11 Temmuz 2016 Pazartesi

S.KARAGANOV: RUSYA DÜNYA GÜVENLİĞİNİ TESİSTE KİLİT


 

RUSYA’NIN EN ÖNEMLİ EMİTASI, DÜNYA GÜVENLİĞİNİ TESİSTİR

Röportaj veren: Sergey Karaganov (2001-2013 yılları arasında Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in dış politika danışmanı. Tarih doktoru, Milli Araştırma Üniversitesi Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler dekanı ve aynı zamanda Dış ve Savunma Politikası Konseyinin onursal başkanı)
Röportajı yapan: Alexei Peskov
South Front, 11.4.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Rusya-Batı ilişkilerindeki mevcut krizin kökeninde neler var?
İlişkilerdeki kriz birçok sebebe dayanıyor:
Birincisi, 1990’larda kendisini muzaffer addeden Batı bunun ebediyen devam edeceğini zannetti. Ama 21. yüzyılın ilk on yılında süreç değişti ve bilhassa Irak, Libya ve Afganistan’a müdahale hatalarıyla bir anda hızla kaybetmeye başladı. Bütün bu müdahaleler Batı’nın mağlubiyetiyle sonuçlandı. Dünya meselelerinin çözümü için sundukları reçetelerin ne denli etkisiz olduğu küresel finans krizinin patlak verdiği 2008-2009’a gelindiğinde aşikâr bir hal aldı. Bunu Batı’nın ahlaki, siyasi, iktisadi ve askeri konumunun çöküşü takip etti - ki bu gidişatı fark edenlerin sayısı çok azdı… Ne olmuştu hatırlayalım: ABD silahlanma için trilyonlarca dolar harcadı ve o dönemde tüm dünyada hegemonyasını tesis etmiş gibi görünüyordu; ama ordusunu sahaya sürdüğünde tüm savaşları kaybetti. Bütün bu devasa harcamalarının aslında değerini düşürdüğü ortaya çıktı. Üstünlükleri, hegemonyası değerini kaybetti.
İkinci önemli faktör, daha evvel de yükselmekte olan ama son yıllarda başarıları çok daha fazla belirgin ve mühim bir hal alan Çin ve Hindistan başta olmak üzere diğer devletlerin güçlenmekte olması.
Üçüncü faktör Rusya. Bir şekilde Batı’ya yönelmeye, onu yatıştırıp rahatlatmaya ve onun politikalarına uymaya çalıştı; ama sonra bütün bu çabaların ne denli manasız olduğunun farkına vararak çark etti. Batı ülkelerinin iktisadi, askeri ve siyasi çöküşü esnasında Rusya’nın bu davranışı,  son derecede can sıkıcı olarak algılandı. Batı’da hala Rusya’nın iktisaden zayıf olduğu ve tıpkı SSCB gibi şoklara dayanamayacağı hissiyatı hâkim olduğundan Moskova bir dizi “eğitici eylem”e [Z.T.K. iktisadi ambargoları vs. kastediyor] maruz kaldı.

Batı’nın Rusya’yla savaşının nihai hedefi nedir?
Birçok analist ABD’nin bunlara uygun bir dizi hedefi ve eylemi devreye soktuğundan emin. Bu gerçekse bile devreye soktukları çok küçük bir düzeyde. Bugünün Amerikan siyasetine ilişkin yorumlardan biri, ABD’de yönetici elitin bölündüğü ve siyasetin gidişatını belirleyenlerde liyakat düzeyinin yerlerde süründüğü yönünde. Irak’ta demokrasiyi tesis için savaştıklarını söylediklerinde insanların çoğu savaşın asıl gayesinin petrol kaynaklarının kontrolü olduğundan emindi. Ama ben bu savaşı, yönetici elitin müthiş bir liyakatsizliğinin, yetersizliğinin bir tezahürü olarak görüyorum. Silahlı kuvvetleri tamamen anlamsız bir şekilde et kıyma makinesine atmak, siyasi bir hezimete katlanmak ve yüz binlerce insanı telef etmek… Bu, sorumsuzluğun ve ahmaklığın zirvesi…

Hırslar aklı galebe çalıyor yani?
Hırslara ilaveten, bir de hem yurtiçindeki hem de yurtdışındaki makul ve sorumluluk sahibi elitleri dinlemekte bir isteksizlik var. Birçok Rus ve Amerikalı elit Amerikan yönetimini Irak’ı işgal etmemesi konusunda uyardı. Ama onları dinlemediler. Üstelik biz de uyardık, sakın Afganistan’da bir kara operasyonuna girişmeyin, yoksa mağlubiyetiniz kaçınılmaz olur diye. Bizi de dikkate almadılar. ABD’de son derece entelektüel bir elit varken nasıl bu denli faydasız, başarısız bir dış politika yürüttüklerini anlayabilmek gerçekten zor. Belki bu durum elitlerin hizipleşmesi ve ideolojisiyle açıklanabilir. Şu anda ABD’de iki grup hâkim: yeni-muhafazakârlar/neoconlar (mutaassıp sağ) ve ona karşı duran liberal müdahaleciler. Araçları farklı olsa da her ikisi de Amerikan hayat tarzını tüm dünyaya yaymakta istekli. En önemlisiyse her ikisinin de yetersiz.
Bu iki uç tarafın temsilcileri şu anda başkanlık yarışındalar; vatanperver görüşlere sadık elit ise modern dünya işleyişinin nasıl gölgelendiğinin farkında. Bu elitin duayeni (…) Henry Kissinger. (…) Realist olarak nitelenebilecek isimler bugünün siyasi tartışmalarına hemen hiç katılmıyorlar. Yönetimde ideolojik bayağılık var. Böyle şeyler, vakti zamanında bizde de siyasette aklın yerini ideolojinin aldığı başka ülkelerde de yaşandı.

Soğuk Savaş sırasında ABD McDonald’s, kot kıyafet, rock müzik ve Hollywood aksiyon filmleriyle dünyaya başarılı bir şekilde boyun eğdirmişti… Eğer hedefi dünyayı kendi hayat tarzına zorlamaksa değişim için silah kullanmaya ne gerek vardı ki?
Batı’nın ideolojik nüfuzunun diğer ülkelere yayılması, Amerikan iktisadi politikası lehine bir rıza göstermek demektir. İdeolojik savaşın amacı, sadece ahlaki bir zafer değil, çok daha elle tutulur başka şeylerdir. Mesela 1990’larda Doğu Avrupa ülkelerinin Batı Avrupa nüfuz alanına geçmesi, iktisadi durgunluk içinde oldukları bir anda Batı’ya yeni bir iktisadi destek sunmuştu.
Herkesin anlayamadığı bir nokta daha var: Küreselleşmenin yükselişi yüzünden ideolojik yayılma hız keserek durdu. Bunun sonucu ise Batı’nın kendi isteklerini dayatamadığı üçüncü tarafların iktisadi bir patlama yaşaması oldu. SSCB müdahale etmeyip sadece kendi blogundaki ülkeleri korumaya odaklandığında [ABD] bunu yapabiliyordu. Ama artık dünya nispeten daha tekdüze bir hale geldi ve sonunda güvenlik sistemi de değişti. ABD, sadece Çin’in sahip olduğu nükleer silahlar nedeniyle değil, aynı zamanda bunun Rus çıkarlarını olumsuz etkileyip Rusya’yla bir savaşı tetikleme riskinden dolayı da Çin’e saldıramaz. Nükleer unsur artık dünyaya yayıldı ve bu sayede ülkeler Soğuk Savaş’takinden çok daha fazla egemen hale geldiler. Hindistan, İran, Malezya, İsrail, Tayland ve Singapur her geçen sene gittikçe çok daha bağımsız dış politikalar uygulayan ülkeler arasında yer alıyor.
Egemenliğin artmasıyla birlikte bu ülkelerdeki geleneksel değerlerin dışarıdan ihraç edilen değerlere kıyasla artık vatandaşlar için çok daha önemli bir hale geldiği açık. Otoriter ülkelerde dahi halkın siyaset üzerindeki etkisinin çok daha aktif bir hal almasıyla birlikte bir demokratikleşme süreci başladı. İnsanlar kot kıyafetleri kabul ediyor ama geleneksel kültürünü de istiyor. Bu, dünyanın “McDonald’s’ları reddetmeye başladığı anlamına gelmez; daha ziyade kendilerinden olan bazı şeyleri de insanların beğenisine sunar hale geldiler. Ve şu anda Çin mutfağı Amerikan “fast-food”larından çok daha fazla dünyayı etkiliyor.

Rusya buna nasıl karşılık verebilir? Dünyayı kendi safımıza çekebileceğimiz “yumuşak güç”ümüz nedir?
Rusya yapıcı avantajlarını dünyaya sunabilir. Mesela suya ve enerjiye muazzam bir talep var ve bunların üretimi sayesinde Rus coğrafyası içindeki Sibirya ve Uzak Doğu bölgeleri kendi ayakları üzerinde durur hale gelebilir. Ancak -her ne kadar eskisine kıyasla azalsa da- elitimiz bu bölgelerin daha fazla gelişmesine karşı hala bir direnç gösteriyor.
Kim olduğumuzun farkın varabilmemiz için tarihimize bakmamız lazım. Dünyanın yarısını fetheden dönemin Çin yöneticisi Cengiz Han’dan başlayıp ardından Avrupa’nın yarısını ele geçiren Cermen etnik gruplardan olan İsveçlilere, daha sonra Napolyon’dan Hitler’e kadar bütün imparatorlukları yıkan tek devlet biziz.
Şunun farkında olmalıyız ki biz tüccar ve ayakkabı üreticisi bir millet değiliz; çünkü diğer şeylerle ne kadar çok uğraşırsak uğraşalım, sonuçta tanklarımız en önemli ve en değerli ürünümüz. Biz nasıl savaşılır ve bir savaş nasıl kazanılır, bunu biliyoruz. Dünyanın bize ihtiyacı var; çünkü biz en önemli emtiayı/değeri sağlıyoruz, yani güvenliği. [Z.T.K. “emtia” tam çeviri olmakla birlikte Karaganov’un burada kastettiğini “ticaret malı/ihraç malı” olarak da algılamak mümkün. Yani “Rusya’nın en önemli ihraç malı dünya güvenliğini sağlamaktır” şeklinde düşünübiliriz.] Ayrıca şunu da hiç unutmamalıyız ki, şu an her ne kadar geliştirmiyor olsak da, bizim arkamızda muhteşem bir kültür var ve dünyada nüfuzumuzu sürdürebilmek için kültürümüzden faydalanabiliriz.

Yani Tolstoy ve Dostoyevski’nin yardımıyla mı dünyayı fethedeceğiz?
Dünyayı niye fethedelim ki? Biz, herkesin bize saygı duyduğu veya en azından biraz olsun korktuğu güçlü, zengin ve büyük bir ülkede yaşamak istiyoruz. İktisadi ve entelektüel olarak gelişmek ve böylece galip devlet olduğumuzun haklı gururunu yaşamak tüm istediğimiz; daha ötesine ihtiyacımız yok. Ama aynı zamanda dünyanın Tolstoy’un Savaş ve Barış romanına erişmesini sağlamalıyız; çünkü bunu okuyan herkes ilelebet Ruslara saygı duyacaktır.
Rusya ile ABD arasındaki mevcut ilişkilere bir analojiyle bakabiliriz: Bütün rollerin dağıtıldığı bir tiyatro oyuncu grubunda aniden yedektekilerden birinin çıkıp da “kahraman sevgili rolü benim” diye tutturduğunu düşünün; bu durumda mevcut oyun kahramanı çileden çıkar…
Şunu bilmelisiniz ki mevcut kahraman sevgili Rusya’dan değil, Çin’den ürküyor. Eğer Çin mevcut hızda büyümeye devam ederse birkaç sene içinde dünyadaki bir numaralı güç olacak. ABD’yi askeri kuvvet veya kişi başına düşen milli gelir bakımından aşacak demiyorum; ama jeopolitik nüfuzu açısından bir numara olacak. Ve ABD bu gidişattan hiç memnun değil.

Çin’e bir uyarı mahiyetinde Rusya bir şamaroğlanı olarak seçilmişe benziyor; bu konuda ne dersiniz?
Bir bakıma evet. Ama bunun yanı sıra kendi elitimiz, ekonomimizi geliştirme noktasındaki acziyetiyle veya isteksizliğiyle baskıyı daha da kışkırtıyor. Batı’daki hissiyat, eğer Rusya’nın işini SSCB döneminde bitiremediyse bunu şimdi yapmak. İktisadi durgunlukları devam ettiği müddetçe bizi dövme şevkleri daha da artacak. Rus-Batı ilişkilerindeki bozulmanın nedenleri Batı’daki toplumların iç yapılarında aranmalı. Avrupalı elitler arasında Rus karşıtı hissiyat zaten hep güçlüydü; ama Avrupa projesinin krizi yüzünden bu hissiyat şimdi belirgin bir şekilde arttı. AB zirve noktasına 1990’larda ulaştı, ardından Doğu Avrupa ülkelerine yeni pazarların akışı buna destek oldu, ama artık genişçe bir alanda kaybediyorlar. AB düşüşe mahkûm, ama umarım bu gidişat bir çöküşe yol açmaz. Çünkü AB’nin çöküşü Rusya için de oldukça kötü bir seçenek. Şu anda Avrupalı elitler düşüş sürecini durdurmayı sağlayacak yollar arıyorlar. Bu yollardan biri de düşman imajını yenilemek. Hatırlayın, AB projesi iki sütun üzerine inşa edildi: savaşın olumsuz sonuçlarını aşmak ve komünizm karşıtlığı. Her iki problem de çözüldü. Yerine ne gelecek? 2010’da Rusya ve Putin’le işe başladılar. 2013’e gelindiğinde Avrupa’da Rus karşıtı propaganda her yere taşmıştı ve şimdi ise Rusya’nın eli dünyadaki her kötülüğün içinde görülmek suretiyle ileri hayal gücü gerektiren (fantazmagorik) bir boyut kazandı.

ABD ve Avrupa 1990’larda bizi nasıl sevmişlerdi… Baba Bush, dükkanlarımızın rafları boşken bize tavuk butları yolladı; ikinci el ürünlerle bizi kazıkladılar. Bunun karşılığında ne istediler?
Karşılığında bizim kendileri gibi olmamızı, onları takip etmemizi istediler. Biz ise bugünün Avrupa’sı gibi olmayı değil, 1950’lerdeki gibi, ortak büyük tarihimizi yeğledik. Biz uzun yıllardır kesip koparıldığımız Hristiyan ideallere bağlı kalarak kültürel anlamda Avrupalılaşmayı arzu ettik. Biz Adenauer, Churchill ve de Gaulle’ün Avrupa’sını istedik. Ama tamamen farklı bir Avrupa’ya ulaştık; kendisini reddeden ve bugün artık tamamen farklı değerler ilan eden bir Avrupa… Ümit ederim ki Avrupa eski ideallerine geri döner de bir araya gelip konuşacağımız bir şeylerimiz olur.
Hatırlayın, 1990’lı yıllarda biz egemenlik konusundan pek bahsetmiyor, [Avrupa tarafından] beğenilmek istiyorduk. Onlar bizim sırtımızı sıvazlarken, biz de bir minnettarlık göstergesi olarak tavize hiç değmeyecek şeyleri dahi vermeye hazırdık. NATO’nun yayılmasını fiilen kabul ettik. Bu sevgi, Rusya’nın petrol ve doğalgaz varlıklarını elden çıkarma gibi bir planı olmadığının bir anda netleştiği Khodorkovsky davası sayesinde 2000’li yılların başlarında sona ermeye başladı.

Şu anda karşı karşıya olduğumuz en büyük tehdit nedir?
1960’lı yıllardan bu yana ilk kez savaş tehdidi bu denli büyük. Ve yaklaşık sekiz senedir de bu böyle. Burada nesnel tehditlerden bahsediyorum; tabii ki ve çok şükür ki şu anda hiç kimse gerçek bir savaş istemiyor. Tehdit, dünyadaki güç dengelerinde meydana gelen hızlı değişim nedeniyle çözülemeyen çelişkilerin birikmesi yüzünden var. Başta Batılılar olmak üzere elitlerin çoğu bu durumdan nasıl çıkılacağını da bilmiyor. Böyle zamanlarda basit çözümler onlara cazip görünür. Rusya’nın nükleer potansiyeli şimdiye kadar bu tarz basit çözümlerden alıkoydu; ama mevcut karşılıklı güvensizlik şartlarında kazara bir savaş patlak verebilir.

Rusya’da reformlar konusu ne oldu? Herkes reformlara “taraftar”, herkes ülkemizde nelerin yanlış gittiğinin bilincinde. Ama çıkıp da “Bu nasıl iyi bir şekilde yapılır, ben biliyorum” diyen tek bir teknoloji uzmanı dahi görmüyoruz.
Rusya 1990’larda ve 2000’lerde ortaya çıkan iki ayrı türden elit tarafından idare ediliyor. Her iki elit da reform yapmaya hala hazır değil. Öyle görünüyor ki bunun temel sebebi, Rusların çoğunluğunun geçmiş 10-12 yılda bu rant sayesinde refah içinde yaşaması ve bunun devamını istemesi. Putin karşıtı koalisyon, petrol rantı sağ olsun, gayet iyi yaşadı ve Putin yanlısı koalisyon da ondan daha da fazla refah içindeydi. Gelirin dağıtımına halk da dahil oldu ve bu yüzden son yıllarda Rus halkı, Rus tarihinin herhangi bir dönemindekinden çok daha iyi şartlarda yaşıyor. Hepsi de reform vaktinin kendi kendine gelmesini bekliyor. İşte bu yüzden reform meselesi henüz olgunlaşmadı maalesef. Her ne kadar harekete geçme vakti çoktan gelip geçmiş olsa da hala bir adım atmadan boş boş konuşuyorlar. Konu olgunlaştığında zaten var olan reform teknolojilerini bulacaklar. Reformlar daha 2008-2009’da başlamalıydı, paranın bol olduğu ve her şeyin çok daha etkili bir şekilde yapılabileceği dönemde… Ama hiç kimse adım atmak istemedi, herkes tatlı hayatı sevdi. Bununla birlikte bu süreçte hayata geçirilen ve son derece de başarılı olan bir reform var: silahlı kuvvetlerin reformu.

Sıradan insanlar orduda iki tür reformu ayırt edebilir durumda: Birincisi, savunma bakanlığını 2007-2012 yılları arasında yürüten Anatoly Serdyukov’un reformları, ikincisi ise 2012’den bugüne savunma bakanlığını sürdüren Sergey Şoygu’nunkiler. Serdyukov, askeri birlikleri ve harp akademilerini yeniden yapılandırdı ve bu, orduda bir infial dalgasına yol açtı; Şoygu ise her şeyi rayına oturttu.
Hayır, bunlar aynı reformun iki farklı aşamasıydı. Serdyukov, işlerinin yaklaşık %10’unda, özellikle bilimsel ve eğitimsel askeri kurumlarla ilgili mantıksızlıklar yaptı; ama genel olarak kendisine verilen görevi hızlıca ve kararlı bir şekilde yerine getirdi. Herkes ona sövüp saydı, başkalarının hatalarından sorumlu tutuldu; ama orduyu bugünkü durumuna getirme görevinin büyük çoğunluğunu üstlenen bizzat oydu. Şoygu da çok şeyler yaptı; ama en zorlu reformların kahir ekseriyetini yapan selefiydi.

Batı niçin Putin’i tüm kötülüklerin anası olarak görüyor? Acaba iktidardan düşürülürse sihirli bir şekilde her şeyin değişeceğine mi inanılıyor? Batılı uzmanlar naifliğin de ötesinde değil mi?
Putin’in şeytanlaştırılmasının asıl nedeni, Batı’nın devlet başkanının arkasında Rus halkının çoğunun durduğunu gözlemlemesi. Batılı dostlarımızın Rusya’nın [bir bütün olarak] kötülüklerin kaynağı olduğunu söylemeleri zor; bu yüzden bizzat kendileri için kötülüğün müşahhaslaşan bir simgesi olarak Putin’e ihtiyaçları var. Yani Rusya’ya karşı seferberlik çağrısı yapmaları her şekilde aptalca olacağından Putin’in yerine bir başkasının geçmesini istediklerini söylemeleri kulağa bir nebze daha hoş geliyor. “Putin bizzat mültecileri Avrupa’ya yönlendirdi”, “Kıtada siyasi alanda sağ partilerin yükselişini organize etti”, “Teröristlerin arkasındaki isim o” benzeri bütün bu sözler, sadece gazeteciler değil büyük siyasetçiler tarafından da söyleniyor. Bu elverişli bir pozisyon aslında; zira Avrupa’nın reformları başarısızlıkla sonuçlandığından bu sözler hem niye başarısız olunduğuna bir açıklama getiriyor hem ortak düşmana karşı konsolidasyonu sağlıyor hem de konsolidasyon enerjisini içeriye doğru yönlendiriyor. Sonuç tahmin edilebilir: reform yok, meydan okuma var.
Acaba büyük güçler, niye bütün iç meselelerini bir kenara bırakıp da dünyayı birlikte yönetebilmek için bir rol dağılımı üzerinde uzlaşmıyorlar? İyi polis, kötü polis… İran ve Kuzey Kore konusunda bu entrikanın uygulamaya geçirildiğini görmüştük hissiyatı söz konusu…
Böyle bir uzlaşma ideal olacaktır; ama kilit oyuncular olan Çin, Hindistan ve İran’ın yanı sıra birkaç ülkeyle daha iş tutmalıyız. Şimdilik bu, Batı için imkansız. Zira Batı, 1990’lardaki gibi tahakkümünü sürdürmeye çalışıyor. Tali taktik anlaşmalar aramızda mevcut. Ama gelişmeye devam eden derin eğilimler dolayısıyla –ki bunlar çok büyük ölçüde Avrupa’daki iç krizlerden kaynaklanıyor- genel olarak biz [AB’yle] bir anlaşmaya, bir mutabakata varamayız. Öte yandan zannedersem birkaç sene içinde ABD ve Çin’le çok büyük çaplı müzakereler yürütmeyi başarabiliriz; zira Amerikan toplumu Avrupalılardan daha güçlü ve ABD’deki kriz pek de derin değil. Her halükarda Avrupa’yla müzakere etmek zorundayız ve onlardan kopamayız. Çünkü kültürel olarak biz onların bir parçasıyız, onlar da bizim bir parçamız.

Rusya’nın uçuşa geçip hız kazanmaya başladığı, ama henüz daha hazır değilken çok erkenden tekerlekleri yerden havaya kaldırdığını hissediyor musunuz?
Öyle görünüyor. Ama şunu da belirtmeliyim ki yaklaşık 2010 senesi gibi biz hızlanmayı zaten durdurduk. Seneden seneye havalanmanın daha da zorlaşacağı belliydi.

Parlak diplomasimiz ve etkili askeri politikamız sağ olsun, dış politikada işler başarılı görünüyor. Ama ekonomiyi güçlendiremezsek en muhteşem diplomasi ve en mükemmel askeri güç dahi sadece taktik kazanımlar sağlar, o kadar. Evet, SSCB’nin çöküş dönemine kıyasla Rusya’nın durumu bugün çok daha iyi. Dünya çapında sosyalizmi sürdürmek zorunda değiliz. Birliğe bağlı cumhuriyetleri idare etmemiz veya Çin’e direnmemiz gerekmiyor. Ve toplumumuz ölüm döşeğindeki komünist ideoloji için değil, milli vatanperverlik için birleşmek durumunda. İşte bu nedenlerle oldukça iyi bir konumdayız. Ama zaferi mağlubiyete dönüştürme şeklindeki kötü Rus geleneğimizle bunu da kaybedebiliriz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder