11 Ağustos 2016 Perşembe

M.MERZUKİ: TÜRKİYE’NİN TAM BİR ZAFERİ İÇİN


Darbeleri mazur gören veya gösteren herkesi kınıyor, darbecileri lanetliyoruz


TÜRKİYE'NİN TAM BİR ZAFER KAZANMASININ YOLU

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli düşünürlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 23.7.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 2.8.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/turkiyenin-tam-bir-zafer-kazanmasinin-yolu

NOT: Tunus eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki'nin 17.7.2016 tarihinde yine El-Cezire Arapça'da yayınlanan "Başarılı ve Başarısız Darbeler Arasında" başlıklı önemli yazısının Türkçe tercümesini "15 Temmuz'la Ortadoğu'daki Karşı-Devrimci Güçler İçin Geri Sayım Başladı" başlığı altında okumak için TIKLAYINIZ.



15 Temmuz'daki başarısız darbe teşebbüsünün ardından Batı medyası genelinde yazılıp çizilenleri ve söylenenleri takip eden herkes, genel olarak Türkiye, özel olarak da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında ne denli olumsuz bir imaj çizildiğini biliyordur. Sanki Türkiye, demokratik devletler listesinden nihai olarak çıkmış; Erdoğan, birinci sınıf doğulu bir diktatör olmaya hazırlanıyormuş gibi…
Öyle ki, Erdoğan’ın şimdiye kadar nüfuzu dışında kalmış bütün makamları kendisine bağlayıp iktidar dizginlerini ele geçirme sürecini tamamlar tamamlamaz kendisini süresiz cumhurbaşkanı ilan edeceği kehanetinde bulunan birini dahi duydum.
Geçen yıl 24 Kasım’da olağanüstü hal kanunları gereği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bazı maddelerini askıya alacağını ilan eden Fransa, geçtiğimiz günlerde olağanüstü hali altı ay daha uzattı. Hiç kimse bunu kritik bir gelişme olarak görmedi. Hiç kimse Fransa’yı diktatörlüğe hazırlık yapmakla itham etmedi. Aksine, ben de dâhil herkes bunu bir zaruret addederek anlayışla karşıladı.
Ancak Türkiye, devlet erkânını ve toplumu sarsan kanlı bir darbe teşebbüsü sonrası 21 Temmuz’da –tıpkı Fransa gibi – olağanüstü hal ilan ettiğinde suçlamalar hemen hazırdı. Âdet olduğu üzere, hükümetin niyetlerinden yine şüphe duyuldu. Tabii ki Türkiye’nin uzunca diktatörlük geçmişi insanları ister istemez tetikte olmaya sevk ediyor. Ancak demokrasiye darbe vuranların daima darbecilerin bağlı olduğu çevrelerden çıktığını ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin demokratikliğine kimsenin itiraz etmediği bir meşruiyetle başa gelip şimdiye kadar da demokratik meşruiyetle ülkeyi yönettiğini tartışan, sorgulayan herhangi bir kimse var mı?

“İmaj krizi”
Batı medyasında yürütülen bu kampanyanın ilk tehlikesi, “imaj krizi” olarak adlandırılabilecek bir krizi derinleştirmesi. Terör örgütlerinin veya son örneğini Fransa’nın Nice şehrindeki saldırıda gördüğümüz bazı kaçıkların ahmakça saldırılarından dolayı Arap ve Müslüman halkların imajı gün geçtikçe kötüleşiyor. Buna mukabil, yüz yıldır Ortadoğu’da hiç değişmeyen hatalı politikaları ve bugün de insan hakları alanındaki çifte standartları ve ikiyüzlü söylemleri nedeniyle Batı’nın da imajı artık hızla bozuluyor.
Mısır’da meşru yollarla seçilmiş cumhurbaşkanına karşı yapılan askeri darbeyi kınamakta gösterilen acziyete hepimiz şahit olduk. Ve yine Rabia Meydanı katilinin Batı başkentlerinde nasıl ağırlandığını izledik. Batı medyasının ekseriyetinin, bölgemizde daha evvel bir benzeri görülmemiş ölçekteki toplu idam cezalarına, girişilen bastırma harekâtına ve işlenen geniş çaplı insan hakları ihlallerine karşı nasıl da isyan etmeyip suspus olduğunu gördük.
Daha da önemlisi, Batı medyasının çoğunda gördüklerimiz ve duyduklarımız, gelecekteki saldırıların çeşidi ve kaynağı konusunda bir ön uyarıcı niteliğinde.
Karşı-devrimci güçler, terörü harekete geçirmekle veya kendisinden bağımsız olarak meydana gelen terör saldırılarını istismar etmekle yetinmeyecekler. Dahası, Türkiye’nin ve bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imajına darbe vurmak için, insan haklarıyla ilgili her şeyi belgeleyen insan hakları örgütlerini de kullanacaklar. Tabii ki insan hakları örgütlerini komployla ve işbirlikçilikle suçlamak mümkün değil. Yoksa biz de bölgemizdeki diktatörlerin çiğ söylemlerinin tuzağına/argümanına düşeriz. Demek istediğim şu: Bu örgütlerin meşru ve doğal çalışmaları neticesinde yayınlayacakları rapor ve haberler, aynı örgütlerin mesela Mısır ve İsrail konusunda yayınladıklarını geçiştiren veya önemini azaltmaya çalışan medya organları ve hükümetler tarafından bizzat siyaseten Türkiye’ye karşı kullanılacak.
Peki, bu plan hangi yöntemle bozulabilir? Tabii ki bu, başarısız darbe teşebbüsünden geriye kalan artıklarla nasıl baş edileceğiyle alakalı… Diğer bir deyişle, halklarımızın özgürleşmesini engellemek için bugün Arap ve İslam dünyasında cirit atan ve her türlü pis yönteme başvuran karşı-devrimci güçlerle onurlu ve etkin bir şekilde nasıl mücadele edebiliriz?

Karşı-devrimci güçlerin iki temel özelliği
Hem Arap hem de Türk tecrübesinden hareketle bu güçlerin iki temel özellikleri olduğunu hep birlikte öğrendik: Saldırganlık/vahşet ve alçaklık.
Askeri darbe teşebbüsü yüzlerce masum cana mâl oldu. Hiç şüphesiz darbeciler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı katletmekte ve Türkiye’yi baştanbaşa kana boğmakta kararlıydı. Tıpkı Mısır’da Sisi’nin yaptığı gibi... Barışsever Tunus’ta bile birinin çıkıp da “Ülkeyi İslamcılardan temizlemek için gerekirse 20 bin kişiyi öldürmekten çekinmeyeceğim” dediğini hatırlıyorum. Onlar, halklara gözdağı vermek için işkence, muhalifleri derdest ve toplu infaz sisteminin birer öğrencisi aslında. Onlar, insanoğlunun en berbat özelliklerinin birer yansıması.
İkinci özellikleri olan alçaklığa gelince, bu güçler zorba istihbarat birimlerinin kokuşmuş koridorlarında pişirilip servis edilen, terör saldırıları, siyasi suikastlar, dedikodular/gerçek dışı söylentiler, düzenbazlıklar, parayla yaptırılan propagandalar, siber saldırılar, seçimler öncesinde ve esnasında vicdanları satın alma gibi en rezil yöntemleri kullanmaktan zerrece çekinmiyorlar.
Bütün bunlara maruz kalan, halk iradesiyle başa geçmiş haysiyetli herhangi bir siyasi rejimin tehlikenin büyüklüğüne göre tepki göstermesi gayet normal. Zira hayatta kalma içgüdüsü doğal bir şey ve kazanımlarını korumaya çalışmak her yönetimin asli görevi.

Düşmanına benzemekten kaçınarak mücadele
Buradaki asıl mesele, Freud'un hem kişisel hem de toplumsal bazda doğru bir kurala işaret eden şu tespitinde gizli: Düşmanına karşı uzun bir süre savaş verirsen ona benzersin.
Önümüzdeki asıl büyük soru ve meydan okuma şu: Onlara benzeme tuzağına düşmeden, yani onların yöntemlerini kullanmadan düşmanımızla nasıl mücadele etmeliyiz?
Çözüm, kanser doktorlarının stratejisinde olabilir. İster cerrah olsunlar isterse radyoterapi uzmanı, bu doktorlar, kanserli dokuya bitişik sağlıklı dokulara zarar vermemek için neşteri sadece ve sadece tümöre vurup tamamen temizlemeye ve ışını da sadece hastalıklı dokuya vermeye son derece dikkat eder.
Rastgele bombardımanlarla katledilen binlerce masum kurbandan bahsederken işledikleri suçları meşrulaştırmak için “tali zayiat" (collateral damage) kavramını türeten askerler işte bu prensibi görmezden geliyorlar.
Bu tali zayiatlar, yerle bir edilen şehirlerde veya çatışan toplumlarda kin ve nefreti, tepki ve karşı tepkiyi üreten şeyin ta kendisi. İşler iyice sarpa sararken zalim mazluma, mazlum da zalime dönüşür ve bu hengâmede meşruiyet ve inandırıcılık yitirilir.
Türkiye örneğinde önemli bir husus var. AB'nin Dışişleri ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’den “İdam cezasının geri gelmesi Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin tamamen sonu anlamına gelir; zira bu cezayı uygulayan herhangi bir devlet AB üyelerince Birliğe kabul edilmez” sözünü açıkça duyduk.
Türkiye 2002’de yaptığı hukuki düzenlemeyle Müslüman ülkeler arasında idam cezasını kaldıran ilk ülke olma şerefine nail oldu. Tıpkı daha 1934’te yani Fransa’dan tam on yıl önce kadınlara seçme hakkını tanıma şerefine erdiği gibi…

Batılı aşırı sağcılara “altın fırsat”
Batı’nın aşırı sağcılarına Türkiye’nin AB’ye girişini reddetmeleri için altın bir fırsat sunulması gerçekten çok üzücü olur. Her ne kadar, Türkiye örneğinde idam cezasının masumları değil suçluları hedef alacağı tartışmasız bir gerçeklik olsa da, bu durumun Mısır’daki Sisi’nin seviyesine düşülmesine yol açacak olması da cabası.
“Bunun ne önemi var ki? Avrupalılar bütün kötü niyetleriyle on yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi oyalıyor. Çünkü katılım için gerekli tüm yükümlülükleri yerine getirmiş demokratik bir devlet dahi olsa, aralarına Müslüman bir devletin girmesini kabul etmezler” diyenler olabilir.
Onlara şunu söylemek istiyorum: Bu, yersiz bir tepki. Zira siyaset, ekonomi ve güvenlik bakımından Türkiye’nin çıkarı, 500 milyon nüfuslu AB’ye katılmakta. AB, eşsiz bir tarihi tecrübenin ürünü olup barışçıl bir şekilde bir arada yaşayabilmenin çerçevesini bulabilen ve geçmişte yıkıcı savaşlarda birbiriyle çarpışmış 27 devlete karşılıklı faydalar sağlayan bir oluşum.
Aynı şekilde, İslam dünyasıyla köprü kurmak, kültürel ve ekonomik açıdan yayılmak, böylece halen daha acı faturasını ödediğimiz ama artık sürdürebilme imkanının da kalmadığı eski sömürgeci politikaya geri dönmemek de AB’nin de çıkarına. Açıkça ortada ki, İslam dünyasıyla Avrupa arasında Türkiye köprüsü üzerinden kurulacak bir birliktelik, milletler arasında barışın güçlendirilmesinin ve medeniyetler birlikteliğinin önemli bir unsuru olabilir.
Bütün bu yukarıda sıraladığımız sebeplerin yanı sıra, hem dost doğruyu söyleyendir düsturu gereği hakiki dostluk babından, hem de Ankara’nın Arap vatanındaki tüm onurlu güçlerin müttefiki olması ve yüce Türk milletinin de mevcut kazanımlarını korumak ve meşru lideri etrafında tek yürek olmak için harekete geçmesinden duyulan iftiharla, Türkiye’ye gösterilen büyük ihtimamdan hareketle bir temennimizi burada zikretmek istiyoruz: Umarız ki Türk hükümeti, bütün baskılara ve onlarca masumun kanının akmasından duyulan onca acıya rağmen idam cezasını geri getirmez. Zira orta ve uzun vadedeki kazanımlar, her halükarda artık akıllarda ve kalplerde tamamen ölü hale gelen bir adamın idamından elde edilecek kazancın çok çok ötesindedir.
Türk halkının dostu olan herkes gibi dileğimiz, Türkiye’nin bu tümörü, ama sadece ve sadece tümörün kendisini kökünden temizleyip atması ve bu esnada da içeride ve dışarıda Türk hükümeti aleyhine en sinsi şekilde kullanılabilecek tali zayiatlara hiç mahal vermemek için son derece dikkatli ve uyanık olması.
Darbenin başarısızlığa uğradığından herkesin emin olmasından çok kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, intikam almaya çalışmayacaklarını, çünkü işi Allah’a havale ettiklerini açıkladı. İşte bu, krizi aşması için Türkiye’yi doğru yola sokan cesur ve asil bir duruş. Allah’ın izniyle Türkiye bu krizden daha büyük bir gururla ve daha güçlü bir bağışıklık kazanarak çıkacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder