30 Ağustos 2016 Salı

Z.T.KOR: DIŞ BASINDA 15 TEMMUZ: ENTELEKTÜEL CEHALET, ART NİYET VE RİYAKARLIK

Darbeleri mazur gören veya gösteren herkesi kınıyor, darbecileri lanetliyoruz


DIŞ BASINDA 15 TEMMUZ KALKIŞMASI: ENTELEKTÜEL CEHALET, ART NİYET VE RİYAKARLIK
Zahide Tuba Kor

* Bu yazının kısa bir versiyonu “Üsküdar” dergisinin 2016/2 sayısında yayınlanmıştır.
* Bu yazıyı kaleme alırken dünya basınından darbeyle ilgili tercüme edip blogda yayınladığım yaklaşık 100 analiz ve haberin yanısıra, okuyup da düzeysizliği veyahut orijinal bir bilgi içermemesi nedeniyle tercüme etme gereği duymadığım yine 100'ü aşkın makaleden ve ayrıca BBC Türkçe ve Deutsche Welle Türkçe’de yayınlanan İngiliz ve Alman basını özetlerinden faydalandım. Ancak sadece bu blogda yer alan tercümelere link verdim. 

Türkiye’de bir askerî darbe ihtimali yaklaşık bir yıldır Batı ve Rus basınında dillendirilmekteydi (Bir Senedir Darbe İhtimaliyle İlgili Basında Çıkan Yazılar, Sibel Edmonds, Joseph Fitsanakis). Hatta dışarıda darbe iddialarının iyice yoğunlaşması üzerine TSK, 31 Mart’ta bunu yalanlayan bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Dolayısıyla 15 Temmuz Kalkışması dış basının en azından bir kesimi için pek de sürpriz sayılmazdı.

Hâlihazırda bölgesel ve küresel sistemin kökten sarsıldığı bir dönemden geçiyoruz. Ortadoğu’nun birçok noktasında sıcak çatışmalar devam ederken Batı ile Rusya arasında İkinci Soğuk Savaş 2014 Ukrayna Krizi’yle birlikte başlamış durumda. Bölgesel ve küresel dengeler yeniden şekillenirken jeopolitik konumuyla Türkiye’nin ittifak tercihleri ve dış politika yönelimleri Karadeniz’den Akdeniz’e, Ortadoğu’dan Avrupa Birliği’ne çevre bölgelerin tamamının kaderini etkileyecek. İşte bu bağlamda 15 Temmuz Kalkışması’nı iç dinamiklere odaklanarak salt bir Hükümet-FETÖ mücadelesi üzerinden okumak yetersiz. Asıl mesele, işin küresel ve bölgesel boyutunda; yani küresel ve bölgesel güvenlik mimarisinin bir mihenk taşı niteliğindeki Türkiye, acaba (i) “NATO-Batı ekseninde mi kalacak, daha bağımsız politikalar mı izleyecek, yoksa Avrasya eksenine mi kayacak?”, (ii) “Ortadoğu’da Arap halklarına ve dolayısıyla ‘Arap Devrimleri’ne bir ilham kaynağı olmaya devam mı edecek, yoksa karşı-devrimci eski rejimlerle saf tutarak değişim dalgasına nihai darbeyi vuran bir aktöre mi dönüşecek?” sorularında kilitleniyor. Bu kritik noktaları es geçersek 15 Temmuz’dan bu yana dış basında yazılanları ve konuşulanları anlam(landır)makta zorlanırız.

Dış basında kim hangi safta?
Ana-akım Batı basınında darbeyle ilgili haberlerin ve analizlerin birçoğu, “Bu kadar da olmaz!” dedirtecek türden yanlı, yanıltıcı, son derece sığ ve Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a hezeyanlarla doluydu. İbretlik bu yayınlar, Batılı zihnin Türkiye’ye ve Müslümanlara bakışını, ama aynı zamanda bizden duydukları korkuyu çok net ele veriyordu. Bir kısmının algıları yönetme amaçlı operasyonel bir yönü olduğu da aşikardı. Bu güruhun analizleri makalenin ileriki bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde ele alınacak. Batı’nın neoliberal modelinden ve dış müdahaleciğinden rahatsızlık duyan ana-akım dışındaki daha ziyade sol eğilimli basın-yayın organları ise darbeyi eleştiren, perde arkasındaki Amerikan rolünü, hesap hatalarını ve Gülen-ABD ilişkilerini ifşa eden dikkat çekici analizler yayınladılar (James Petras, Mike Whitney, Sibel Edmonds & James Corbett).

Sadece İngilizce analizleri takip edebildiğim Rus basınında -bir kısmı diplomatik veya siyasi görevlerde de bulunmuş- entelektüeller darbenin başında temkinli bir duruş sergileyip kısmen nötr sayılabilecek bir dil kullandılar. Zira ikili ilişkilerde yedi ay devam eden krizin ardından çok kısa süre evvel yaşanan Türk-Rus yakınlaşmasında Ankara’nın samimiyetinden kuşkuluydular; ayrıca meseleyi klasik laik ordu-İslamcı hükümet mücadelesine indirgeyerek bu denklemde laik orduya sempatilerini gizlemediler (News Russia, Fyodor Lukyanov). Ancak ana-akım Batı medyasıyla tamamen aynı dili tutturarak darbeyi olumlayan, darbecileri şirin gösteren ve Türk hükümetini yerden yere vuran –hatta bir kısmı Kremlin’e de yakın Rus yazarların ve makalelerin sayısı hiç de az değildi (Gunnar Bjornson'un makalesinden ayrıntılara ulaşabilirsiniz). Ne de olsa aylardır Rus uçağının düşürülmesine misilleme bâbından alakalı-alakasız her fırsatı değerlendirerek sürekli Türkiye aleyhine manipülatif yayınlar yapmaya alışmışlardı. Rus Avrasyacılığının fikir babası Aleksandr Dugin’in başını çektiği Türk-Rus yakınlaşmasının zemini hazırlayan Avrasyacı kanat ise, bu kalkışmayı, Ankara’nın dış politika paradigmasında son dönemde yaptığı değişime bağlayarak ve Ankara’nın Moskova’yla yakınlaşmasına Batı-NATO ittifakının bir tepkisi olarak görerek Türk hükümetini var gücüyle savundu. “ABD’nin nüfuz ajanları” olarak nitelediği Gülen Hareketini eleştirip Amerikan-Batı parmağını ifşa edici etkili yayınlar yaptı ve hatta darbeye destek çıkan veya temkinli bir duruş sergileyen liberal Batıcı Rus eliti “Beşinci Kol” olarak niteleyip yürüttükleri dezenformasyonu tek tek ifşa ederek ve iddialarını çürüterek onları kasıtlı olarak Rus halkı ile liderliğini yanıltmaya, yanlış yönlendirmeye ve Türk-Rus ilişkilerini bozmaya çalışmakla suçladı (Aleksandr Dugin, Gunnar Bjornson ve Katehon düşünce kuruluşu). Yine Rus yönetiminin verdiği istihbarat sayesinde Erdoğan kalkışmayı kısa sürede püskürtebildi propagandasını işlediler (Nikolai Starikov, Molly McKew).

2013 Mısır darbesinden bu yana “Arap Devrimleri”ni destekleyenler ile “karşı-devrimciler” arasında sert bir kutuplaşmanın yaşandığı Arap dünyasında medya kuruluşlarının finansörlerinin Türk hükümetiyle ilişkileri yayın çizgilerinde belirleyici temel faktördü. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan ve Suriye gibi “karşı-devrimci” rejimlerin kontrolündeki medya organları darbe kalkışması başarılı olmuşçasına yayınlar yaptılar. Bu kervana İran’ın ve Esed rejiminin müttefiki Hizbullah örgütünün medya organları da katıldı. Özellikle Mısır medyası, yaşananı bir darbe değil de büyük bir devrimmiş gibi sundu ve “bunun Sisi’ye meydan okuyanlara Allah’ın bir cezası olduğu”, “tarihin terörist İhvan’ın yanında duran Erdoğan’dan intikamını aldığı”, “Erdoğan’ın akıbetinin Mursi gibi olacağı” propagandasını yürüttü; dezenformasyon ve manipülasyonda Batı medyasından da ileri gitti. Darbeye karşı sokaklara dökülen Türk vatandaşları ya IŞİD’çilere yahut Erdoğan aleyhine slogan atan ordu destekçilerine benzetildi.  Darbe başarısız olduğunda “zaten tertipleyen Erdoğan’dı” havasına büründüler (Arap Medyasında Türkiye'deki Darbe). İhvan-ı Müslimin Hareketi ile Gülenciler arasında paralellikler kuran yayınlar dikkat çekerken (mesela eş-Şark el-Avsat gazetesi yazarı Abdurrahman er-Reşid bu konuda üç yazı yazdı), Türk hükümetine karşı kullanılabilecek elverişli bir koz olduğunu fark ederek Gülen Hareketine Mısır’ın kapılarını açmayı, onların tecrübelerinden faydalanmayı teklif ettiler. 
Başta Katar olmak üzere Türk hükümetiyle iyi ilişkilere sahip ve “Arap Baharı” sürecini destekleyen ülkelerin veya grupların kontrolündeki medya kuruluşları ise darbeye karşı etkili yayınlarıyla dikkat çektiler. Arap medya kuruluşlarının birçoğunun profesyonellikten uzak, taraflı ve rejimlerinin borazanı olduğu, üstelik Türkçeyi ve Türkiye’yi iyi bilen muhabirlerinin de bulunmadığı bir ortamda, özellikle el-Cezire, sürekli canlı yayınlarıyla, başarılı muhabirleriyle ve web sitesindeki analiz yazılarıyla Türkiye’de neler yaşandığının Arap dünyasına doğru düzgün bir şekilde aktarımında çok önemli ve hayati bir rol icra etti. Arap Devrimlerini destekleyen entelektüellerin ve eski rejimlere muhalif olan halkların önemli bir kesiminin gözünde Türkiye’deki 15 Temmuz Kalkışması, çok yerinde bir tespitle, “2013’te Mısır’da başlayan karşı-devrim sürecinin ürkütücü bir son halkası”, “karşı-devrimci harekât dairesinin bütün bölge halklarına yönelik son öldürücü darbesi” olup “sadece Türkiye’yi hedef almıyor, Ortadoğu’nun tamamında demokratik değişim dinamiklerinin köküne kibrit suyu dökmeyi hedefliyordu” (Munsif Merzuki-1, Munsif Merzuki-2, Beşir Nafi). Ayrıca Türkiye’yi kendilerine bir rakip addeden ve dolayısıyla darbenin bastırılmasını hayal kırıklığı veya en hafifinden temkinle karşılayan Arap rejimleri ile kalkışma vesilesiyle bizimle birlikte kaygılanıp uykusuz bir gece geçiren, kalkışmanın bastırılmasını büyük bir coşkuyla karşılayan, hatta o gece doğan bebeklerine Recep Tayyip ismi koyan Arap halkları arasındaki o çok derin uçurum bir kez daha analizlere konu oldu (Taylor Luck, Beşir Nafi). Öte yandan darbede başta karşı-devrimcilerin harekât merkezi konumundaki BAE olmak üzere Körfez ülkelerinin parmağı olup olmadığı da tartışılan dikkat çekici konular arasındaydı (David Hearst, BAE’nin Darbedeki Rolüyle İlgili 3 Yazı).

Kalkışmadan kısa bir süre evvel ilişkilerimizin düzeldiği İsrail’in basınında ise bekle-gör politikası hâkimdi. “Darbe başarısızlığa mahkûmdu ve artık Cumhurbaşkanı Erdoğan iyi ya da kötü durdurulamaz bir güç” teması işlendi (Joshua Davidovich). Cumhurbaşkanımızdan hiç hazzetmeseler de sonucu belirsiz bir başarılı darbedense veyahut Türkiye’nin bir iç savaşa sürüklenmesindense darbe atlatarak zayıf düşmüş bir Erdoğan yönetimini ehven-i şer saydılar (Michael J. KoplowYaron Friedman). Ama darbe başarılı olup da Erdoğan devrilseydi İsrail hükümeti de ordu ve istihbaratı da “ardından tek bir damla gözyaşı dahi dökmezdi” diye de belirttiler (Yossi Melman). Darbe teşebbüsünü “laiklerin son çıkışı” olarak sundular; bundan sonra “meşruiyeti artan” Erdoğan’ın “kendisini dizginleyebilecek gerçek anlamda güç sahibi son kurumlar olan yargı ve ordu ile siyasi alanda geriye kalan son muhalefeti de bertaraf ederek” “kadir-i mutlak bir lider”e dönüşeceğinden ve  Erdoğan’ın “seçilmiş bir diktatörlük” kuracağından, hatta Osmanlı hayalini dini bir diktatörlük üzerinden gerçekleştirmesinin Ortadoğu’yu daha da radikalleştireceğinden dem vurdular. En önemlisi de İsrail yönetiminin bu mücadelede taraf tutmamasını ısrarla tavsiye etmeleriydi. (Joshua DavidovichYaakovAmidror, Yaron Friedman)

15 Temmuz, Batı’nın inandırıcılığına ve güvenirliğine büyük darbe
Batı’nın nabzını tutmanın en iyi yolu, kalkışmanın özellikle ilk 24 saatinde sosyal medya yorumlarını, TV tartışmalarını ve düşünce kuruluşlarının son dakika analizlerini takip etmekti. Neler mi vardı? En ibretlik olanlarını özetleyelim:

Darbenin en başında sevincini gizlemeyip Cumhurbaşkanımızın Almanya’ya kaçtığı yalanıyla coşanlar, “artık denklemden çıkıp tarih olması”nı kutlayanlar, “İslamcıların kökünü kazıyarak anayasal demokrasiyi rayına oturtacak Kemalist-laik iyi çocuklar”ın nihai zaferi için duaya çağıranlar (MI6 Community, Ralph Peters vd.)… 
“Darbe, Türkiye’nin otoriter bir İslami rejime dönüşmesini engellemekte son şans. Hata yapmamalıyız, bu darbeyi yapanlar iyi adamlar. Tanrı, Türkiye’yi korumaya çalışanları korusun” diyenler (Ralph Peters)
Cumhurbaşkanımızın CNN Türk’ten halka çağrısını duyunca adeta şok geçirip “İlk yapmaları gereken şey Erdoğan’ı yakalayıp veya öldürüp medyayı karartmaktı; böyle acemice darbe mi olur?” diye ağızlarındaki baklayı çıkaran, “Kaldığı oteli biz bile biliyoruz, darbeciler nasıl ulaşamadı ki?” diye yazan, uçağının rotasını yayınlayan, Fox News ve CNN International gibi kanallardan darbecilere taktik veren “uzmanlar” (Geopolitical Futures, George Friedman, John Mauldin, Stratfor, CNN, FOX News)… 
Türk halkının sokağa dökülmesine inanamayıp “Biz bunun 1980’deki gibi hızlı ve temiz (!) bir darbe olacağını sanıyorduk ama” itirafında bulunanlar (MI6Community)… 
Dalga ters dönüp de püskürtülürken bu defa “Yok, bu gerçek bir darbe olamaz; olsa olsa Erdoğan’ın muhaliflerini ezip mutlak gücü ele geçirmek ve başkanlığını/saltanatını/hilafetini ilan etmek için sahneye koyduğu bir tiyatrodur, bir kurgudur, bir danışıklı dövüştür; bilerek kışkırtılmıştır” deyiverenler (Harold RhodeMartin Berger, Alastair CrookeHarold Rhode vd.)… 
En önemlisi, darbecilerin cesurca direnen halkı katledişini, tanklardan ve helikopterlerden pervasızca ateş açışını, TBMM da dahil devlet kurumlarını bombalamasını görmemezlikten gelenler… 
Darbecileri kurbanlaştırırken, canını ortaya koyarak darbeyi püskürtmeye çalışanları en hafifinden küçümseyenler ve yok sayanlar, en ağırından radikal İslamcılıkla, cihatçılıklazavallı askerleri dövecek ve boğazlarını kesecek denli barbarlıkla suçlayıp IŞİD benzetmesi yaparak şeytanlaştıranlar (Soner Çağaptay vd.)… 
Okunan salalarla tüyleri diken diken olup bunu “Osmanlı’nın son yıllarından bu yana şahit olunmamış türden bir dini seferberlik” olarak sunanlar (Soner Çağaptay)…  
“Erdoğan bu darbeyi çoktan hak etti” diyenler (Robert Fisk, Daniel Pipes)… 
Kalkışmanın ağır bilançosunu Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın ne denli zalim, sorumsuz, insan hayatını hiç sayan ve tehlikeli bir adam olduğunun göstergesi kabul edenler (MI6Community); onu Hitler’e ve Stalin’e benzetenler... 
Darbenin püskürtülmesini demokrasinin bir zaferi değil de “sivil bir darbe”, hatta “dini bir karşı-devrim hareketi” olarak sunanlar (Soner Çağaptay, Soner Çağaptay, Spiegel International); “Türkiye’de demokrasinin kaybettiği gün” ve hatta “Avrupa tarihinin kara günü” olarak niteleyenler (MI6Community)... 
“Darbenin başarısızlığa uğramasını başarısı kadar kötü ve tehlikeli” sayanlar (eski bir Amerikalı üst düzey yetkili)… 
Türkiye’de askerî darbeleri “laikliğin bir teminatı” olarak görüp “Türkiye’nin son umudu da ölüyor” (Ralph Peters), “ülkenin kaderi artık tamamen Erdoğan’ın ellerinde” diye yas tutanlar... 
Bütün bu süreçte sessizliğe bürünerek bekle-gör politikası izleyen ve sonuca göre tavır takınan “demokrasi havarisi(!)” Batılı liderler… Ve daha neler neler…

Bütün bunlar “saygın(!)” Amerikan, İngiliz ve Alman medya organları ile düşünce kuruluşlarının “uzman”larından dökülen yorumlardı (ve benzerleri, diğer ülkelerin/bölgelerin medya kuruluşları ve uzmanları tarafından da dillendirildi).
Ama ilk andan itibaren darbe karşıtı sağlam bir duruş sergileyenler ve Batı’nın bu riyakar duruşunu sert bir şekilde eleştirenler de vardı. Bunlardan biri olan the Middle East Eye internet sitesi baş editörü David Hearst, “Bir iPhone nasıl tankları mağlup etti” başlıklı makalesinde meseleyi çok iyi özetledi: “Eğer ki Avrupa ve ABD’nin niçin Ortadoğu’da suçüstü yakalanarak renkten renge girdiğini, niçin her türlü ahlaki otoritesini ve aslında her türlü otoritesini yitirdiğini ve artık demokratik değişimin bir kandili olmadığını bilmek istiyorsanız, İstanbul ve Ankara’da rüzgarın hangi yöne estiğini görmek için bekledikleri sadece o üç saatlik sessizliklerine bakmanız yeterli.”

Manipülasyonun tek aracı, yapılan sözlü ve yazılı yorumlar değildi elbet. Kullanılan veyahut kullanmaktan kaçınılan fotoğraflar da bir o kadar araçsaldı. Dış basında sürekli döndürülen en gözde fotoğraflar dayak yiyen, korku içinde bakan ve teslim olan askerlerin görüntüleriydi. Tankların ezip geçtiği insanların ve arabaların, bombalanan kamu binalarının, helikopterlerden yağdırılan kurşunlarla yaralanan veya hayatını kaybedenlerin çarpıcı fotoğrafları ise en steril şekilde, daha doğrusu darbecilere yönelik en az olumsuz imaj verecek biçimde kullanıldı. Tabii Hitler veya Stalin’le yan yana konan Erdoğan fotoğrafları da yaygın görseller arasındaydı. Demokrasi nöbetlerinden kareler de daha ziyade “radikal İslamcılar sokakta” imajını güçlendirecek türdendi.

Darbe püskürtülse de dezenformasyon tam gaz
Türkiye’yi yeniden laikleştirecek, liberalleştirecek ve hukuk devletine dönüştürecek; üstelik ismiyle müsemma “Yurtta Sulh” cuntası eliyle ülkesine ve bölgesine barışı getirecek askeri darbenin(!) başarısızlığa uğramasının ardından müteakip günlerde ve haftalarda Batı medyasında hâkim söylem “Türkiye’de demokrasinin son kalıntıları da yok ediliyor” üzerine kuruluydu. Hem Batı’da Gülen lobisinin etkinliği ve Batılı hassasiyetleri kullanma becerisinin etkisiyle, hem de askeriyede şu anda NATO’cu ekibin tasfiye edilip yerine Ergenekon’dan tutuklanmış Avrasyacı ekibin geri dönmekte olmasının verdiği tedirginlikle sıkça işlenen konular şunlardı: Erdoğan’ın ekibi “15 Temmuz efsanesi yazmakla meşgul”ken darbe bahanesi altında hukuk devletiyle bağdaşmayan uygulamalara imza atılıyor, bütün Erdoğan muhaliflerine karşı bir “cadı avı” ve “eşi benzeri görülmemiş Stalinvari bir temizlik kampanyası” yürütülüyor, orduda ve diğer kurumlarda NATO’cu ve Batıcı “iyi çocuklar” tasfiye ediliyor, özgür ve muhalif basın susturuluyor, temel hak ve hürriyetler ihlal ediliyor, “zavallı” darbeciler işkence ve kötü muameleye maruz kalıyor, üstelik bir de idam cezası tartışılıyor... (Spiegel International, Graham Fuller, Stephen Kinzer; Avrupa basınının neredeyse tamamı…) Kısaca zihinlere nakşedilen mesaj şuydu: Seçimle başa gelmek tek başına marifet değildir; “seçilmişlerin dikta rejimi de en az askerî rejim kadar tehlikelidir!” Yine “İslamcı duyguların kabartılmasıyla sokaklara salınan gençler”in içki içenlere, Alevilere ve gayrimüslimlere saldırdığı haberleri yapıldı. Şehit ailelerinin ve gazilerin yakınından bile geçmeyen yabancı basının muhabirleri, “mağduriyet içindeki” asker aileleriyle, “İslamcı dalga karşısında ürkerek evlerine kapanmış laik kesimlerle ve tabii ki Fethullah Gülen’in bizzat kendisiyle röportaj yapma yarışına girdi.

Bu şartlar altında “güvenilir bir müttefik olmayan Erdoğan Türkiye’si artık Batı’nın bir ortağı olamazdı” (Cook & Koplow). Bir kanattan yükselen “Türkiye’yi NATO’dan atmalı, AB’den dışlamalı, bir bedel ödetmeliyiz” çağrılarına “jeopolitik açıdan ve küresel-bölgesel çıkarlarımız bakımından ona muhtacız”, “atmayıp havuç ve sopayla yola getirelim” veyahut “dışlayarak iyice Avrasyacıların kucağına itmeyelim” diyen itidalli(!) sesler yükseldi (Cook & Koplow, Stephen Kinzer vd.). Etekleri tutuşturan Türk-Rus yakınlaşması ve eksen kayması ihtimali, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği, AB’yle mülteci anlaşmasının kaderi, kırılgan AB-Türkiye ilişkileri, Suriye ve Irak’ta IŞİD’le mücadelenin ve bu alandaki işbirliğinin seyri, İncirlik Üssü’nün kullanımı ve buradaki nükleer silahların güvenliği, Gülen’in iade talebi dış politika temelli diğer endişe konuları arasındaydı. (David HearstKohnson &; Hodson, Eric Schlosser, Aaron SteinDavid Ignatius, David IgnatiusJames Jeffrey, Robbie Gramer, Robert Pearson vd.) Darbenin muhtemel küresel ve bölgesel etkileri ve jeopolitik yansımaları birçok analize konu oldu (James PetrasDavid IgnatiusDavid Ignatius,  Aron Lund, Eran Lerman, Stratfor, John Mauldin, Yaakov Amidror, Mike Whitney, Robbie Gramer vd.). Kimi yazarlar, kalkışmanın kendisinden ziyade zamanlamasının yanlışlığının derdine düştüler; bu kritik dönemde Türkiye’de bir askeri kalkışmanın Batı’yı birçok alanda oldukça müşkül bir duruma soktuğuna dikkat çektiler (Stratfor, Soner Çağaptay, vd.). Avrupa’ya mahsus korkulardan biri de kıtada yaşayan Türk kökenlilerin anavatandaki siyasi gerginlikleri buraya taşımaları ve darbe karşıtı faaliyetleriyle “AB’yi içeriden istikrarsızlaştırmaları”ydı; özellikle Alman basını bu tarz analizlerle doluydu. Yine 15 Temmuz’la birlikte Türkiye’de yükselen Batı karşıtlığı ve darbeden CIA’yi sorumlu tutmamız, Batılı elit ve siyasetçilerde epeyce bir rahatsızlık ve alınganlık yarattı; bunu “Türklerin komploculuğunun zirvesi” addedenlerin bir kısmının darbenin arkasında Cumhurbaşkanımız Erdoğan olduğunu hararetle savunmaları ise ayrı bir garabetti doğrusu (Harold Rhode vd.). Öyle ya, koskoca Batı verilen görevi yüzüne gözüne bulaştıracak acemi atlara oynayabilir miydi hiç?! 
Dikkat çekici bir diğer çaba da Ankara’nın darbenin arkasında CIA’in olduğuna yönelik imalarına karşı Amerikan basınında bazı kalemlerin ABD’nin bunda hiçbir dahli ve hatta haberi dahi olmadığına yönelik ikna ve ispat girişimleriydi (Bezci & Borroz).

Türkiye’nin kalkışmadan çok büyük bir yara aldığı, kısa zamanda toparlanmasının mümkün olmadığı tespiti sıkça yapıldı. “Erdoğan’ın önce zaferiyle, ardından muhaliflerinden intikamıyla Türkiye’de kutuplaşmanın had safhaya çıkacağı”, “toplumsal barışın artık bir hayal olduğu” kehanetine iktidarla muhalefeti kenetleyen Yenikapı ruhu ve bir aya yakın devam eden demokrasi nöbetleri en büyük cevap niteliğindeydi. Yine sıkça tekrarlanan NATO’nun ikinci büyük ordusunun önce darbe teşebbüsü, ardından uzman ve tecrübeli kadrolarının tasfiyesiyle belinin büküldüğü, kurumsal bir krize girdiği, toparlanmasının uzun yıllar alacağı, bölgesel oyunun dışında kalacağı tezine karşı kalkışmadan sadece beş hafta sonra Suriye'nin kuzeyinde başlayan Fırat Kalkanı Harekâtı askerî anlamda şaşırtıcı bir mukabele oldu.


Peki ya kalkışmanın baş hedefi Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan hakkında neler yazılıp çizildi? Kimileri, gayet planlı ve kurnazca hem Türkiye’nin laik yüzünü hem de Batı ittifakını, bilhassa AB’yi yok etmeye ahdetmiş, hırslı ve vicdansız, attığı her adımda kazanan, “kadir-i mutlak” ve “megaloman” bir Erdoğan portresi çizdi (Michael RubinHarold RhodeHarold RhodeSpiegel InternationalRalph Peters, vd.). Kimileri ise Cumhurbaşkanımızın bu kalkışmadan sağ salim kurtulsa da yenilmezlik imajının ciddi bir darbe aldığı vurgusu yaptı (Henri Barkey vd.). Otokrat Erdoğan’ın tam bir diktatöre dönüşeceği ve buna karşı giderek zayıflamakta olan Batı’nın pek de bir şey yapamayacağı korkusu pompalandı. Cumhurbaşkanımızın nasıl durdurabileceği meselesi üzerine de kafa yoruldu. Bakın biz zamanlar Pentagon’un en büyük Türkiye uzmanı (!) sayılan Harold Rhode ne dedi: “Sultan Erdoğan, Türkiye’de bir İslam cumhuriyeti kurmak, ardından kendi Sünni anlayışını tüm İslam âlemine dayatarak hilafetini ilan etmek ve son olarak bütün dünyaya hâkim olmak istiyor.”

Cumhurbaşkanımızın 15 Temmuz Kalkışması’ndan Batı’yı suçlayan ve ona meydan okuyan konuşmaları, Gülen’in iadesini Türk-Amerikan ilişkilerinin iyileşmesinin bir koşulu haline getirmesi, ayrıca darbe gecesi İncirlik Üssü’nün elektriklerinin kesilmesi ve koalisyon uçaklarının iniş-kalkışlarının engellenmesi gibi ABD’ye konan sözlü ve fiili tepkiler bazılarını çok rahatsız etmişe benziyor. Özellikle Harold Rhode, kendisiyle yapılan bir söyleşide bu konudaki tepkisini ve öfkesini bakın nasıl kusuyor: “Bu korsanın, bu diktatörün, bu İslamcı fundamentalistin bize neyin nasıl olması gerektiğini dikte etmesine izin veremeyiz… Erdoğan bir anda çıkıp da ABD ve NATO’ya oyunun kurallarının ne olması gerektiğini dikte etmeye kalkışıyor. Erdoğan’a onunla birlikte çalışmadığımızı, kuralları koyma hakkının onda değil sadece bizde olduğunu (…) çok net bir şekilde öğretmemiz lazım.  Affedersiniz ama bu basit adam kim oluyor da Amerika’ya bunları söylüyor, kabadayılık taslayıp ABD’nin gözünü korkutmaya kalkışıyor.” Eski Amerikan Büyükelçisi James Jeffrey’nin Hürriyet gazetesine verdiği mülakatta daha diplomatik bir üslupla kibarca söylediklerinin bir benzeri…

Peki ya darbenin baş faili Fethullah Gülen hakkındaki görüşler neler? Üç temel görüş hâkim: Cemaat lobisinin etkisindekiler ve iflah olmaz Erdoğan düşmanları “ABD’de sessiz sedasız, mütevazı ve münzevi bir hayat süren”, “ılımlı İslam’ın sembolü” “yaşlı din âlimi” Gülen portresi çizdi. “Yıllar yılı barış ve diyalog vurgusu yapan ve günümüz İslam’ının dünyadaki en umut verici yüzünü temsil eden Hizmet Hareketinin bir terör örgütü olamayacağı”, “zaten darbeye kalkışacak kadar orduda güçlü de olmadıkları” iddiası, ilginçtir, Gülencilerin iç yüzünü herkesten iyi bilenler tarafından savunuldu (Graham E. Fuller, Stephen Kinzer, Michael Rubin). İslamofobik Neoconlar ise “İslam’ın ılımlısı radikali olmaz”, “Erdoğan’ın da Gülen’in de IŞİD’in de Vehhabilerin de yöntemleri farklı olmakla birlikte hedefleri aynı” propagandasını yaptılar (Harold Rhode). Daha ortada bir duruş sergileyip “Evet, devlete sızdıkları bir gerçek, ama darbeyi tek başına yapabilecek kadar güçlü olamazlar” veyahut “Yapmış mıdır yapmamış mıdır bilemeyiz” diye konuyu yuvarlayanlar da vardı. Ancak hepsinin ortak yönü, Gülen’in iadesine karşı çıkarak Obama yönetiminden bu konuda Ankara’ya hiçbir tavize yanaşmamasını salık vermeleriydi (Stephen Kinzer, Harold Rhode vd.). Darbecilerin Gülen cemaatiyle bağlantılarını itirafları ise Batılıları ikna etmedi; zira bunları şiddet ve işkence altında zorla yaptırılan itiraflar olarak görmek işlerine geldi (Graham E. Fuller, Alman basını). Ancak son dönemde kalkışmada FETÖ bağlantısının iyice ayyuka çıkması üzerine bir söylem değişikliğine gidildiği, daha mesafeli ve eleştirel bir duruş benimsendiği de gözlemleniyor. [Bu arada Gülen-CIA bağlantısı ve 15 Temmuz Kalkışması’na ilişkin eski FBI tercümanı Sibel Edmonds’ın verdiği çok önemli röportajı okuyabilirsiniz.]

Dış basında Türkiye’de bir iç savaş ihtimalinin bertaraf edildiği sıkça vurgulansa da kalkışmanın püskürtülmesiyle henüz işin bitmediğine dikkat çekildi – ki naçizane kanaatim de aynı yönde. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın kendi sonunu hazırladığı, er ya da geç ikinci bir darbe yaşanacağı veyahut hükümete boyun eğdirmek için terör kartından iktisadi krize, uluslararası tecritten siyasi suikastlara, halk isyanından iç savaşa kadar çeşitli senaryoların devreye sokulacağı çok farklı kesimlerce dillendirildi (Sibel Edmonds, James Petras, Graham E. Fuller, Robert Fisk, Spiegel International, Stephen Kinzer vd.). Erdoğan’ın ancak bir ekonomik krizle dize getirilebileceği, Avrupa’nın bir an evvel Türkiye’ye karşı ekonomik yaptırımları yürürlüğe koyması gerektiği özellikle Alman basınında defalarca yazıldı. Dört ay evvelden bu darbeyi “müjdeleyen” yine bir Türkiye uzmanı(!) Neoconların şahı Michael Rubin, 17 Temmuz’da yazdığı bir makalesinde yeni öngörüsünü de paylaştı: “Türkiye’de siyasetin alanı kapandıkça yeni bir siyasi suikastlar dönemi başlayabilir. (…) zulmün husumeti daha da alevlendirdiği bir ortamda muhalifler, ideologlar ve şahsi veya siyasi meseleleri artık düzeltmek gerektiğini hissedenler silaha başvurabilirler. Hedef sadece Erdoğan değil, tüm büyük siyasi partilerin liderleri, gazetelerin yayın yönetmenleri, televizyon spikerleri ve sivil toplumun liderleri olabilir.”

“Türkiye uzmanları”nın derin krizi
Aslında bu darbe teşebbüsü, dünyadaki birçok “Türkiye uzmanı”nın (iflah olmaz art niyetlileri, ideolojik saplantılıları ve menfaatperestleri dışarıda tutarak söylüyorum) ülkemizde yaşanan değişimi idrakten ne denli aciz olduklarını, eskinin merkez-çevre (İstanbul-Anadolu)laik-İslamcı gibi ikili kategorilerinin artık yetersizliğinin farkında dahi olmadıklarını, kısaca cehaletlerini gözler önüne serdi. Kuşkusuz klasik laik ordu-İslamcı hükümet çekişmesi perspektifinden 15 Temmuz’u okumak, hem zihni bir konfordu hem de ideolojik bir tercih. Ancak daha geniş bir çerçeveden baktığımızda Batılı elitin bu cehalet hali sadece bize, Türkiye'ye, Doğulu olana yönelik de değil. Nitekim Batılı elitin kahir ekseriyeti, (daha sonraki aşamada küresel bir ekonomik krize dönüşecek) ABD’deki 2008 Finans Krizi’nden tutun 2011 “Arap Baharı”na, AB’yi vuran Göçmen Krizi’nden tutun 2016’da İngiltere’deki Brexit referandumu ve ABD’de Donald Trump’ı başa geçiren başkanlık seçimleri sonuçlarına kadar kendilerini doğrudan etkileyen nice kritik gelişmeyi ve meydan okumayı da öngöremedi. George Friedman’ın haziran ayında kaleme aldığı Brexit’i tahmin edemeyen Batılı elitin içinde bulunduğu krize ve “tahayyülsüzlük  hali”ne dair yazısı bu bağlamda okunmaya değer.

Kuşkusuz Türkiye’yi yanlış okumanın arka planındaki nedenlerden bir diğeri, ülkemiz aleyhine yıllardır yurtdışında lobi faaliyeti yürüten başta laik Batıcılar, Gülenciler ve PKK yandaşları olmak üzere farklı çevrelerin kendi güçlerini abartarak ve içerideki sosyopolitik gerçeklikleri örterek, daha da önemlisi Batılı kavram ve değerleri kullanıp dışarının hassasiyetlerini kışkırtarak ürettikleri ve yaydıkları gerçek dışı anlatının etkisi büyük. Yeri gelmişken önemli bir hususa dikkat çekmek isterim. Birkaç yıldır yurtdışında Türkiye aleyhine yürütülen propagandaların ve algı operasyonlarının merkezinde lobiciliğe de el atan ve Batı’daki etkili çevreleri yakın markaja alıp bir nüfuz ağı kuran Gülen Hareketi var. Darbe sırasında ve sonrasında Batılı Türkiye uzmanlarının, yazarların vs. twitter hesaplarında Gülencilerin yazılarının, yorumlarının ve tweetlerinin paylaşılması bunun net bir kanıtıydı. Yurtiçinde zayıflasalar da yurtdışında halen güçlü olduklarını ve Türkiye aleyhine algı oluşturma faaliyetlerinden pes etmeyeceklerini bir uyarı olarak yapalım.

Öte yandan silahlı kuvvetlerin defalarca doğrudan veya dolaylı müdahalelerle siyaseti dizayn ettiği ülkemizde, Türk halkının ve siyasetçilerinin bu meşum teşebbüse karşı ilk kez birleşip canlarını ortaya koymak suretiyle verdikleri cesurca tepkiyle ezberleri gerçekten bozduğunu, adeta bir devrim yaptığını da göz ardı edemeyiz. İçeride bile niceleri bu duruma şaşırıp kalmışken yabancılardan bunu idrak edebilmelerini beklemek ne kadar anlamlı olur, bu da işin ayrı bir boyutu.

Kalkışmanın ardından ordudaki iç bölünme ve siyasetteki kaynaşma halini görüp de Türk siyasetini anlamada artık eskiyen ve yetersizleşen klasik dindarlık-laiklik ayrımı yerine yeni kavramsal çerçevelere ihtiyaç olduğunu itiraf etme cesaretini gösteren uzman sayısı hâlâ az (Jacob L. Shapiro, Reva Goujon, Stratfor). Keza Batı’nın darbe karşısındaki ikircikli ve ikiyüzlü yaklaşımıyla bu kritik sınavda başarısız olduğu, hem Türkleri kaybettiği hem de Batı’nın değerler sisteminin inandırıcılığını tamamen yitirdiği özeleştirisi de halen cılız (David Hearst). Peki, bütün bunlar yeni bir şey mi? Yüzyıllardır Batı literatüründe Türkler, Müslümanlar ve Doğu’yla ilgili Oryantalist söylemi dikkate aldığımızda tabii ki hayır. Biz bu hikayeyi çok gördük, çok dinledik…

El-Cezire Araştırmalar Merkezi kıdemli araştırmacısı Beşir Nafi’nin şu satırları çok önemliydi: “Türkiye’deki darbe teşebbüsü öyle devasa bir operasyondu ki başarısızlığa uğrayacağı hiç beklenmiyordu bile. O denli kendilerine güveniyorlardı ki bir “B plan”ları bile yoktu. (…) 15 Temmuz komplosu, sadece Türkiye’de değil, bütün Ortadoğu’da sahneye konup da başarısızlığa uğramış bu büyüklük ve kuvvetteki ilk darbe planı. (…) Bu, basitçe bir Türkiye meselesi değil, geniş Ortadoğu’nun kaderiyle ve bölge halklarının kaderi ve geleceğiyle yakından bağlantılı bir mesele...” Doğrusu mesele bu kadarla da sınırlı değil. Kuzeyde Baltıklardan başlayıp güneyde Balkanlara ve Karadeniz’e inen hat boyunca yaşanan NATO/Avrupa/BatıRusya mücadelesinin, yani İkinci Soğuk Savaş’ın kaderi de Türkiye’nin hangi eksende yer alacağı ve uygulayacağı politikalara bağlı. 15 Temmuz Kalkışması’nın başarısızlığa uğramasından Batılıların telaşa kapılmasının ve dur durak bilmeden medya üzerinden aleyhte propagandalar yürütmesinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kalkışma sonrası ilk resmi gezisini Rusya’ya yapması karşısında bu defa Batılı siyasetçilerin Ankara’ya gecikmeli özür ve geçmiş olsun ziyaretlerinde bulunma yarışına girmesinin en temel sebebi işte bu.


Kısaca korkular, çıkarlar, art niyet, cehalet, riyakarlık ve Oryantalist refleks bir araya geldiğinde ortaya böyle bir skandal tablo çıkıveriyor. Bizim de dış basında 15 Temmuz Kalkışması anlatısından almamız gereken nice nice dersler var. Nitekim dış dünyayı Batılı analizler ve yayınlar üzerinden ve/ya ideolojik önkabullerle anla(mlandır)maya alışmış uzmanlarımız ve entelektüellerimiz de benzer handikaplara maalesef ki düşüyor. Bunda bir taraftan 2008 Küresel Finans Krizi’yle başlayan neoliberal dünya düzeninin içine girdiği derin kriz halinin ve küresel değişim ve dönüşümün hala daha anlaşılamaması yüzünden basmakalıp kategorilerle ve eski reflekslerle dünyayı analiz etmeye çalışmamızın, diğer taraftan küreselleşme ve iletişim teknolojilerindeki hızlı ilerlemeyle birlikte artık bireylerin de –tıpkı devletler gibi– birer aktöre dönüştüğünü halen idrak edemeyip sosyoloji ve psikolojiyi es geçerek salt küresel iktisadi ve siyasi düzene odaklanmamızın da etkisi büyük hiç şüphesiz. Peki dünya üzerinde yaşanan herhangi bir kritik gelişme hakkında analiz yaparken Batı basını başta olmak üzere dış dünyanın 15 Temmuz yorumlarındaki basitliğinin bir benzerine düşmemenin yolu ne? Hem yerel, bölgesel ve küresel düzleme bir arada odaklanmak hem de siyasi, iktisadi, tarihi, dini, psikolojik ve sosyolojik boyutları harmanlayarak interdisipliner bir perspektife sahip olmak...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder