11 Ağustos 2016 Perşembe

M.MERZUKİ: DESPOTLAR İÇİN ÜMMET, ÜMMET İÇİN DESPOTLAR DERSİ



DESPOTLAR İÇİN ÜMMET, ÜMMET İÇİN DESPOTLAR DERSİ

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli düşünürlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 6.4.2011

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Ağustos ayı tercümeleri Türkiye’deki darbe teşebbüsüyle ilgili olsa da bu makalenin konusu bambaşka. En önemli Arap entelektüellerden biri olan Munsif Merzuki'nin Arap dünyasındaki toplumsal hareketliliğin henüz daha en başlarında -Tunus ve Mısır liderlerinin devrilmesinin üzerinden 2-3 ay geçmişken, Libya'da NATO müdahalesi ve Suriye'de olaylar daha yeni (mart ayında) başlamışken- nisan 2011'de yazdığı bir makale. İnsanın ve siyasetin değişmeyen doğası ve tarihi tecrübe ışığında ileriki yıllarda yaşanacakları bir bir öngörmüş. Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler öğrencileri ile uzmanlarının ve siyasetle pratik olarak ilgilenen herkesin dikkatle, defalarca ve üzerinde düşünerek okuması gereken bir makale olduğu kanaatindeyim


Düşünün ki halklarımız despot yöneticilerine mektuplar yolladı. O despotlar ki tarih kitapları, öncekilerin yapamadığını yapan “adil despot” mitiyle kendilerini kandırdı… O despotlar ki maiyetindekilerin her biri, onu bin kişiye bedel sayıp onun dışındaki binlerin ise aslında bir hiç olduğu hurafesiyle kendilerini aldattı… O despotlar ki nefsi emareleri, hesapsızca, sorgusuz sualsiz, hiçbir şeyden sorumlu tutulmaksızın her şeyi yapabileceklerini fısıldayarak kendilerini yaktı… Ve yine o despotlar ki tarih kitapları yerine sürekli istihbarat raporları okuduklarından kendi cehaletlerine aldandı…
Tunusluların mektubu: Baskıda, sahtekarlıkta ve yalanda ne kadar mahir olursan ol, gün gelecek sokaklarda çınlanan “halk rejimin düşmesini istiyor” sloganlarıyla rejiminin düşeceği günleri göreceksin. Ne vaatlerin ne de tehditlerin seni kurtaracak. Senin ve ailenin yolsuzlukları ise, saltanatının ve –daha evvel tek bir gün dahi kıymet vermediğin- şerefinin mezarını kazan en büyük kazma olacak.
Mısırlıların mektubu: Yeryüzündeki en büyük güçle [ABD’yle] kurduğun ittifak da, halkının onurunu ve menfaatlerini göz ardı ederek ona yaptığın hizmetler de seni düşmekten kurtaramayacak. Dahası, senin üzerinde ellerini yıkayacakların ilki, dışarıdaki o hamilerin olacak.
Suriyelilerin mektubu: Güvenlik birimlerinin yumruğu ne kadar sert ve acımasız, hapishanelerin ne kadar korkunç olursa olsun, gün gelecek halkını sokaklarda senin başını isterken bulacaksın.
Libyalıların mektubu: Halkının ayaklanmasına karşı ne kadar vahşice askeri mukabelede bulunursan bulun ve ne kadar kan akıtırsan akıt, günün sonunda alaşağı olacaksın. Ne dünya ne de halklar herhangi bir yeni Neron’a karşı suspus kalacaktır. 
Yemenlilerin mektubu: Kabileler üzerinden oynadığın oyunda ne kadar mahir olursan ol, şüphesiz vakti geldiğinde sen de yaptıklarının bedelini ödeyeceksin.
Bahreynlilerin mektubu: Mezhepçilik, iktidarını kurtarmayı başaramayacak; zira göstericiler “ne Sünnilik ne Şiilik, milli birlik, milli birlik” diye haykırarak devrilene kadar seni kuşatma altına alacaklar. Tercihi [mezhebi değil,] stratejik olan halkın karşısında fazla uzun süre direnemeyeceksin.
Yazılmakta olan başka mektuplar da var doğal olarak. Ve gün gelecek, onlar da, bugünlerde ümmetin yolladığı adrese teslim mektupların hala muhatabı olmadıklarını zanneden sahiplerine gönderilecek. O [müstakbel mektup] sahipleri ki ümmete yeterince değer vermeyip kendilerini hep olduklarından çok daha değerli gördüler.
Zavallılar!
Postacının elinde kira sözleşmesinin bittiği ve artık dükkanı boşaltması gerektiğine dair bir tebligatla çıkagelip kapılarını çaldığı gün, o kralların ve cumhurbaşkanlarının haletiruhiyelerini bir düşünün.
Mesele şu ki, bunca senedir bizi ve kendilerini yönetmiş bu tehlikeli budalalar, şu anda bu kutlu Arap Devimlerinden çıkan derslerin tamamını idrak edebilmiş bile değiller.
Hala aslanın sırtında [yani iktidarda] bulunanların ve yarın ona binmeye çalışacak olanların -sırtta sağ salim kalıp pençeleri ve dişleriyle paramparça hale gelmeden aslandan inebilmeleri için- basiretlerini açacağı ümidiyle (veya vehmiyle) bu derslerin en önemlilerini toparlayabilirsek acaba en muhtaç olduğumuz bir anda biz bunun dünyada ve ahirette karşılığını görür müyüz?
İktidardakilerin tarihten ve ümmetin mektuplarından taşan şu hakikatleri nazarıdikkate alarak ülkeyi yönettiklerini bir düşünsenize:
-         İnsanoğlu sevgi ve saygı görmek için iktidar ve para peşinde koşar. Yolsuzlukla elde edilen paradan ve baskı ve yalanla sürdürülen bir iktidardan fayda gelmeyeceği gibi bunlar sana nefretten ve aşağılanmadan, çocuklarına ve torunlarına da utanç verici bir isimden başka bir şey getirmez. İktidarda Ömer el-Faruk’un felsefesini dikkate al. O felsefe ki Arapların ve Müslümanların akıllarına ve gönüllerine Hz. Ömer’i ölümsüz bir ismi olarak nakşetti.
-         Birisine bir defalığına yalan söyleyebilirsin, ama herkese her daim yalan söyleyerek başarılı olmazsın. Yönetimde devrik Tunus lideri Zeynelabidin Bin Ali’nin felsefesinden uzak dur; o felsefe ki Bin Ali’yi müstehzilerin ağzında bir sakız haline getirdi. Yıllar yılı ismi hep yalan(cıla)la birlikte anılıp duracak.
-         Gücün meşruiyeti yerine her daim meşruiyetin (hukukiliğin) gücünü tercih et. Bu daha güvenilir ve daha sağlamdır. Unutma ki kılıçla yaşayan kılıçla ölür, kılıcı ne kadar keskin olursa olsun…
-         En baş düşmanın, (kendi) istediklerini senden koparabilmek için sadece duymak istediklerini sana duyuran maiyetindeki kötü insanlardır. Onlar, kendilerinin de senin de bilmediği(n) bir kıyamete, bir helake doğru seni sürüklerler.
-         İster dürüst ve samimi isterse tarafgir ve imkansızı isteyen türden olsun, muhalefetin eziyetlerine sabret. Muhalefeti, içine sızıp parçalamadan, devre dışı bırakmadan veya bastırmadan öylece kendi haline bırak. Zira rejimin ve ülkenin içinde bulunduğu halle ilgili sana en önemli ve en doğru bilgiyi verecek yine onladır. İyice şiddetlenip içinden çıkılmaz bir hal almadan halledebileceğin eksiklikleri sana gösterecek olan da onlardır. Endülüslü şairin veciz bir şekilde dile getirdiği gibi,
Düşmanlarım bana bir fazlukerem ve ihsan
Rabbim düşmanlarımı benden uzaklaştırmayasın
Kusurlarımı araştırmaları sayesinde hatalardan kaçındım
Rekabetleri sayesinde üst mertebelere ulaştım
-         Halkını idare ederken ne kendini dört bir taraftan kuşattırt ne de sen halkını dört bir taraftan kuşat. En baş düşmanınla muhatap olurken bile kendine ve halkına bir çıkış yolu bırak, yasaklı işkenceye tevessül etme ve rezilce bir bastırmaya kalkışma - ki olur da bir yüzleşme vakti gelirse bunun bedeli çok ağır olmasın, senin ve diğerlerinin kanı fazla akmasın.
-         Halkının sessiz sakinliği sakın ola ki seni aldatmasın. O halk ki bazen binlerce yıllık geçmişiyle [olan biteni hafızasında biriktirerek] yaşayan bir canlıdır ve [vakti geldiğinde] despottan kurtulmak için her yolu, her oyunu dener. Görünüşteki sessizliği, aslanın işkencecisine saldırmak için vakit kollayarak otların içinde saklanmasından farksızdır.
-         Sonuncu, fakat bir o kadar da önemli olan şudur: İyice öğren ve ardından gelmek isteyenlere de öğret ki bu eğitim ve medya çağında, bu iletişim ve ulaşım teknolojisi devrinde, bu bireysel ve kolektif özgürlük ideolojileri döneminde iktidar, bir maceraperestin kazandığı ve kişi kültünden gelen imtiyazlardan faydalanarak oğluna miras bıraktığı bir savaş ganimet değildir. Milli servetten hak alamazsın, göstericileri siyasi polis birimiyle bastıramazsın ve modern kurumlar ihdas ederek bilinci tahrif edemezsin.
Aksine iktidar, artan bir hassasiyet ve titizlikle kolektif denetim altında icra edilen toplumsal bir görevdir. Güven ve itibar kazananlardan başkası bunu başaramaz. Onların mottosu da şudur: Milletin efendisi ona hizmet edendir ve efendilerin efendisi de emirler yağdıran değil, bir ideal, bir mefkure aşılayandır.
***
Nelerden sonra bu yazdıklarımı dönüp okuduğumda kahkahalara boğuldum. Asırlarca sultanlara nasihatçi rolü oynayan ve adaletsiz veyahut henüz yeni başa geçmiş sultanın kıymetli nasihatlerini okuyup da onunla amel edeceğinden ümitvar olan entelektüellerin naifliğine ben de hiç fark etmeden düşüvermişim.
Talihsizlik şu ki, yozlaşmış sultanlar da onların nasihatçileri de (ki bu nasihatçilere en iyi halde ütopyacılar, ama ekseriyetle fırsatçılar diyebiliriz) hiçbir zaman yok olmadı, bundan sonra da yok olmayacaklar. Bu naif entelektüellerin bir türlü öğrenemedikleri şey şu: Allah’ın kendilerine akıl ve vicdan bahşettiklerinin zaten nasihate ihtiyacı yoktur, akıl ve vicdandan mahrum bıraktıklarıysa nasihate kulak asmazlar.
Bize öğretilen en büyük kanunun tarih olduğunu, ama hiç kimsenin tarihten ders almadığını, tarihin sunduğu tüm derslerin de bir rüzgar gibi uçup boşa gittiğini ya unuturlar ya da bilmezden gelirler.
“Niye bu kadar kötümsersin?” diye soruyorlar. Bu lanetin çeşitli sebepleri var:
-         İnsanoğlunun doğası değişmediği gibi, bireysel veya kolektif tecrübeyle sonradan kazanılan özellikler de sonraki nesillere miras olarak aktarılmaz. Bu yüzdendir ki asırlardır aşk, evlilik, ayrılık, dostluk ve düşmanlık hikâyelerinde hiçbir ilerleme kaydedilememiştir. Tek değişen şey oyuncuların kıyafetleridir, tiyatro ise tarih boyunca hep aynıdır.
-         Nefsin özelliklerinden biri zulmetmektir; adalet arayışı özelliğine rağmen… Her birimiz hem zulmeden zalimleriz hem de zulümden şikayet edip duran mazlumlarız. Bu yüzden asırlardır zulmün ve zalimin sayısı, tıpkı cimriliğin ve cimrilerin sayısı gibi, hiç değişmemiştir.
-         Zulüm olgusunun değişiminde ne dinin ne ideolojinin ne ahlakın ne felsefenin ne de servetin bir faydası dokunmuştur. İmkan dahilinde olan değişimse, zulüm “makul” sınırları aştığında devrimden devrime savrularak şiddetli tepkileri azaltabilmektir.
-         Tıpkı iki hidrojenle bir oksijen atomu bir araya geldiğinde su molekülünün oluşması gibi, malın, iktidarın ve insanın bir araya gelmesi de otomatik olarak yolsuzluğa ve zulme yol açar. Ve bu, milliyetten, renkten, ırktan, dinden ve siyasi rejimden bağımsızdır. Demokrasiyle despotluk arasındaki tek fark, birincisinin problemlere bir hal çaresi bulma, ikincisinin ise hastalıkları daha da körükleme becerisidir.
-         İktidarın, bilhassa despot yönetimlerin doğası, -tıpkı ışığın kelebekleri kendine çekmesi gibi- iktidar sarhoşlarını megaloman hale getirmesidir. Siyaset alanını azımsanmayacak miktarda psikiyatrik hastanın buluşma yeri kılan etken de işte budur. Bazı Arap liderlerin ilahlaştırılması işte bu doğal kanunun tezahürlerinden biridir. Bunun zirvesi ise Libya lideri Muammer Kaddafi’dir.
-         İktidar bir uyuşturucudur ve bu uyuşturucuya müptela olan tıbben %100 bağımlı hale gelir. Öyle ki zevk alması için iktidara muhtaçtır ve aynı zevke varmak için [iktidar] dozu[nu] giderek arttırması lazımdır. Tıpkı artan dozda alkol ve uyuşturucu vücut dokularına büyük zarar verdiği gibi, iktidar uyuşturucusu da yavaş yavaş ama geri dönüşü olmayan şekilde aklın ve ruhun “doku”sunu yıkar. Diktatörün iktidar uyuşturucusuna bağımlılığı artar; iktidardan mahrumiyet ağrıların en ağırına yol açacağından onu bırakmamak için her şeyi yapmaya hazır hale gelir. Morfin bağımlısının hali tam da budur; uyuşturucu parasını bulmak için adam öldürmeyi bile hazırdır. Ama tabii ikisi arasında önemli bir fark da vardır: İktidar bağımlıları, uyuşturucu bağımlıları gibi tek bir cinayetle yetinmeyip milyonları katletmeye dahi hazırdırlar.
-         Bu hastalar ve çevrelerindeki insanlar geri dönüşü olmayan çok fazla suça bulaşırlar. Bu yüzden önlerinde [Arap edebiyatının en önemli şairlerinden Ebu Nüvas’ın şiirinde geçtiği gibi] “hastalığa sebep olan şeyle bani tedavi et” mottosudan [yani çözüm olarak iktidara daha fazla yapışmaktan] başka bir seçenekleri de kalmaz.  Öyle ki, akıbetleri “Yeşil Kitap”ın sahibinin [yani Libya lideri Kaddafi’nin] hali gibi olur: “Bana gelen [musibet] düşmanımı da vursun ya Rabbi!”
Akıllara şu gelebilir: O halde ümmetin Arap despotlara yolladığı mektuplar boşu boşuna. Zira ne hezimetlerini itiraf etmeyip saklayanlar ne de bizi hala boyunduruk altında tutanlar mektupların muhtevasından herhangi bir şey anlayabilir.
Maalesef evet.
Bizi ve kendilerini tehlikeye sürükleyenlerden batmayıp da su üstünde kalanların yolladığı şu mesaja dikkat edin: İktidarı asla bırakmayacağız, çünkü bunu yapamayız. Bizi ve başkalarını çepeçevre kuşatan şeyin bağımlılarıyız. Bu yüzden durumu yeniden kontrol altına alana, “bulanık” sular mecrasına dönene kadar kah şiddet kullanarak kah kötülükleri ve vaatleri artırarak iktidarda kalmaktan başka hiçbir seçeneğimiz yok. Son nefesimize kadar iktidara olan bağımlılığımız sürecek.
Tunus ve Mısır’da iktidarı kaybedenlerin yolladığı mesaja dikkat kesilin: Biz mafyanın ve siyasi polisin artıkları (fülul), eski iktidar partisinin imparatorlarıyız. Bizi tekmeyle kapıdan dışarı atsanız dahi pencereden geri dönmeye kararlıyız. Perde arkasından öyle entrikalar çevirip, öyle kaoslar yaratacağız ki sonunda insanlar devrime olan inançlarını kaybedecekler ve bizim hazırlamakta olduğumuz yeni bir kurtarıcının sancağı altında istikrara yeniden kavuşmak isteyecekler. Akla hayale gelmez daha neler göreceksiniz neler...
Onlara yolladığımız mektuplar muhatapsız kaldığında ve onların mesajları kalplermize korku saldığında ne yapacağız? Kısa vadede çıkış ne olacak? Peki orta ve uzun vadede çözüm ne?
İlk görev devrimi tamamlamaktır. Çünkü seslendiğin, muhatap olduğun [muktedirler] zerrece tepki vermeyen adeta birer duvar... Müsaadenizle on senedir tekrarlayıp durduğum şeyi burada bir kez daha dillendireyim: Tehlikeli bağımlılar için bir çıkış, bir kaçış yolu bırakmak ve peşlerine düşmeme karşılığında [kan akıtmadan]  barışçıl çıkışları için pazarlık yapmak gerek.
Libya halkının yaşadıkları, sadece Kaddafi’nin deliliğinden değil, aynı zamanda Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından Kaddafi hakkında tutuklama emri çıkarma hatasından da kaynaklanıyor. Tıpkı yaralı bir hayvanın köşeye kıstırılması gibi o da öyle bir kıstırıldı ki -binlercesinin kanından çok daha önemli olan- kanının son damlasına kadar kendini savunmaktan başka bir seçenek bırakılmadı.
Duruşumu beğenmeyenlere şunu hatırlatmak isterim: Kurbana karşı adalet, kısas ve insaf önemli şeylerdir; ama binlerin hayatını korumak bundan daha da önemlidir. Geçmiş dönemin artıkları (fülul) için de aynı duruşu sergilemek gerekir. Zira ekseriyeti, kazanmalarının imkansız olduğunu bildikleri halde sırf geleceklerinden aşırı derecede korku duyduklarından devrime karşı komplo kuruyorlar.
Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları kuran Güney Afrika Cumhuriyeti’nin yolundan giderek bu artıkların şerlerini etkisiz kılmalıyız. Yani siyasi polisten ve iktidar partisinden büyük suçlular hakkındaki dosyalar tek tek açılmalı ki hakikatler öğrenilsin ve kurbanlar için adalet sağlansın. Ayrıca iki seçenekten biri, yani ya özür ve pişmanlıklarını dile getirip af dileme ya da intikam mantığından uzak, şeffaf davalarda yargılanmak üzere mahkemeye çıkma seçenekleri bu suçluların önlerine konmalı.
İkinci görev, gelecek nesilleri –tıpkı Zeynelabidin Bin Ali, Hüsnü Mübarek, Ali Abdullah Salih gibi- alçak ruhlu büyük hırsızların ve -Kaddafi gibi- deli divanelerin tasallutuna düşmekten korumak için mümkün olan en güvenli rejimi kurmaktır.
Tarih bize şunu öğretmektedir: Dinî ve ahlakî nasihatlerin karşılığı çok az alınır. Zira bu nasihatleri dinleyenler zaten ahlaki davranmaya fıtraten yatkın olanlardır; böyle bir yatkınlığı olmayanlara ise bilinçlendirici vaazlar ve nasihatler tesir etmediği gibi, aksine bunlar dini nefsin karanlıkta kalan özelliklerine hizmeti için kullanırlar.
Dini ve ahlaki eğitim, sadece fıtri yatkınlıkları aşılamak için sürdürülmelidir. Siyasi sistemin ise salt eğitimin yeterli olmadığı, -sadece ilahlaştırılma arzusundakilerde değil- tek tek hepimizin içinde var olan o kötülüğün kuşatılması ve boyun eğdirilmesi gerektiği verili gerçeğinden hareketle belirlenip geliştirmesi gerekir.
Çok basit bir örnek vereyim. Hepimiz devlet dairelerindeki vezneler önünde veya bunun gibi başka yerlerde veyahut havaalanlarında yüz kızartıcı bir kargaşa içinde itişip kakışırız. Herkes ihtiyacını en önce karşılamak, işini bir an evvel bitirmek ister. Bu durumu protesto etmek ve önceliği olanlara saygı gösterilmesini istemek de pek bir işe yaramaz.
Ancak bu kargaşa ve kaos hali, görevlilerin insanlara tek tek sıraya girmekten başka bir seçenek bırakmayacak şekilde sınırları belirleyen ipler çekmesi halinde sona erer. Aynısı siyasi rejimler için de geçerlidir; ortada bir disiplin var mı yok mu buna aldırış bile etmez, ama bulunduğu makama hiç kimsenin göz dikmemesini ve kendisine muhalefet edenin de derhal uzaklaştırılmasını zorla dayatır.
Bugün içimizdeki enaniyeti ve kaos halini felç edecek elimizdeki tek seçenek, tüm eksikliklerine rağmen demokrasi rejimidir. [Ve bu da demokrasilerde] yargı yetkisinin devlet başkanının otoritesi dışına çıkarılarak kuvvetler ayrılığının net bir şekilde sağlanması, yasama yetkisinin sadece meclise hasredilmesi ve yürütme yetkisinin de ustaca başbakan ile cumhurbaşkanı (veya kral) arasında dağıtılarak bunlardan herhangi birisinin diktatöre dönüşmesinin önlenmesi sayesindedir. Bütün bunlar, sivil toplum kuruluşlarının ve özgürleştirilen vatanın tüm şehirleri ve köylerindeki devrim koruma komitelerinin çok yakından takibi altında olmalıdır.
Tabii ki demokrasinin varlığı, yolsuzlukları da zulmü de hastalıklı bir hırs olan kendini ilahlaştırıp başkaları pahasına yaşama alışkanlığını da ortadan kaldırmayacaktır. Ama biteviye yetişen -ve her bir beşerin içindeki o karanlık yüzü yansıttığından ne dinin ne de siyasi düzenin kökten kurtulmakta bir işe yarayabildiği- o zararlı otları kesme mekanizmalarını bize sağlayacaktır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder