nın Cumhurbaşkanı Esed’i koltuğundan etmek için anayasal entrikalarını kabul ettirmeyi başaracağının hiçbir garantisi yok. ÖSO, YPG, SDG ve IŞİD’in işgalindeki toprakların nüfusu az olduğundan kontrolleri altındaki tüm vatandaşları ikna etseler dahi verecekleri oylar Esed karşıtı bir anayasayı geçirtmeye yetmeyecektir. Dolayısıyla “Türkiye’nin son anda yapacağı rejim değişikliği planı acaba başarılı olur mu?” diye hükümet destekçilerinin korkacakları hiçbir şey yok; ama dikkatle takip etmeleri gereken şey, Ankara ve müttefiklerinin vilayetlere iktisadi sorumluluk ve kaynak paylaşımı üzerinde daha fazla kontrol imkanı verecek ademi merkeziyetçi taleplerde bulunmaları.
Pratik anlamda böyle bir teklifin ardındaki temel motivasyon, Suriye’nin kuzeydoğusunun ülkenin su, tarım ve enerji merkezi, yani esasen her anlamda ülkenin en önemli kaynak üssü olması. Türkiye –eğer ki bütün bu bölgeyi YPG/SDG’den ve ayrıca ABD’den ele geçiremezse– çok daha kalabalık olan ülkenin “batı hilal”inin sandık başında liderlerine sahip çıkacağını ve güçlü cumhurbaşkanlığını bir ulusal çıkar addettiğini görerek, Cumhurbaşkanı Esed’in iktidarını fiilen tanıma karşılığında bu topraklar üzerinde dolaylı kontrol sağlayarak bir teselli bulabilir.
(…)
Kısa süre evvel Şam’la bir anlaşma imzalayan Moskova’nın Suriye’nin kuzeydoğusunda bulunan enerji kaynaklarının yabancı güçlerin de facto idari kontrolüne geçmemesi konusunda artık özel bir çıkarı da var. Suriye yönetimi ülkenin tüm petrol ve doğalgaz altyapısını elden geçirmesi için Rusya’yı davet etti; bunun Moskova için bölgede stratejik profilini daha da yükseltebileceği kârlı bir uzun vadeli yatırım işi olacağı aşikâr. Rusya için o kadar iyi bir teklif ki bu fırsatı kaçırması veya elinden kayıp gitmesine izin vermesi mümkün değil. Bu yüzden Rusya’nın ülkenin bu kısmındaki kaynakların, anayasaya ademi merkeziyetçi bir maddenin girişiyle fiilen yabancı bir gücün kontrolüne girmesini engellemek için askeri olmasa da diplomatik açıdan elinden gelen her şeyi yapacağı çıkarımında bulunabiliriz. Sonuç olarak, vatanperver Suriyeliler ve onların destekçileri, haklı bir şekilde Türkiye’nin Suriye’ye girmesinden endişelenebilirler; ama Rusya’nın da aslında korumak için maddi anlamda riske girmesine değecek, kuzeydoğunun kumlarına gömülü çokça çıkarı bulunduğundan müsterih olsunlar.
Ancak tam da bu yüzden eğer ki Ankara’nın vekili ÖSO işgal ettiği yapıların kontrolünü devretmezse bu, Türkiye’yle bir problem yaratabilir. Öte yandan Suriye ve Rusya’nın ülkenin o kısmında bulunan doğal kaynaklardan Türkiye’ye belli bir oranda ve daha düşük bir fiyata petrol ve doğalgaz satabileceğine ilişkin bir uzlaşma anlaşmasıyla da bir çözüm üretilebilir. ABD ve vekilleriyle böyle bir anlaşmaya varmak ise mümkün değil. Zira Washington, kendisi ve vekilleri petrolü ve doğalgazı kontrol ettiği ve böylelikle jeostratejik açıdan uygun gördüğünde akışı kesme imkanını elinde tuttuğu sürece kaynakların nereye gideceğini umursamaz bile. İşte bu, ülkenin kuzeydoğusunun IŞİD’den temizlendikten sonra Amerikan yanlısı YPG/SDG’dense Türkiye müttefiki ÖSO’nun eline geçmesinin niçin daha iyi olduğunu ve Ankara’nın hırsla Washington’ın vekillerini lağvetmeye çalışmasının kapsamlı faydasını ortaya koyuyor. Tabii ki bu, Rus ve İranlı müttefiklerinin kesintisiz askeri yardımıyla Suriye Arap Ordusu’nun tüm ülkeyi kurtarmasına dayalı en ideal çözümün ardından ikinci sırada gelen seçenek.

Karanlık senaryolar
Giriş bölümünde dikkat çektiğim üzere, Türkiye’nin Suriye’ye konvansiyonel askeri müdahalesi tüm taraflar için gerçekten de bir hesaplı hareket niteliğinde. Eğer ki Türkiye, Suriye’deki Amerikan ve Suudi vekilleri bertaraf etmeyi (veya bertarafına yardımcı olmayı) başarırsa ve (anayasanın yeniden yazımı üzerinden) herhangi bir gizli rejim değişikliği gündeminden uzaklaşırsa bu bir kazan-kazanla sonuçlanabilir. Ancak eğer ki Erdoğan, hırslanır ve/veya bütün bu sürecin ortasında tutup da ABD safına geçerse bu, Çok-kutuplu Camia için çok kötü bir sonuç doğurabilir. Bu inisiyatifin makuliyetine dair şahsi fikirleri bir kenara bırakın, gerçek şu ki Suriye, Rusya ve İran bunun muhtemel faydalarının tehlikelerinden çok daha ağır bastığı ve kontrolden çıkması halinde Türkiye’ye karşı acil durum askeri önemlerinin uygulamaya konabileceği konusunda hemfikirler.
Kimse böyle bir senaryonun yaşanmasını istemez; hiç şüphesiz en başta da –ordu içinde yaşanan son dönemdeki “temizlik”/”tasfiye” nedeniyle Amerikan destekli başarısız askeri darbe öncesine kıyasla şu anda daha zayıf bir durumdaki– Türkiye… Türkiye’nin geçmişte Rus ordusunun tam kapsamlı cezalandırıcı saldırılarına karşı direnme şansı yoktu; Erdoğan, binlerce askeri ve generallerin neredeyse yarısını görevinden attığı bir ortamda bundan sonra da herhangi bir Rus saldırısına karşı direnemeyecektir. (...) Türkiye’nin yeni bir ihanetiyle yaşanacak muhtemel en karanlık senaryo, Erdoğan’ın önceden uzlaşılmış askeri misyonu aşarak Direniş Bloku’nun ona ve ÖSO’ya izin verdiği sınırların ötesine geçmesidir.
Mesela Suriye’deki Türk askeri birliklerinin Halep’te Suriye Arap Ordusu’na karşı askeri çatışmalarda ÖSO’ya doğrudan yardım etmesi veya kışkırtması halinde bu doğal olarak Şam, Moskova ve Tahran’ı alarma geçirecektir. Yine eğer ki Türk birlikleri, Suriye Arap Ordusu’na saldırmaya kalkışırsa bu, doğal olarak Direniş Bloku’nun derhal orantılı mukabelesiyle bir savaş nedeni olacaktır.
Ortaklarının güvenine darbe vuracak ve savaş ihtimalini artıracak Türkiye’nin bir diğer tehlikeli hamlesi, ÖSO işgalindeki topraklara aşırı derecede fazla konvansiyonel yığınak (yani asker, tank, zırhlı personel taşıyıcı vs.) yapması olacaktır. Zira bu, kısa vadeli bir terörle mücadele operasyonuna değil, uzun sürecek bir işgale giriştiği anlamına gelecektir.

Kırmızı çizgiyi çekecek ve haddi aşmanın ölçüsünü belirleyecek olan Suriye’dir. Şam, bu kadarı da fazla diye düşündüğünde ve birliklerini geri çekmesi için Türkiye’ye baskı yapmaya başladığında eğer ki Ankara bunu reddederse, Direniş Bloku, işgalci kuvvete karşı ortak askeri harekâta hazırlık yapmadan evvel çok taraflı sert bir diplomatik mukabelede bulunmalıdır. Son olarak, ABD destekli SDG’nin Türkiye destekli ÖSO’yla –el ele vererek hızlıca Rakka’ya doğru ilerlemek ve ardından da bu sembolik zaferi ademi merkeziyetçi gündemi için kullanmak amacıyla– bir çeşit siyasi-toprak anlaşmasına girişmeye çalışması ihtimali de göz ardı edilemez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder