5 Haziran 2016 Pazar

G.FRIEDMAN - SOĞUK SAVAŞ’IN ÖTESİNDE BİR AMERİKAN STRATEJİSİ


SOĞUK SAVAŞ’IN ÖTESİNDE BİR AMERİKAN STRATEJİSİ

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 16.5.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

1991’de ABD dünyanın tek küresel gücü haline geldi. 45 sene evvelinde SSCB’yle girdapvari bir küresel üstünlük mücadelesine saplanıp kalmıştı ve bu sürecin birçok aşamasında ABD hiç de SSCB karşısında galip gelecekmiş gibi görünmüyordu. Bundan daha evvel 20. yüzyılın başlarında ise ABD, dünyadaki kanlı çatışmaların ortasında yerini [yani dünyadaki konumunu] henüz bulmakta olan yeni gelişen bir güçtü.

1991’de ABD yeni bir rolü kabullenmek zorunda kaldı. SSCB’nin çöküşü ABD’yi beklemediği bir şekilde sürpriz yakaladı. Soğuk Savaş sırasında Washington’ın stratejisi, gerek askeri gerekse iktisadi konularda karmaşık bir ittifak yapısı oluşturmaktı. Ordusu askeri ittifaklar içinde hareket etti ve diğer ülkeleri SSCB’den uzak tutup Amerikan öncülüğündeki ticari sisteme yaklaşmaya ikna edecek şekilde ticari yapılanmalar geliştirmeye odaklandı. ABD gelişmiş bir ittifaktan iktisadi faydalar elde etmeye hazırdı. Ayrıca kendisinin kaynakların çok büyük bir kısmını temin edeceği, müttefiklerinin ise yapabileceklerinden çok daha azını sağlayacakları asimetrik askeri ittifaklara da hazırdı.

ABD kendisinin stratejik ve ahlaki boyutlu bir küresel mücadeleye tutuştuğunu düşündüğünden bu dengesizlik [yani asimetrik askeri ilişki] anlaşılabilirdi. Yine Amerikan kuvvetlerinin sadece ittifakın güvenliğini temin için değil, aynı zamanda müttefiklerinden asgari destekle doğrudan askeri operasyonlara girişmesinin de anlaşılabilir bir tarafı vardı. Kore ve Vietnam savaşlarından tutun 1958 Lübnan ve 1983 Grenada krizlerine ve ayrıca sayısız örtülü operasyona kadar birçok alanda ABD hep farklı yoğunluklarda da olsa komünizme karşı küresel bir savaş vermişti.

ABD’nin temel saikleri kendi milli menfaati ve –Almanları yatıştırmak için Çekoslavakya’nın bir kısmını ilhak etmesine izin veren– 1938 Münih Anlaşması’ndan çıkardığı tarihi derslerdi. Münih’in İkinci Dünya Savaşı’nı önlemekteki başarısızlığı, Washington tarafından, hem yatıştırma siyasetinin hem de ABD’nin İngiliz-Fransız ittifakına daha çabuk katılmaktaki başarısızlığının bir sonucu olarak okundu. Bu nedenle Soğuk Savaş boyunca Amerikan stratejisi, müttefiklerin sayısını artırırken uzlaşmaya varmayı hep reddetmek oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkan dersler Soğuk Savaş’ın stratejisine dönüştü. Sonunda bu işe de yaradı. Bir nükleer savaş patlak vermedi ki bu, zaten başarılı bir milli stratejinin ölçüsüydü.

Gerçek Asimetri
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ABD milli stratejisini belirlemekte başarısız oldu. 11 Eylül saldırılarına, tıpkı Pearl Harbor’da yaptığı gibi, konvansiyonel kuvvetlere dayanan çok cepheli askeri harekatlarla karşılık vermeye kalkıştı. Çabalarına destek için bir ittifak yapısı kurmaya çalıştı. Stratejisinin merkezine Münih’ten alınan dersi koymaya devam etti. Ama bu yaklaşım işe yaramadı. İkinci Dünya Savaşı’nın ve Soğuk Savaş’ın derslerini İslamcı radikalizmle savaşa transfer etmek başarılı olamadı. 7 Aralık 1941’den 31 Aralık 1991’e kadarki dönemde geliştirilen Amerikan stratejisini 11 Eylül 2001 saldırılarına bir cevap için kullanmak, geçtiğimiz 15 yılın gerçek asimetrisiydi.

NATO’yu, IMF’yi ve diğer çok-taraflı yapıları üreten dünya 25 sene evvel çöktü. ABD geçmişin yapılarını bugünkü amaçlarına hizmet etmesi için kullanmaya çalıştı, hem alışkanlıktan hem de bu kurumların ötesine geçerse mümkün olan en kötü strateji olarak gördüğü izolasyonculuğa saplanıp kalmaktan korktuğu için. Ama şunu hiç unutmayın ki ABD aslında hiçbir zaman izolasyoncu olmadı. Bu, ikinci bir Avrupa çatışmasına dahil olmayı önlemek isteyenlere karşı kullanılan bir itham edici bir kavramdı.

İzolasyonculuğun tartışıldığı dönemde ABD iyice Asya’ya müdahil olmuş, Japonya’ya karşı Çin’i destekliyordu. Dolayısıyla ABD’ye izolasyoncu demek çok zor. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’deki genel kanaat, Amerikan müdahalesinin Avrupa problemini çözmekte hiçbir işe yaramadığı ve kemikleşmiş, kanlı bir Avrupa savaşına bir daha girmenin Amerikan menfaatlerine hizmet etmeyeceği yönündeydi. Avrupa güç dengesinin Almanya’yı durduracağı ve bir savaş çıkması halinde Birinci Dünya Savaşı senaryosunun tekrarlanmasına ve Almanya’nın yenilgisine yol açacağı farz ediliyordu. Eğer ki [İkinci Dünya Savaşı’nda] Fransa altı hafta içinde düşmeyip de Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi savaşmaya devam etseydi Amerikan stratejisi çok daha ihtiyatlı olurdu. Fransa’nın kısa sürede çöküşü herkesin hazırlıksız yakalandığı bir sonuç yarattı. Aynı zamanda stratejik denklemi de değiştirdi ve nihayetinde Amerikan stratejisinin değişmesine yol açtı.

Amerikan stratejisi, Asya’ya odaklanmak ve Avrupa dengesinin kendi içinde işlemesine imkan vermek üzerine kuruluydu. Bu stratejinin bugün bize öğreteceği bir ders var. Büyük bir Amerikan kuvvetinin [bir bölgeye] girişi ilk adım değil, elzem hale geldiğinde atılması gereken son adımdır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Asya ve Avrupa’daki Amerikan stratejisi, bölgesel güçlerin menfaatlerine ve onların birbirlerini dengeleyip sınırlandırma kabiliyetine dayalıydı. ABD yardım sağladı, ama Japonya ve Almanya’ya karşı Asya ve Avrupa’nın garantörü olmadı, ta ki mevcut güç dengesi çöküp de Washington’ın müdahilliği elzem hale gelene kadar.

ABD son derece güçlü, ama kadiri mutlak değil. Doğrudan kuvvet kullanımıyla dünyayı yönetme kabiliyetine sahip değil. Ne İngilizler ne de Romalılar yönetmenin temel aracı olarak kendi askeri kuvvetlerini kullandılar. Daha ziyade güçlerinin temeli olarak kullandıkları şey, müstakbel imparatorlukları içinde cereyan eden şiddetli çatışmalardı. İngilizler, Hindistan’ı 1 milyonluk bir askeri kuvvetle işgal etmedi; İngiliz gücünü bölgede artırabilmek için bir yandan taraflardan birini diğerine karşı desteklemek suretiyle içerideki rakip güçler arasındaki çatışmalardan faydalandılar, diğer yandan iktisadi ilişkileri kullandılar ve hedeflerine ulaşmak için İngiliz danışmanlar ve komutanlar yollayarak yerli Hint orduları yetiştirdiler. Menfaatlerini gerçekleştirmede temel araç olarak asli [askeri] kuvvetlerini kullanmadılar. Eğer ki böyle yapsalardı [yönettikleri bölgelerde] çok daha evvel kendi kendilerini tüketirlerdi.

1991’den beri ABD’nin yüz yüze olduğu soru kendi gücünü nasıl yöneteceği. İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş modeli Ortadoğu’da işe yaramadı; zira ABD, konvansiyonel orduları tahrip ettikten sonra bu ülkeleri huzura kavuşturmak için yeterli kuvvete sahip değil. Ayrıca Soğuk Savaş sırasında geliştirdiği ittifaklar yeni küresel modelde bir anlam ifade etmiyor. Zira bu ittifaklar, yeni gerçeklik çerçevesinde stratejik açıdan önemli bir güç oluşturmak için gerekli kuvvetten ve motivasyondan mahrumlar. ABD sanki eski strateji, amaçlarına hala hizmet edecekmiş gibi yoluna devam ediyor. Ama böyle olmayacak.

Tabii ki ABD’nin Ortadoğu’da bir menfaati var; ama bu, –birbirine güvenmeyen ve bölgeyi [yani bölgedeki nüfuz mücadelesini] de terk edemeyen– Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İran’ın menfaatleri kadar büyük değil. Ortadoğu’yu şekillendirmek için bölgenin büyük güçleri arasındaki bu dinamiği kullanmak, geleneksel emperyal stratejiye uygun olup işe yaraması epeyce muhtemel. Benzer şekilde Avrupalıların da bölgede giderek artan menfaatleri söz konusu. ABD Ortadoğu’da başat kuvvet olmayacağını açıkça ortaya koymalı; ama kendi takdiriyle/inisiyatifiyle Avrupalıların çabalarına destek verebilir. Ama eğer ki Avrupalılar harekete geçebilecek bir kuvvet inşa etmekte başarısız olursa bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaklardır.

Olgun bir gücün stratejisi
Tek küresel güç olarak ABD her yere müdahil durumda. Ama gücünün sınırları dikkate alındığında her yerde başat aktör olamaz. İlginin/menfaatlerin derinliği kuvvet[lerin] tasarrufunu ve dikkatli olmayı gerektirir. İki savaş arası dönemde Amerikan politikası dönemin şartlarına uygundu. Keza Soğuk Savaş stratejisi de Soğuk Savaş’ın şartlarına uygundu. Ama iki savaş arası dönemin stratejisi Soğuk Savaş esnasında kullanılamadığı gibi bugün de Soğuk Savaş stratejisi uygulanamaz.

Bu yüzden Soğuk Savaş kurumları ve kavramları yeniden gözden geçirilmeli. Bunların en başında da gerek durağan bir ittifak yapısının gerekse Soğuk Savaş ürünü karmaşık, çok-taraflı ticaret ve mali ilişkiler ağına bağlılığın ABD’nin faydasına olacağı varsayımı geliyor. Bu, ittifakların ve ticari ve mali ilişkilerin gerekli olmadığı anlamına gelmez. Ama bu tarz ilişkilerin gerekliliği de, genel anlamda, Soğuk Savaş yıllarında işe yaradığı şekliyle bu ittifakların ve ilişkilerin yapılandırılmasını gerektirmez.

ABD Soğuk Savaş’tan şaşırarak çıktı. Soğuk Savaş sonrası dünyaya, özellikle de farklı bir strateji ihtiyacına hiçbir zaman tam anlamıyla adapte olamadı. Hâlihazırda ABD, hangi konuların ülkesi için büyük önem taşıdığını tanımlamakta ve ekseriyeti olmasa da birçoğunun kendisini pek de ilgilendirmediğini kabullenmekte problem yaşıyor. Bu süreçte Amerikan stratejisinin temel prensibi şu olmalı: ABD’nin öncelikli birkaç menfaati sözkonusu; –bu menfaatleri diğer ülkelerle paylaştığı ve bir menfaat birlikteliği oluştuğu takdirde– diğerlerinin bunların idaresinde ana sorumluluğu ve riski üstlenmesi lazım.


Tek küresel güç dünyanın istikrarı için sorumluluğu üstlenemez. Bunu denemeye kalkışmak başarısızlığa uğramak anlamına gelir. ABD [müttefiklerine] destek verebilir ve önemli meselelerde de kendisi bizzat devreye girip müdahil olabilir. Ama dünyayı yönetme gücüne sahip değil, bundan bir menfaati de yok. Bu yüzden Amerikan gücünün ve menfaatinin sınır(lılık)larına dayalı bir dış politikaya ve bu menfaatlere meydan okunduğunda da harekete geçme irade ve istekliliğine ihtiyacımız var. Bu, büyük bir kuvvet değil, incelik gerektiren bir strateji. Bu, olgun bir gücün stratejisi; henüz bu olgunlukta değiliz ama böyle bir olgunluğa erişmek zorundayız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder