5 Haziran 2016 Pazar

M.MERZUKİ - İSLAMCI DALGA… SULAR GERİ Mİ ÇEKİLİYOR?


İSLAMCI DALGA… SULAR GERİ Mİ ÇEKİLİYOR?

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli düşünürlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 24.5.2016

Tercüme eden: Zahide Tuba Kor

Not: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 2.6.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/islamci-dalga-sular-geri-mi-cekiliyor

Milliyetçilik ve vatanperverlik hayalleriyle dolu bir genç olarak başlayıp Tunus’un eski cumhurbaşkanlığına kadar uzanan yarım asrı aşkın siyasi hayatım boyunca üç siyasi fikri dalganın hızla yükseliş ve çöküşüne bizzat tanık oldum: vatanperverlik, milliyetçilik ve komünizm. Bugün ise dördüncü dalganın çökmekte olduğunu gözlemliyorum.

Yani 1970’lerde yükselmeye başlayıp 1990’ların sonlarında zirvesine ulaştığını bizzat gördüğüm İslamcı dalganın…

“Gözün ve kulağın yalanladığı bu kanaate nereden vardın?” diye soranlar olabilir. Dünya sokaklarında gezen tesettürlü kadınların ve sakallı erkeklerin sayısındaki patlamaya bir bakın. Silahlı dini grupların yapıp ettiklerine dair medyada yayınlananlara bir kulak verin. İslamcıların direniş (mesela Hamas), fakirlere yönelik duruş (hayır kurumları), yolsuzluğa bulaşmayan yönetim (Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi) ve diktatörlükler karşısında kararlılık ve direnç (Mısır’da Müslüman Kardeşler) konularında dışarıya nasıl bir görüntü verdiğine dikkat kesilin.

Bütün bu konularda tartışmaya mahal yok. Ancak benim gibi 1970’lerde henüz delikanlı olanlar hatırlar; o günlerde Sovyetler Birliği sanki daha bin sene varlığını sürdürecek bir güç gibiydi. Komünizm adeta dünyayı istilaya hazırlanıyor, onsuz bir gelecek olmayacağını, kendisi dışındaki tüm hareketlerin tarihin çöplüğünü boylayacağını vaat ediyordu.

Belki entelektüeller arasında hâlâ hatırlayanlar vardır; eğer bir Marksist veya en azından “Marksistleşme yolunda” değilseniz, kafası çalışan ve değer sahibi biri olarak algılanmanız mümkün değildi.

Dünyanın her şehrinde kadınlarda “mini etek”, erkeklerde uzun saç ve solcu sakalı modası veya silahlı komünist hareketlerin Avrupa’dan Latin Amerika ve hatta Japonya’ya kadar her yeri istilası hakkında fazla söze hacet var mı?

Bütün bunlar, her ne kadar pek çoklarının fark edemediği kadar sessiz sedasız ve yavaş yavaş da olsa, sanki mukavvadan bir köşk gibi çöküp gitti. Ve işte şu anda İslamcı dalgayla ilgili olup biten tam da bu.

İslamcılık bugün ne durumda?
Argümanlarımı ortaya koymadan, herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermemek için bir hususu vurgulamak istiyorum: Ben burada İslam’dan, yani babalarımızın ve atalarımızın dininden, bu ümmetin belkemiğinden, Müslüman’ı yaratanıyla birbirine bağlayan manevi ilişkiden ve yine onu aynı kaynaktan beslenen tüm insanlıkla irtibatlı kılan kültürel ilişkiden bahsetmiyorum.

Aynı şekilde, İslam’ın tebliğinden, yani Yüceler Yücesi Peygamber Efendimizin insanlar arasında yaymak üzere geldiği o güzel ahlakı kökleştirmek için gerekli süresiz eğitimden de söz etmiyorum.

İslamcı dalgayla kastım, ister samimiyetle ister birtakım hesaplarla olsun, iktidara ulaşmak ve mümkün olan en uzun süre başta kalmak için İslam’ı kendisine fikrî referans olarak alan ve örgütsel seferberliğinin sancağı kılan her türlü siyasi hareketler.

Burada dalga kavramı üzerinde de durmak gerekiyor. Dalga dediğimiz şey, adı ve hedefleri ne olursa olsun, toplumda hızla yayılan birtakım fikir, değer ve davranış biçimleri ile bu değerleri benimseyen siyasi örgütlerdir.

Her dalga gibi bu sonuncusu da yükselişin verdiği enerjiyle dolu. Daha evvel denediği alternatiflerin tamamen veya kısmen başarısızlığı karşısında toplumun artık kendisini krizlerden çıkaracak çözümler için yanıp tutuşur hale gelmesi, yeni dalganın ardındaki en önemli faktörlerden biri. Buna ek olarak, psikolojik ruh hali o denli büyük bir iyimserlik, yüksek bir heyecan ve samimi bir iman içinde ki, sanki toplum sonunda “çözüm”ü keşfetmiş, tüm meseleleri anlamak için teorik anahtarı ve çözüm için de pratik programı bulmuş gibi.

Hızla yükselen bu dalga, daha önceki dalgaların taraftarları için otoritelerini ve çıkarlarını kaybetmek demekken, bu dalganın üstündekiler için bireysel ve toplu hayallerini gerçekleştirmek, makam ve mevki kapmak, hatta intikam almak için bir fırsat. Bu kaygılar ya da umutlar milyonlarca insanda somutlaştığında oldukça kuvvetli bir motivasyon kaynağı olabilir.

Tıpkı med-cezir olayındaki gibi her dalga yükseldiği gibi geri de çekilir ve bunun nesnel ve öznel sebepleri vardır.

Toplum, bir deneme süresinin ardından söz konusu dalgaya ilişkin kritik bazı sorular yöneltmeye başlar: Peki tamam da bütün vaatlerini yerine getirdin mi? Sana bağlanan onca büyük ümidin hakkını verdin mi? Sonuç olarak neyi başardın?

Maalesef ki dalganın en zorlu imtihanda sınıfta kalması değişmez bir kuraldır. İmtihanı yapanın ise her türlü değişime karşı direnme, her gidişatı bozma ve bütün hayalleri alaya alma konusunda acayip bir yetenek kazanması da kötü bir gerçekliktir. Bunun sonucunda önce hayal kırıklığı, ardından şüphe, sonra da yeni bir alternatif arayışı gelir; böylelikle akıllarda ve gönüllerde çöküş başlar.

Bölgede çöken fikri dalgalar
Vatanperverlik sınıfta kaldı. Bu dalga, “vatandaşlık” olmaksızın vatanperverliğin manasızlığını unutan veya kasten görmezden gelen, yolsuzluklara batmış despot rejimlere dönüştü.  Bu süreçte devletin bağımsızlığının otomatikman hürriyeti ve refahı beraberinde getirmediği, çoğunlukla halkın dış işgalin yerini dolduramadığı ve bazen de dış işgalin sadece içeride soydaşların işgaliyle yer değiştirdiği ortaya çıktı.

Milliyetçilik de çöktü. Öyle ki, bu ideoloji, sadece Arap halklarını birleştirmekte başarısız olmakla kalmadı. Vaat ettiği şekilde Filistin’i özgürleştirmek şöyle dursun, kontrolü altındaki talihsiz ülkeleri dahi paramparça etti. İşte bugün yaşadığımız şey, Arap milliyetçiliğinin çok derin ve benzersiz bir uçuruma yuvarlanması, Suriye'de oluk oluk akan kan deryası üzerinde kurulu duran iktidarı elden bırakmama pahasına bir halkın ve bir ülkenin yerle bir edilişidir.

Çin Komünist Partisi kapitalizmin hamisine dönüştüğünde ve İtalya ile Fransa’daki muhafazakâr rejimlerin öcüsü olan komünist partiler tamamen ortadan kalktığında komünizm de sınıfta kaldı. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloğu’nun çöküşünden söz etmeye ise gerek dahi yok.

Med-cezir, yani “her kabaran dalga geri çekilir” kanununun İslamcı dalgayı içermeyeceğini söylemek boş bir kibir. Çöküş alametlerinin diğerlerinden farklı olmadığı ne gözden ne de ferasetten gizlenebilir.

Bu çöküşü değerlendirmek için siyasal İslam’ın üç hâlinin başarısızlığını incelemek gerekir.

İktidardaki siyasal İslam
İslamcılık, siyasal İslam’a bağlı olan ülkelerin ekseriyetinde, baskıcılık, yolsuzluk ve verimsizlik açısından geçmişte ve bugün vatanperverlik, milliyetçilik veya komünizm adına yönetimde bulunan diğer herhangi bir rejimden hiç de geri kalmayan despotluklar için salt ideolojik bir kılıf niteliğinde.

Silahlı muhalif siyasal İslam
Meşru direniş hareketleri olan Gazze’deki Hamas ve 2006'ya kadar Hizbullah örnekleri veya Suriye’deki despotluğa karşı savaş veren hareketler hariç, silahlı muhalif siyasal İslam'ın, Arap ve İslam ümmetine ve bizzat İslam dininin kendisine yönelik günümüzün en büyük felaketi niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz.

Bu silahlı gruplar, sınırlarımız dışında giriştikleri anlamsız maceralarla, topraklarımızda doğrudan askeri varlık bulundurmak için Batı’nın eline bir mazeret vermekten başka bir iş başarmadılar. Avrupa ve Amerika’da yaşayan on milyonlarca Müslüman’ın hayatını zehirlediler. Bütün dünyanın bizi, terör doğurmaktan ve kendisine karşı bir tehdit kaynağı olmaktan başka işe yaramayan bir ümmet olarak görmesine yol açtılar. Oysaki terörün kurbanlarının yüzde 90’ı yine Arap ve Müslümanlardan oluşuyor.

Selam verirken bile “es-Selamu aleykum”, yani "barış üzerinize olsun" denilen bu din adına yapılan katliamları açık açık konuşmak lazım. Üstelik de bu katliamlar hem Sünni mezhebin bizzat kendi içinde hem de Sünnilerle Şiiler arasında yapılıyor. Bu iğrenç katliamlar, sadece dünyanın geri kalanının Müslümanlardan değil, aynı zamanda Müslümanların da birbirlerinden korkup nefret etmesinde çok büyük bir rol oynadı. Bu akım Müslümanların arasını kanlı bir şekilde açtı ve Allah’ın emrettiği gibi kardeş olmalarına engel oldu.

Silahlı siyasal İslam’ın yol açtığı felaketler listesine bir şey daha eklemek gerek. Bu tür gruplar, teröre karşı savaş adı altında Batı’nın ve kendi ülkesindeki üst sınıfların desteğini arkasına alarak konumunu güçlendirip iktidardaki devamlılığını sağlamaya çalışan despot rejimlere çok değerli bir hediye oldular. Bu akım, despotluğun alternatifinin kendisi değil, Arap Baharı’nda yükselen kitlesel barışçıl gösteriler olduğunun farkına varınca Arap Bahar’ının diri diri toprağa gömülmesine katkıda bulundu.

Sivil muhalif siyasal İslam
Ne acı verici bir garabet ki bugün siyasal İslam, hem silahlı hem de sivil alternatifiyle eski sistemin destekçisi konumunda. Her akım bunu farklı mekanizmalarla gerçekleştiriyor. Fakat sonuç aynı. Sivil siyasal İslam, gelecekle ilgili projeler geliştiren güçlerle ittifakını kuvvetlendirmek yerine, birden çok Arap ülkesinde bir alternatif olmakta aciz kaldığını kabullenip, Arap Baharı halklarının başkaldırdığı sisteme ortak olabilmek için gayret sarf ediyor.

Bu, eski sistem için çok değerli ikinci bir hediye oldu ve artık maliyetli baskılara ihtiyaç kalmadı. Zira, iktidardan biraz pay alma karşılığında, eski hasmını evcilleştirerek geçmişteki bütün tehlikesini bertaraf etti ve onu bu şekilde arkasına almış oldu.

Bu gibi partilerin, önce isimlerindeki İslami sıfatından vazgeçmelerinin ve ikinci aşamada İslami referansın kendisinden sıyrılmalarının manasına dikkat edelim. Komünist partiler de çöküş sırasında aynı aşamadan geçti. Onlar da önce isimlerini değiştirmişler, ardından demokrasi kisvesine bürünmek ve kimseyi ürkütmeyen tozpembe bir sosyalizme dayanmak için proleter diktatörlük projesiyle alakalarını kestiklerini iddia etmişlerdi. Ancak bu kurtulma çabası, çöküşü engellemek şöyle dursun, daha da hızlandırmıştı.

Bu gidişatın sonucu, İslami partilerin kahir ekseriyetinin iktidarda kendisine bir konum arayan sağcı partilere dönüşmesi. Her ne kadar bunun bedeli, dışarının ve – ister temiz isterse yolsuzluklara bulaşmış olsun – sermayenin dayatmalarına, yani klasik Makyavelci siyasetin bütün araçlarına uyum sağlamak da olsa...

Ve aslında bu, “İslamileştirme”, “ahlakileştirme” denkleminin nihai bir çöküşü. Zira bu partiler, yükseliş dönemleri boyunca iddia ettikleri ve kendilerine destek veren herkesin de ümit ettiği şekilde, siyaseti “ahlakileştirme”yi başaramadılar. Tam aksine siyasetin İslami partileri “Makyavelcileştirme”yi başardığını görüyoruz.

Kendi görüşümü, yani demokrasiyi pazarlayabilmek için okuyucuları çağımızın tüm ideolojilerini “inkar”a sevk etmek istediğimi zannedenler yanılıyorlar. Demokrasinin mevcut çözümler içinde kötünün iyisi olduğuna inansam ve ona tam bağlı olsam da, bana göre, demokrasi de, yine aynı sebeplerle, med-cezir kanunundan sapmayacak bir dalga.

Demokrasi ile gerçek arasındaki uçurum
“Halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak formüle edilen parlak demokrasi teorisi ile acı gerçek arasında bir uçurum her zaman var. Bu acı gerçek, bir yandan kirli paranın kontrolündeki kirli medya ve kirli siyasetçiler, öte yandan dün Hitler’i seçen ve belki yarın da Trump’ı başa geçirecek olan aldatılması kolay kitlelerin varlığı. Mesela bugün Filipinler’in başında, insan haklarını çöpe atma arzusunda yeni bir lider bulunuyor.

Bizim kaderimiz, despotluğun demokrasinin yolunu döşemesi, demokrasinin de yeni despotluk dalgasının yolunu açması.

Arap Baharı sonrası sivil siyasal İslam’la, yani Nahda hareketiyle kurduğumuz eski ittifakların başarısızlığa uğraması yüzünden şahsi bir hesaplaşmaya giriştiğimi düşünenler varsa eğer, çok daha büyük bir hata içindeler. Tunus’un o dönemde içinde bulunduğu şartlar gereği böyle bir ittifak zaruriydi ve ben bundan hiç de pişman değilim. Her halükarda bu ittifak süresiz olarak sona ermiş durumda.

Sözlerimi, hızla ilerleyen kötümserlik dalgasının bir parçası olarak algılamamak gerek. Zira Filistinli yazar Emil Habibi’nin o zarif ifadesiyle ben “kötüyimser”im, yani hem kötümser hem de iyimserim.

"Kötüyimser"in nazarında, kötümser olan kötümserliğinde hata içindedir, zira yaratılışın/ahlakın ve hayrın gücünün hiçbir zaman bitip tükenmeyeceğini görmezden gelir; tıpkı iyimser olanın da iyimserliğinde yıkımın ve şerrin gücünü asla bir kenara bırakmadığını görmezden gelmek suretiyle hataya düştüğü gibi.

"Kötüyimser" olmak, zafere ulaşana kadar zorlukların ve engellerin bileğini bükemeyeceğine ümit bağlamak ve kuruntulara asla boyun eğmemek demektir.

İdelojiler şifa veren reçetelerdir
Bir hekim olduğumu hatırlatarak şunu söylemek istiyorum: Bana göre tüm ideolojiler, toplumların hastalıklarından şifa bulması için ortaya atılan reçetelerdir. Doktor, ilaç işe yaramadı diye uzun süre üzülmez; en ağır hastalıkları tedavi etmeye çalışanlara başarısı ve şansı yaver gitmedi diye sevinmez veya onları suçlamaz. Bilhassa insanların hayatıyla ilgili en zorlu araştırmaları sürdürmek için edindiği tecrübeler kendisine yeter.

Böyle bir zihniyetle siyasi-fikri ideolojik bir dalganın akıbeti hakkında bir sorgulama yapmıyoruz. Zannederim tarih bu konuda sözünü söylemiştir. Burada sorguladığımız şey, kolektif bilinç ve bilinçsizlik içinde, sessiz sedasız ve yavaş yavaş birbiriyle çarpışan yaratıcılık ve yenilenme gücünün bize hazırladıkları.

İnsanlığın ilk canlı organizma ve bizim de nesilden nesle yenilenen hücreleri olduğumuzun farkında olanlar çok az. Bu muazzam organizmanın aklı, vicdanı ve de bitmeyen bir projesi var. Bu proje onu var olan tüm teknolojileri ve ideolojileri durmadan denemeye iter. Bu da demek ki, gelecek bize tasavvur edemeyeceğimiz siyasi tecrübeler saklıyor. Bu tecrübeler, öncekilerden daha faydalı olmayabilir. Faydası görülmediği gibi insanlığın beklenti ve arzularını da karşılamayabilir. Ama bu süreç kıyamete kadar böyle devam edecek.

Konumuzla alakalı diğer bir çetrefil soru da şu: Acaba liberallik, tabiatı ve daha fazla sayıda toplumu yıkmadan çöküşü beklenen ve istenen bir başka dalga mı? Yoksa tıpkı medya dalgası gibi kendisinden kurtulma ümidi olmayan modern medeniyetin temel bir bileşeni mi?

Bu soruya cevap verme riskini göze alamayacağım. Bu görevi mesele üzerinde kafa yoran başkalarına bırakıyorum. Emin olduğumuz tek gerçek, hürriyet, onur ve adalet taleplerinin asla ölmediği.  Erdemli devlet (medinetu’l-fazıla) hayali, adeta asla zayıflamayan bir güçle bizi geleceğe doğru çeken bir mıknatıs gibi. İşte bu talep ve hayaller, gün gelecek bir ideoloji olarak ete kemiğe bürünecek ve sonra o ideolojiyle fazla bir mesafe kat edilemeyeceğini gördüğünde onu da terk edip gidecek – tıpkı hayatın yaşlı ve engelli bir bedenden çıkıp da hedefleri peşinde yarışmaya devam edecek yeni ve taze bir bedene yerleşmesi gibi.


Sürekli kendi içinde fikirler, hayaller ve projeler üreten kolektif bilinç ve bilinçsizlik ve bunun sonucunda bizi savuracak müstakbel dalga bakalım ne olacak? Acaba bu dalga, daha olgun ve uzun ömürlü mü olacak, yoksa er ya da geç kırılan hayaller sahilinde öncekiler gibi geriye hiçbir şey bırakmaksızın bir köpük gibi çekilip gidecek mi?


M.HABIL - AYDIN VE İKTİDAR: ŞEKİB ARSLAN’IN TECRÜBESİ


AYDIN VE İKTİDAR: ŞEKİB ARSLAN’IN TECRÜBESİ

Muhanna el-Habil (İstanbul merkezli Doğu İslam Araştırmaları Merkezi direktörü)
El-Cezire Arapça, 11.5.2016

Tercüme eden: Zahide Tuba Kor


Not: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 18.5.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/aydin-ve-iktidar-sekib-arslanin-tecrubesi

Emir Şekib Arslan, kaleme aldığı otobiyografisinin giriş bölümünde ıslahat ve demokrasiye dair görüşlerini ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar. Emir Şekib’in kitabında ısrarla değindiği bir konu vardır. Bu da, Şekib’in Osmanlı Devleti’ne karşı Paris ve Londra’yla herhangi bir işbirliğini reddetmesi ve o dönemde biçare durumdaki saltanatı Panislamizm ve İstanbul’daki Türk meşrutiyetçiler (anayasal reformcular) üzerinden ıslah etme girişimlerine sıkı sıkıya bağlı kalması sebebiyle başta Lübnan’daki Hristiyan milliyetçileri olmak üzere çeşitli kesimlerin karalama kampanyalarına hedef olmasıydı.

Kitabın vefatından sonra yayınlanmasını vasiyet ederek el-Kudsü’ş-Şerif Kütüphanesi’ne emanet eden Emir Şekib, bu hareketiyle şahsi bir zafer peşinde koşmadığını, Arap kültürüne hizmet davasına bağlı kaldığını da vurgular.

Emir, önemli bir yazar ve şair olması hasebiyle "belâgat prensi" (emîrü’l-beyân) adıyla anılır. Kitabında da Doğu İslam Birliği’ni korumak ve Osmanlı’nın yıkılmasıyla değil, varlığıyla kamu ıslahatı fikrini geliştirmek suretiyle içeride ve dışarıda sarf ettiği büyük çabalara ve o dönemde Libya ve Kafkaslardaki İslami direnişe bizzat verdiği desteğe ilişkin birçok delil sunar.

Osmanlı saltanatı neden çöktü?
Bu önemli kitapta okuyucunun ilk fark ettiği şey şudur: Osmanlı saltanatının çöküşü, aslında sadece Doğu’nun parçalanıp kaynaklarının bölüşülmesi amacıyla tezgâhlanan küresel komplolardan değil, saltanat kurumlarının düçar olduğu ve şeffaflığın yokluğunda daha da müzminleşen hastalıklı halden kaynaklanıyordu.

İstanbul’daki idari merkeziyetçilik, meşruti dönüşümü felce uğratmaya devam etti. Zira valiler, gücü elinde bulunduranlar ve önemli kişiler İstanbul adına hareket ederken, İstanbul’daki merkezi yönetim taşrada alınan kararların arka planındaki ortama tam anlamıyla vâkıf değildi.

Bu eser, bir bakıma Osmanlı Devleti’ne ve yabancıların saldırılarına karşı devletin birliği ve bütünlüğüne sadık kalan en önde gelen şahıslardan birinin şahitliği niteliğinde. Yolsuzluğa saplanıp kalan ve buna rağmen bazı padişahların ardı ardına ıslahatı reddettiği ülkede, devletin durumu, önce çöküşü durdurup ardından durumu iyileştireceğini zanneden Sultan Abdülhamid döneminde daha da kötüleşti.

Bu arada İstanbul’a bağlılığını sürdüren meşruti ıslahatçılar, şeriatın ruhuyla ve hedefleriyle uyuşan meşruti ıslahat ve idari modernleşme sürecine erkenden başlaması için padişahı ikna etmeye çalıştılar. Ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Filistin’in hamisi ve milletine karşı samimi olan padişah görevinden azledildi. Onu düşüren, ıslahatçıların şüpheleri ve geçmişten miras kalan padişahların siyasi düşünce sistemindeki büyük bozukluktu.

Başkalarının da aynı yöndeki tanıklıklarıyla doğruluğu ispatlanan bu anlatı, ilk İslamcı aydınların niçin Osmanlı Devleti’nde ıslahatı destekleyip Sultan Abdülhamid’e sitem ederken, aynı zamanda milliyetçi aydınları cezbeden İngiliz ve Fransız destekli herhangi bir hareketten de uzak kaldıklarını da açıklar.

Asıl hedef, Arapların menfaati değil, Osmanlı’nın paylaşımıydı
Milliyetçi aydınlar ve Fransa ile İngiltere, Osmanlı Devleti’nin iyice zayıflaması neticesinde, Arap beldelerindeki geri kalmışlığa isyan edenleri kullandı. Ancak İslamcılar, Fransa’nın hareketinin, hürriyet illüzyonundan başka bir şey olmadığını, Osmanlı’nın çöküşünün hemen akabinde – temel hedefi Arap halkının menfaati değil, Osmanlı mirasının paylaşımı olan – Batı işgalinin yaşanacağını görüyorlardı.

Bugün gelinen aşamada Arap okuyucuların farkında olması gereken en önemli husus şu: Ümmetin merkezini koruyan, toprakların ele geçirilmesini önleyen, Haçlılarla savaşan ve başka önemli görevler üstlenen parlak Osmanlı tarihini hatırlarında canlı tutuyorlar, ama Araplar gibi Türklerin de muzdarip olduğu ölümcül merkeziyetçilik, geri bırakılma ve istibdat felaketini göz ardı ediyorlar. Türkiye’nin Avrupa başkentlerine yakınlığı, bütün başbakan ve bakanlarını Batı’yla kısmen de olsa rekabete teşvik eden modernist bir kapı açmış oldu. Arap topraklarında ise böyle bir imkân yoktu.

Bugün İslami boyutlu Arap kültürünü şekillendirmeye çalışırken, Osmanlı saltanatının nerelerde başarılı olup nerelerde başarısız kaldığını değerlendirme konusunda çok hassas bir denge tutturmak gerekiyor.

Aynı şey, anayasal (meşruti) ve ıslahatçı aydınlanmanın nerelerde mutlak övgüden çıktığını değerlendirirken de geçerli. Bu durum, geçmişte verilmiş taahhütler kapsamındaki hakları boşa çıkarmaz ancak aynı zamanda onu mutlak bir şekilde onaylamadığı gibi hakkını de yemez. Tıpkı kuşatma veya sivil hukukun gelişiminde hiyerarşinin rolü ve tarihselliği gibi her şeyi içinde bulunduğu zamanın ruhu çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Emir Şekib, tutumunu üç ana boyutla açıklar. Bu gerekçeler hâlâ modern yaşam ve kültürel mücadele bilinci açısından son derece etkili dersler niteliğindedir:

Emir'in değindiği ilk boyut, Osmanlı Devleti adına işlenen zulümler ve uygulanan idam cezalarıydı. Buna örnek olarak Şam’da Seffah (kan dökücü, kasap) lakabıyla anılan Cemal Paşa’nın işlediği suçları sayıyor. Emir Şekib’e göre bunların görmezden gelinmesi ve mazur gösterir nitelikte bir açıklama getirilmesi mümkün değil. Nitekim kendisi bu suçlar hakkındaki tepkisini İstanbul’a yolladığı şahsi mektuplarla da ortaya koymuştu. Bence bu, diğer ülkelerde yaşananların da bir örneği.

Emir, İstanbul’daki Harbiye Nazırı Enver Paşa gibi diğer şahıslara da kitabında yer veriyor ve onları, Cemal Paşa gibi suçlulara mukabil, Arap meselelerinde ortalıkta görünmeyen elitler olarak nitelendiriyor. Ancak İstanbul’un sorumluluğundan onlara da pay düşüyordu.
Arslan’ın ortaya koyduğu ikinci boyut, bazı Lübnanlı Hristiyanların ve milliyetçilerin tamamen İngilizlerin ve Fransızların kontrolündeki örgütlere katılmasıydı. Emir, her ne kadar Batılı kültürel çevrelerden ve kurumlardan faydalanan her aydını bunun içine katacak şekilde suçu genellemekten kaçınsa da, açıkça bu aydınlardan bir grubun tamamen Paris ve Londra’nın Osmanlı Devleti’ne karşı geliştirdiği siyaset/güvenlik projesinin hizmetine girdiğinden bahsediyordu. Bu yüzden devlet aygıtının onlarla karşı karşıya gelmesi, Şekib Arslan için tamamen anlaşılabilir bir durumdu.

Üçüncü boyut ise, Sultan Abdülhamid’i anayasal ıslahat yapmaya ikna için sarf edilen onca çabaya rağmen başarısız olunmasından duyulan üzüntünün büyüklüğüne ilişkindi. Panislamizmi aşırı savunması nedeniyle aydınlar tarafından İstanbul hesabına çalışmakla suçlanmasına rağmen, Emir, İstanbul’un duruşundan duyduğu üzüntüyü otobiyografisinde gizlemez.

Bugünün Arap aydınlarına sorular
Islahat taleplerinin ve bunu talep edenlerin yükseliş tarihine de değinen Emir Şekib, I. Dünya Savaşı’nda saltanatın mağlubiyetinden sonra gelişmelerin nasıl kötüleştiğini anlatır. Birçoklarına göre Osmanlı saltanatının sonunu getiren ve Sykes-Picot’nun ilanına yol açan, bizzat bu savaşa katılmak olmuştur. Ancak Emir, otobiyografisinde alternatif olarak neler yapılabileceğini ve esnek federatif bölgelere dayalı meşruti sivil bir devletin geliştirilmesi için verdiği birçok şahsi katkıyı da açıklar.

Emir Şekib'in bazı haksızlıkların önlenmesinde bizzat rolü de oldu. Zira Lübnan Dürzilerinin Batı projesine ortak hale gelmesi karşısındaki duruşunun yanı sıra son nefesine kadar tüm Doğu halklarının Panislamizme bağlılığı için çaba gösterdi. Böylelikle, hem devletine hem de kendi inandığı ilkelere bağlı bir aydın profili ortaya koydu.

Bu ilkeler, Şekib Arslan’ın misyonuna dair bir delil. Zira Emir Şekib, saltanatla köprüler kurmanın sağlayacağı faydalar üzerinde bir tez kurar ancak aynı zamanda saltanatın yol açtığı felaketleri önleme sorumluluğunu üstlenmez.

Şekib Arslan'ın kitabı, Rönesans/kalkınma, ıslahat ve Panislamizm konularındaki çabalarıyla ilgili olarak akıllardaki birçok soruyu dile getirir: Hayat yolculuğu boyunca nerelerde başarılar elde etti? Nerelerde dini azınlıklarla Osmanlı devleti ya da Arap milliyetçileriyle İstanbul arasındaki çekişmeleri sonlandırdı? Zorluklarla da olsa Libya direnişiyle nasıl köprü kurabildi? Ardından da Batı’nın projesinin Arap insanının özgürlüklerini ne hale getirdiğine ışık tutar.

Emir Şekib'in biyografisi, önemli bir belge niteliğinde. Kendisinin Arap aydınlara yönelttiği ve halen geçerliliğini koruyan soruların tamamı, bugün bir kez daha, yabancıların komplolarından veya iyi niyetli insanların iktidara gelince despotluk tuzağına düşmelerinden kaynaklanan zorlu gerçekliklerle çatışan ilkelere işaret eder. 


GEOPOLITICAL FUTURES - 2016'DA DÜNYA VE TÜRKİYE


2016’DA DÜNYA: TAHMİNLERİMİZİN BİR ÖZETİ

Geopolitical Futures Raporu, 2.12.2015

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Geopolitical Features’ın “2040’a Doğru: Gelecek Öngörümüzün Bir Özeti” başlıklı benzer bir raporunun tercümesine şu linkten ulaşabilirsiniz:



Özet
Gelecek sene ABD, İslam Devleti (İD)’ne karşı mücadelede Ortadoğu’nun mevcut kendi ayakları üzerinde durabilen devletlerine dayalı yeni bir strateji benimseyecektir. İD’le komşu olan bölgedeki dört büyük devlet –Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail– savaşa dahil olmak istemiyorlar; ama ABD, İD’i mağlup etme ve bölgeyi istikrara kavuşturma yükünü üstlenmesi için bunlardan en az birini teşvik etmeye çalışacaktır. Bu ülkenin, Suriye’deki çıkarlarını korumak için Amerikan desteğiyle harekete geçmek zorunda kalacak Türkiye olacağını zannediyoruz. Yine ABD’nin Ukrayna’da bir uzlaşma için arabuluculuğa yardımcı olacağını ve müttefiklerini Rus sınırı boyunca güçlendireceğini bekliyoruz.

Avrupa 2016’da birçok meydan okumayla yüzleşecektir. İktisadi krizin Yunanistan’dan İtalya’ya taşınacağını tahmin ediyoruz; zira İtalya hâlihazırda yüksek işsizlikle ve artan borçlarla baş etmek zorunda. Paris’teki son terör saldırısıyla birlikte iyice karmaşık bir hal alan Avrupa’nın mülteci krizi de derinleşecektir. Bu sorunun çözümü, ortak bir mülteci politikası üretmek ve Avrupa’nın dış sınırlarında devriye gezebilecek bir kuvvet kurmak olacaktır. Ancak bu sorumluluk, –Yunanistan ve Macaristan gibi daha zayıf ülkelerin sınırlarını koruma sorumluluğunu almak istemeyen– üye devletlerin üstlenebileceğinden çok daha büyüktür. Bu iki krizin yanı sıra, AB’nin Ukrayna’da uzlaşma için arabuluculukta öncü rol oynamakta başarısız kalması, 2016’da Avrupa’yı saracak parçalanmayı yansıtmaktadır. Rusya’ya gelince, ister resmi olsun isterse gayriresmi, Ukrayna’da bir anlaşmayı kabul edecektir. Ancak Rusya’nın nihai hedefi, Ukrayna da dahil kendisine komşu olan Avrupa ülkelerinin tarafsız kalmasını sağlamaktır. Bu yüzden ordusunu [sınıra] konuşlandıracak ve ABD de [Rusya’yı] çevreleme hattını güçlendirmeyi sürdürmek zorunda kalacaktır.

Asya’da Çin’in mevcut otoriterliği, su yüzüne çıkmaya başlayan temel iktisadi problemlerle birlikte bir ölçüde artacaktır. Çin hükümeti, Güney Çin Denizi’ne yönelik istilasını bölgenin başat gücü olduğuna halkını ikna etmek için kullanacaktır; ancak bu, çatışmayla sonuçlanmayacaktır. Çin, iktisadi dengesizliğini kontrol altında tutmak için tedbirler alacak ve bu da Çin’le ihracata bağımlı olan ekonomileri etkileyecektir.

Ortadoğu, 2016’da İslam Devleti’yle baş etme problemiyle kendini tüketecektir. Tahminimiz o ki İD, faaliyetlerini Suudi Arabistan, Mısır, Yemen ve Libya gibi ülkelere yayacaktır. Hatta Arap dünyasının ötesinde Sahra Altı Afrika’ya ve Asya’nın güneybatısına kadar da uzanabilir. Ancak odaklanacağı asıl nokta, Suriye ve Irak’taki topraklarını savunmak olacaktır; hâlihazırda kontrol ettiği alanların çoğunu eline tutabilecek ve hatta Esed rejiminin ya da rakip isyancı grupların kontrolündeki bazı bölgelere de girebilecektir. İD’in kapasitesini hafife alan ABD’nin 2016’da arzu edilen herhangi bir sonuca ulaşması muhtemel görünmüyor. Yukarıda da belirtildiği üzere Türkiye, çatışmanın kendi sınırına yayılmasıyla birlikte İD’le baş etmek zorunda kalacaktır.

Küresel meselelerin cereyan ettiği alanların çevresinde kalan ülkelerde de bazı değişimler bekliyoruz. 2016 Latin Amerika’da parlak bir yıl olmayacak; ancak sol politikalardan uzaklaşmasıyla kendini yeniden tanımlama yılı olacaktır. Latin Amerika Çin’deki talebin yavaşlaması, Amerikan dolarının güçlenmesi, iktisaden hammadde ihracatına bağımlılık ve düşük emtia fiyatlarının beraberinde getirdiği olumsuz mali etkilerle boğuşmaya devam edecektir. Bölgenin sol eğilimli ana ekonomileri olan Arjantin ve Brezilya, ticareti geliştirme ve kamu harcamalarını yavaş yavaş dizginleme gibi daha merkez sağ politikalara kayan tedrici siyasi ve iktisadi reformlara girişecektir. Bu reformlar sözkonusu ülkeleri 2016 yılında doğrudan yabancı yatırım için daha cazip merkezler haline getirecektir. Ancak önümüzdeki sene aşırı iktisadi ve siyasi dalgalanmaları devam edeceğinden Venezüella, bölgedeki bu gidişata aykırı bir örnek olacaktır. Çin’in iktisadi yavaşlaması Afrika’daki bazı ülkeleri olumsuz etkileyecektir. Ayrıca kıtadaki bazı ülkeler petrol ve diğer emtia fiyatlarındaki düşüşün olumsuz etkileriyle yüzleşmektedir. Ancak kıtanın parlak noktası, büyüme oranlarının yüksek olduğu Doğu Afrika ülkeleri –yani Etiyopya, Kenya ve Tanzanya ekonomileri– gibi görünüyor. Genel olarak 2016’da Afrika’da ciddi bir siyasi dönüşüm öngörmüyoruz. Avustralya ihracat piyasasına bağımlı olmayı sürdürecek; temel stratejisi, ABD’den destek karşılığında askeri maceralara destek vermek olmaya devam edecektir.

Temel tahminlerimizin öne çıkanları:
• ABD küresel meseleleri şekillendirirken stratejisinin yönünü, temel olarak kendi askeri kuvvetini kullanmaktan bölgeler arasında bir güç dengesini teşvik etmeye doğru değiştirmeye devam edecektir.
• ABD’nin İran’la ilişkileri –İran’ın nükleer programının geleceğine bakılmaksızın– güçlenecektir.
• ABD Ukrayna’ya müdahil olmayacak, ama Rusya ile Avrupa arasında bir güç dengesinin kurulmasını teşvik edecektir. Ruslar ve Amerikalılar 2016’da Ukrayna çatışmasına ilişkin olarak gizli veya açık bir uzlaşmaya varacaklardır.
• Avrasya’daki istikrarsızlık artacaktır.
• Avrupa’da iktisadi kriz, mülteci krizi ve Paris saldırılarıyla birlikte terörizmden duyulan endişe önce 2016’da insanların, daha sonra da malların serbest dolaşımına bir sınır getirmek zorunda bırakarak AB’nin yüzünü değiştirecektir. Üye devletler özerkliklerini artırırken AB’nin gücü zayıflayacaktır.
• Almanya, Yunanların yerine getiremeyecekleri anlaşmalarla Yunanistan’daki mali krizin üstesinden gelmeye çalışmaktadır. 2016’da bu krizin merkezinin Yunanistan’dan batık krediler problemiyle yüzleşen İtalya’ya kayması muhtemeldir.
• Çin Komünist Partisi’nin otoriterliği biraz daha artacak ve Çin’in temel iktisadi problemleri zaman zaman nükseden krizlerle giderek büyüyecektir.
• Güney Çin Denizi üzerindeki ihtilaflar 2016’da ciddi bir çatışmaya yol açmayacaktır. Ancak Çin hükümeti, büyümenin yavaşlamasına rağmen bölgede hâkim güç olduğuna halkını ikna için bu meseleyi kullanmaya devam edecektir.
(…)
• Türkiye kendini korumak için, ABD’nin de desteğiyle, Suriye’de daha aktif bir rol oynayacaktır. Süreç Suriye’ye ani ve kuvvetli bir giriş şeklinde işlemeyecek olsa da Türk operasyonlarında yavaş ama sağlam/istikrarlı bir artış bekliyoruz.
• Benzer şekilde, Rusların Suriye’deki varlığından ve küresel enerji fiyatlarında düşüş de dahil çeşitli konulardan endişe duyan Türkler, ABD’ye yaklaşacaklar ve Ruslara daha düşman hale geleceklerdir. Gelecek yıl Türkiye’yi Ortadoğu’da bölgesel bir güç olarak göreceğiz.
(…)

Diğer Tahminler:
ABD:
• Amerikalılar bazı Ortadoğu ülkelerini İD’i mağlup etme ve bölgeyi istikrara kavuşturma yükünü ele alması için teşvik edecektir. Ancak birbirlerini dengeleyeceklerinden bu ülkelerin hiçbiri bölgede hâkim güce dönüşemeyecektir.
• ABD, İD’e karşı İsrail’in adımlarını sınırlandırmaya çalışacaktır ki İslam dünyasında [İsrail saldırıları karşısında] İD’i desteklemeye dönük bütüncül bir duruş ortaya çıkmasın.
• Güney Çin Denizi krizinde ABD, Çin’in istilasına karşı bölgeye kuvvetlerini getirecek, ama bir çatışmadan da kaçınacaktır.

Avrupa:
• Ukrayna meselesinde bir uzlaşmayı müteakip ABD, Baltıklardan Karadeniz’e kadar uzanan coğrafyada Avrupa ülkelerine destek vermeye ve kaynaklarını konuşlandırmaya devam edecektir.
• Rusya’ya komşu olan Amerikan müttefikleri, Ukrayna konusunda Moskova’ya verilecek bir tavizin Rus egemenliğinde bir Ukrayna’nın başlangıcı olmasından korkacaklardır. Ancak Almanya, doğusunda bir çatışma endişesinin ortadan kaldırılmasından dolayı memnun olacaktır. Diğer meselelerle boğuşan Avrupa’nın kalan kısmı ise olan bitene kayıtsız kalacaktır.

Asya:
• Doğu Asya’nın çevresi (periphery) için bu yıl son derece zor geçecektir. Gerek sanayi ürünü gerekse doğal kaynak ihracatçısı ülkeler, bir zamanların yükselen ekonomisi olan Çin’e bağımlılıklarının sonuçlarıyla yüzleşeceklerdir.
• Orta Asya’da para biriminin zayıflığı ve işten çıkarmalar yüzünde protestolar yaşanabilir; ancak iktisadi kötüye gidiş, iktidarda kalmak için havuç ve sopayı başarılı bir karışımla kullandığını çoktan ispatlamış Orta Asya rejimlerini tehdit etmeyecektir.
• Diğer Asya ve BRICS ülkelerine kıyasla Hindistan, 2016’da konjonktürün aksine bir iktisadi başarı yaşayacaktır. Hindu milliyetçiliği ve Hindistan’ın diğer tarihi ayrılıkları büyük bir kargaşaya yol açmayacaktır.

Ortadoğu
• İslam Devleti Suudi Arabistan, Mısır, Yemen ve Libya gibi ülkelerdeki faaliyetlerini genişletecektir.
• İD mevcudiyetini Sahra Altı Afrika ve güneybatı Asya’da da artıracaktır.
• İD’e karşı Amerikan çabaları 2016’da beklenen sonuçları vermeyecektir. İD taktik bazı gerilemeler yaşayabilir; ancak onu stratejik anlamda bölgeden çıkarmak aşırı derecede zor olacaktır.
• İsrail, stratejisini değiştirmeksizin ölçülü bir şiddetle yaşamaya devam edecektir.
• Suudi Arabistan lüzumsuz riskler almadan gücünü test etmeye devam edecektir.
• Kuzey Afrika dramatik değişimler olmaksızın yoluna devam edecektir.

Diğer bölgeler

(…)


S.KARAGANOV - 2015’TE KÜRESEL EĞİLİMLER VE RUS SİYASETİ

2015’TE KÜRESEL EĞİLİMLER VE RUS SİYASETİ

Sergey KARAGANOV (2001-2013 yılları arasında Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in dış politika danışmanı. Tarih doktoru, Milli Araştırma Üniversitesi Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler dekanı ve aynı zamanda Dış ve Savunma Politikası Konseyinin onursal başkanı)
Russia in Global Affairs, 13.2.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

2015 yılı tarihe bir dönüm noktası olarak geçecek. Birincisi, yıldönümleri itibarıyla dolu doluydu. İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası ilişkiler sisteminin temellerini atan bir örgüt olan BM’nin kuruluşunun 70. yıldönümüydü. Yine iki Japon şehrinin bombalanmasıyla nükleer çağın da trajik bir başlangıcı oldu. Nükleer silahların ortaya çıkışı belki de dünya tarihinde savaş sonrası dönemin en önemli olayıydı. Geçen yıl, hem Helsinki Nihai Anlaşması’nın 40. yıldönümü, hem de Berlin Duvarı’nın yıkılışının ve ayrıca –adil ve istikrarlı bir Avrupa güvenlik sistemi vaat eden bir belge olan– Yeni Avrupa İçin Paris Şartı’nın kabul edilmesinin 25. yıldönümüydü. Ancak sonunda 2015 yılı, bu ideali tükenen bir rüyaya dönüştürdü. İkincisi ve en önemlisi, 2015 yılı hem İkinci Dünya Savaşı sonrası çağın hem de Soğuk Savaş sonrası dönemin sonunu getirdi. Şu anda biz, yaklaşan yeni büyük uluslararası eğilimlerin şekillendireceği bir döneme giriyoruz. Üçüncüsü, geçen yıl belki de son çeyrek yüzyılda Rus dış politikasının en başarılı yılıydı. Ancak bu, Rusya’nın temel problemini, yani iktisadi durgunluğun giderek derinleşmesini çözmedi.

Eski kurallar gitti, ama henüz yenileri gelmedi
Küresel eğilimleri değerlendirerek başlayayım. İkinci Dünya Savaşı sonunda başlayan çağ artık sona eriyor. Bu dönemin özelliği, görece düzenli ve istikrarlı bir karşılıklı cepheleşme sistemi olmasıydı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi yeni bir düzenin ortaya çıkması anlamına gelmedi. Ana güç merkezlerinin büyük ölçüde işbirliğine dayalı ilişkiler tesis edeceği ümidi vardı. Bunun yerine, tahmin edildiği üzere başarısızlıkla sonuçlanan, tek kutuplu bir dünya inşa edilmeye kalkışıldı. Öyle görünüyor ki dünyayı şu anda bir çalkantılar ve vahşi rekabet dalgası vuruyor – her ne kadar herkesin herkese karşı bir mücadelesi şeklinde olmasa da. Gücün hızlı bir şekilde yeniden dağılımına şahit oluyoruz. 20. yüzyılın ikinci yarısının kuralları artık işlemiyor: egemenliğe ve toprak bütünlüğüne mutlak saygı, başka devletlerin içişlerine –en azından alenen– müdahale etmeme ve en azından büyük güçlerin menfaatlerine ve güvenliğine saygı. “Tek-kutuplu an”ın ideologları bütün bu prensipleri rafa kaldırma arayışına girdiler. Ama yerlerine başka hiçbir prensip de icat etmediler; yeni gerçekliğe eski prensipleri uyarlama girişimleri de başarısız oldu.

Böyle bir kaostan geçerken yeni dünyanın kabaca dış hatlarını şekillendirebilecek yeni makro eğilimler de devreye giriyor.

Bu eğilimlerden ilki, yeni bir tür çift-kutupluluğun ortaya çıkışı. Doğrusunu söylemek gerekirse, –yaygın kanaatin aksine– çift-kutupluluk daha evvel hiçbir zaman var olmamıştı. Veya şöyle söyleyelim, sadece 1940’ların sonları ve 1950’lerde var olmuştu, ta ki nesnel şartlar ve Sovyet liderliğinin hataları Çin’le bir karşılıklı cepheleşmeyle sonuçlanana kadar. 1970’lerin başlarında Henry Kissinger ve Richard Nixon’ın kurnaz diplomasisi sağ olsun, fiili bir üç-kutuplu ilişkiler sistemi ortaya çıktı. Pahalı ve güvenilmez bir grup müttefikle birlikte SSCB, ABD’yle ve Batı’yla dünyanın her yerinde ve Çin’le de doğuda kapışmak zorunda kaldı. SSCB nahoş bir jeostratejik pozisyondaydı.

Şu anda dünya ekonomisi ve siyasetinde iki merkez şekilleniyor. Tek kutuplu bir dünya kurma ümidinin ne denli nafile olduğunu fark eden ABD, büyük ölçüde iktisadi ve siyasi araçları kullanmak suretiyle, Çin’i çevreleme ve kendi çevresinde yeni bir Amerikan merkezli yapı inşa etme politikasını benimsedi. Bunun ilk adımı, bir grup Asya-Pasifik ülkesiyle Trans-Pasifik Ortaklığı’nı (TPP) başlatması oldu. TPP üyeleri ASEAN ülkelerini veya hatta jeoekonomik yönelimiyle ilgili henüz nihai bir tercihte bulunmayan Güney Kore’yi içermiyor. Ve tabii ki Çin, büyük ölçüde Pekin’in nüfuzunu sınırlandırmayı hedefleyen stratejinin doğal bir sonucu olarak, dışarıda kalıyor. Eşzamanlı olarak ABD, kendi zayıflığından korkan Avrupalı elitlerin bir kısmını da yanına alarak Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) üzerinde çalışıyor. Kıta Avrupa’sının Rusya’ya ve Çin’e yaklaşmasını engellemek için Avrupa’daki yenişememe halini kaldığı yerden sürdürmek ve hatta alt-kıtada [Avrupa’yı kastediyor] sistemik askeri-siyasi cepheleşmeyi canlandırmak için çokça şeyler yapılıyor.

TPP ve TTIP’nin geleceği henüz net değil. Kısmen başarılı olabileceği gibi başarısızlığa da uğrayabilir. Ama gidişat ortada: 1990’larda görünüşteki göz alıcı zaferlerin ardından 2000’li yıllarda dramatik bir şekilde alan kaybeden “yaşlı” Batı, şu anda gücünü yeniden konsolide etmeye çalışıyor.

Bu arada Çin birinci lig bir süper güce dönüşüyor ve belki de gelecek on yılda kitlesel güç bağlamında dünyada bir numara olabilir. Öngörülebilir gelecekte gerek kişi başına milli gelir gerekse askeri güç bakımından ABD’yi geçemeyecek, ama aralarındaki büyük farkı azaltacaktır. Otoriter siyasi sistemi sayesinde Çin, dış politika hedeflerini başarmak için çok daha fazla kaynağı seferber edecektir. Çin’in yumuşak gücü, rakiplerini bile cezbeden devasa mali kapasitesinde ve piyasasındadır. İdeolojik yayılmasına ilişkin zihinlerdeki şüpheleri aşama aşama gidermek için Pekin, dünyanın geri kalanına, bilhassa gelişmekte olan ülkelere takip edebilecekleri bir örnek olarak kendi modelini sunmaya başladı: “Çin yöntemi”. Eşzamanlı olarak Çin’in ekonomisi giderek yavaşlıyor ve bu yüzden küresel iktisadi gelişmeden ciddi şekilde çekiliyor.

Pasifik’te ABD’den, yani doğusundan giderek daha fazla direnişle karşılaşan Çin batıya doğru yöneliyor. Pekin yönetimi, Çin’in güneybatısındaki ve batısındaki bölgelerin (uzun vadede Avrupa’yı da katarak) iktisadi ve lojistik kalkınması için İpek Yolu İktisadi Kuşağı projesini de içeren “Tek Kuşak, Tek Yol” stratejisini ortaya attı. Bu strateji, Çin’in çevresinde bir istikrar ve iktisadi kalkınma kuşağı oluşturma ve onu yeni piyasalarla ve dostane güçlerle çevreleme amacı taşıyor. Rusya uzunca bir süredir geciken doğuya doğru iktisadi ve siyasi açılımına sonunda başladı. Uzmanların çoğu Orta Asya’da Rusya’yla Çin’in çatışmasının er ya da geç kaçınılmaz olduğunu tahmin ediyor. Ancak Moskova ile Pekin, potansiyel farklılıklarını potansiyel bir işbirliğine dönüştürerek böyle bir karşılıklı cepheleşmeyi engelleyecek bilgeliğe sahip. İki ülke 2015’te İpek Yolu İktisadi Kuşağı projesi ile Avrasya İktisadi Birliğini entegre etme veya eşleştirme konusunda anlaşmaya vardılar. Gelecekte Orta Asya’da Çin’in yatırım ve kaynak sağlayacağı, Rusya’nın ise güvenliğe ve jeopolitik istikrara katkıda bulunacağı –herkesin avantajına olacak– bir eşbaşkanlık [modeli] ortaya çıkabilir.

2015’te Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Hindistan’ı ve Pakistan’ı tam üyeliğe kabul etmeye karar verdi ve şu anda İran’ı ve başka bazı ülkeleri de kabul edip etmemeyi düşünüyorlar. Henüz ŞİÖ pek aktif olmasa da, filizlenmekte olan Büyük Avrasya veya hatta Büyük Avrasya Topluluğunun çekirdeği olmaya doğru bir adım daha attı. Çin ve Rusya arasındaki işbirliği bunda merkezi bir rol oynayabilir. ABD’nin öne çıkardığı modelin aksine, Avrasya topluluğunda bir hegemon olmayacak. Çin iktisadi lider olacak; ama diğer güçlü oyuncular –Rusya, Hindistan ve İran– Çin’in nüfuzunu dengeleyebilecekler. Yeni merkez, gücünü konsolide etmeye çalışan Batı’ya karşı bir karşı-denge işlevi görecek; ama bu otomatik olarak çift-kutuplu bir yüzleşme anlamına gelmez. İşbirliği ve rekabet diyalektik olarak birbirine bağlı olacak.

Avrupa’daki kriz ve yansımaları
2015’te kendisini açıkça gösteren diğer bir mega eğilim, AB’nin çok katmanlı krizinde geldiği yeni aşamaydı. Suriyeli mülteci kriziyle tetiklenen bu yeni aşama, sadece –toplumsal problemler, milliyetçiliğin ve terörizmin artması gibi– kısa vadeli sonuçlar üretmekle kalmadı, yeni şartlar altında AB dış politika modelinin ne denli etkisiz olduğunu da gösterdi. Birleşik Avrupa, yapısal olarak basiretten yoksun, proaktif bir şekilde çalışmaktan aciz ve sadece kendi icat ettiği çerçevede işleyen ama dış dünyaya hiç de uygun olmayan bir yapı. Mülteci krizi, Avrupa’nın daimi krizlerinden bir çıkış olarak görülen Almanya’nın tartışmasız liderliğini sorgulattı. AB içinde sadece küçük bir azınlık Almanya’nın mültecilere kapıları açmasını destekliyor. Ayrıca Alman toplumu da bu kitlesel akına karşı hükümetin istediği ölçüde vefalı görünmüyor. Bir şiddet ve terörizm kaynağı olarak mülteci dalgaları, Avrupa projesinin en önemli başarılarından biri olan Şengen Anlaşması’na büyük bir darbe vurdu.

Eski Dünya’nın [Avrupa’nın] çektiği bu sıkıntılara sevinmemek gerekir. Üç asırdan beri Avrupa kalkınma modeli Rus modernleşmesinin itici gücüydü, ama artık cazibesini kaybediyor. Avrupa –her daim dostane olmasa da– bir kez daha zengin ve istikrarlı bir komşu ve ortak olmaktan bir problemler (ama istikrarsızlık değil) kaynağına dönüşebilir. Zayıflık ve gelecek korkusu Avrupalı eliti, Rus karşıtı bir cephede ABD’yle birleşme yönünde gereksiz çabalara itiyor. AB’nin artan iç problemleri, tek bir yapı olarak, hatta salt bürokratik anlamda dahi, onunla yakınlaşmayı çok daha zorlaştırıyor. Avrupa için yeni bir mücadele başlıyor.

Herkesin herkese karşı savaşı
Ortadoğu’da başlayan herkesin herkese karşı savaşı, daha onlarca sene küresel siyasetin mega eğilimi olacak. Savaşın ardındaki sebepler, büyük ölçüde iç kaynaklı olmakla birlikte, Batı’nın geçen on yılda bölge meselelerine –kötü niyetli olmasa da– pervasızca müdahalesiyle daha da ağırlaştı.  2015’te Rusya bölgedeki yerel çatışmalardan birine, yani Suriye’ye, hem terörist tehdidini Rusya’dan olabildiğinde uzak tutmak hem de bölgedeki ve dünyadaki pozisyonunu güçlendirmek için doğrudan müdahil oldu. Rusya’nın bu hareketi statüko gücü olma ruhuyla oldukça uyumlu ve Rusların-Sovyetlerin kanunlara riayet geleneğiyle de uyumlu; nitekim bu müdahale Suriye’nin meşru hükümetinin daveti üzerine gerçekleşti. Ancak işin ucunda Ortadoğu çatışmaları bataklığına saplanma tehlikesi de var.

Türkiye’nin bizi “sırtımızdan hançerlemesi” ilk tehlike çanıydı. Maalesef ki böyle şeyler bölgenin siyasi kültürü ve kalkınma dinamikleri nedeniyle tekrar tekrar yaşanacak. Bu yüzden askeri ve diplomatik başarılara dikkatlice yaklaşılmalı ve Ortadoğu’nun problemlerinin öngörülebilir gelecekte çözülemeyeceği anlaşılmalı.

2015’te ortaya çıkan en rahatsız edici mega eğilim terörizmin yükselişi oldu. [Mısır’dan kalkan] bir Rus uçağının havada infilak etmesi, Paris’teki terör saldırıları, başka yerlerdeki onlarca saldırı ve Avrupa’ya mültecilerin akışı bir kez daha bu problemi dünya siyasetinin ana gündemine taşıdı. Daha evvel dar görüşlü siyasetçiler bunu görmemeye çalıştı ama artık bu mümkün değil. Yaklaşan terörizm dalgası –ki aslında bu, haksızlık ve adaletsizlikten ve süregelen demografik problemlerden kaynaklanan, İslam’ın nev-i şahsına münhasır özellikleriyle çarpan etkisi yapan, fakirin zengine karşı bir isyanıdır– önümüzdeki onlarca yılın en önemli özelliği olmaya devam edecek. Ülkeler arasındaki ve içindeki artan eşitsizliğin göçle birlikte ağırlaşması dikkate alındığında, gelişmiş dünyada sağ ve sol radikalizminin bir karşı-dalgası beklenebilir. Avrupa’dakiler de dâhil toplumlar ve devletler, yeni meydan okumalara uyum sağlayabilmek için –daha evvel hiç olmadığı kadar sert polisiye tedbirler almak ve özgürlükleri sınırlandırmak da dahil– sancılı dönüşümlerden geçmek zorunda kalacaklardır. Diğer bir muhtemel cevap ortak uluslararası hareket olacaktır. 

İlki zaten yaşanmaya başladı, diğeri ise şimdiye kadar yetersiz kaldı. Bunun önündeki engeller arasında, eski ve yeni kuşkular ve –bilhassa Batı kanadında– dış müdahaleyle demokrasiyi ve içeride çok-kültürlülüğü teşvik stratejisinin başarısızlığını kabullenme ve bundan ders almadaki isteksizlik yer alıyor. Şu an için işbirliği filizleri, olumsuz propagandayla ve “senin teröristin benim özgürlük savaşçım” prensibinin tetiklediği adımlarla bastırıldı. Buna rağmen özellikle Suriye’de sınırlı uzlaşma mümkün görünüyor.

Küreselleşmeye meydan okunuyor
Geçen yıl gündeme oturan diğer bir mega eğilim, Batı tarafından dayatılan küreselleşmenin önceki biçiminin yeni ve farklı bir türde küreselleşmeyle değişmesi ve hatta küreselleşmenin geriye çevrilmesiydi (de-globalization). Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) mutlak bir çıkmazda ve yavaş yavaş çürümeye mahkum. Şu anda birçok bölgesel ticari ve iktisadi anlaşma ve yapı onun yerine geçiyor; TPP ve TTIP bunun en açık örnekleri. BM onayı olmaksızın ve DTÖ kuralları hilafına dayatılan uluslararası ekonomik yaptırımlar, artık istisnai bir durum değil, bu derginin baş editörü Fyodor Lukyanov’un iddia ettiği üzere “yeni bir norm”. Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımların süresi 2015’te uzatıldı. Ve hatta Rusya’da dahi hemen herkes yaptırımların gayrimeşru olduğunu unutup gitti. Bu kötü örneği takip ederek Rusya da Türkiye’ye karşı yaptırımları yürürlüğe koydu. Belki çok daha sert bir misilleme takip edilmeliydi. Ancak yaptırımlar gri alandadır. Ve genellikle etkisizdir, hatta ters de teper. IMF çok çeşitli hilelere başvurdu ve borçlarını ödemekte başarısız olan hükümetlere para vermeme “altın kural”ını ihlal etti. Ukrayna’ya borç verilmesine tamamen siyasi sebeplerle, Rus karşıtı rejimin ömrünü uzatmak için müsaade edildi.

Mevcut gidişat gerçek ticaret savaşlarına zorlayabilir, özellikle de bunun bir alt türü olan gayrimeşru yaptırımlar dikkate alındığında. Tabii ki birileri çıkıp da ticaret savaşlarının, bırakın küresel bir çatışmayı, geçmişte yaşandığı gibi gerçek savaşlara da yol açmayacağı teminatını verebilir. (Gücün inanılmaz hızlı bir şekilde yeniden dağılımı başta olmak üzere) bütün ön koşulların var olmasına rağmen, küresel bir çatışmanın henüz hala patlak vermemesi, insanlardan değil, nükleer mühimmattan ve nükleer faktörden kaynaklanıyor. Nükleer meselenin dünya siyasetinin ana gündemine dönüşü kuşkusuz 2015’in diğer bir önemli eğilimiydi.

Bunun birçok nedeni var. En önemlisi, belirsizlikten ve istikrarsızlıktan duyulan dünya çapındaki endişe ve hatta korku. Bu belirsizlik ve istikrarsızlık başlı başına günümüz dünyasının başlıca mega eğilimlerinden biri. Nesnel olarak dünya, 7-8 senedir savaş öncesi hali yaşıyor, tıpkı 1914 öncesindeki gibi. 1980’lerin sonunda neredeyse hiç sarsılmazmış gibi görünen ve Soğuk Savaş’ın resmen sona etmesinden sonraki ilk 20 yılda çok da önemsenmeyen stratejik istikrarın aşınmış ve altının oyulmuş olabileceğine dair endişeler, profesyonel askeri-siyasi topluluk arasında giderek büyüyor (ki stratejik istikrar, nükleer savaş riski düzeyinin de bir göstergesidir). Yeni bir savaş ihtimaline dair söylentiler artıyor. Onlarca yıldır nükleer yüzleşmeye dayanan Rusya ile Batı arasındaki çatışmanın bir anda tırmanması da nükleer meseleyi gündeme taşıyor. İşte bu arka plan çerçevesinde Rusya, son dönemde uluslararası kamuoyunun dikkatini bu faktöre çekmiş bulunuyor. Propaganda düzeyinde bu söylem belki zaman zaman aşırıya kaçmış olabilir, ama resmi düzeyde son derece doğruydu.

Suriye’deki IŞİD hedeflerine karşı uzun menzilli güdümlü füzelerin havadan ve denizden fırlatılması dünya çapında dikkat çekti. Teorik olarak bu füzeler nükleer savaş başlığı taşıma kapasitesine sahip ve Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’nın kapsamında yer almıyor. Antlaşma müzakere edilirken bu tür füzeler üzerinde bir tekele sahip olan ABD, SSCB’nin zayıflığından istifade ederek, bunların antlaşmanın sınırladığı konular arasına girmemesinde ısrarcı olmuştu. Gelinen noktada ABD bundan pişmanlık duyuyor olmalı. Ancak nükleer meselenin çokça gündeme taşınmasında, Devlet Başkanı Vladimir Putin’i ve Rusya’yı nükleer şantaj yapmakla ve uluslararası antlaşmaları ihlal etmekle suçlayarak şeytanlaştırmaya çalışan Batı propagandasının rolü var.

ABD yeniden nükleer silahlanma planını ilan etti. Mevcut histeri görüntüsü endişeleri daha da artırabilir; ama aynı zamanda –tıpkı Yugoslavya ve Irak’ta olduğu gibi–  büyük çaplı müdahaleleri veya – Ukrayna ve Suriye’deki gibi–  çatışmaların tırmanması tarzı pervasızca kararları caydırabilir. Çığırından çıkan uluslararası propagandaya rağmen, “tek kutuplu dönem”de neredeyse yok olan rasyonaliste ve dikkat artık siyasete geri dönüyor.

Ülkelerin kullandığı kilit siyasal araçlardan biri olarak askeri kuvvetin geri dönüşü ve nükleer silahların rolünün kısmen yeniden gündeme gelmesi, ana makro eğilimi tersine çevirmedi ama tali bir hale getirdi. Devletlerin ve toplumların ağırlığı ve menfaatlerini artırma ve koruma kabiliyeti, hala büyük ölçüde insan sermayesinin kalitesine bağlı olan iktisadi ve teknolojik güç tarafından belirleniyor.

Alarm verici eğilimlere rağmen 2015’te bazı olumlu gelişmeler de söz konusuydu. Büyük bir savaş gerçekleşmedi ve, endişelere rağmen, henüz hala bir savaşın çıkacağına dair somut bir işaret yok. Yerkürenin demokratikleşmesi devam ediyor: Toplumların kendi içinde dikey demokratikleşme yaşanırken uluslararası toplumda ise yatay demokratikleşme daha da gelişiyor. Eski hegemonlar zayıflarken yerlerine yenileri ortaya çıkmıyor. Ülkeler ve halklar kendilerini daha özgür hissediyor. İnsan kitleleri hükümetlerinin siyasetleri üzerinde daha evvel görülmemiş ve giderek artan bir şekilde etkide bulunuyor. Temel talepleri refaha ulaşmak. Artan karşılıklı bağımlılıkla birlikte bu faktör, savaş taraftarlarını dizginlerken barış taraftarlarını güçlendiriyor; her ne kadar, ne daha fazla refah talebi ne de karşılıklı bağımlılık barışın bir garantisi olsa da. Bu noktada nükleer faktör oyuna dahil oluyor ve böylelikle bir yandan birçok problemin çözümü için zaman kazandırırken, diğer yandan yeni problemler yaratıyor ve kısaca tarihin akışını sürdürüyor.

Diğer bir cesaret verici eğilim ise Paris’teki İklim Değişikliği Konferansı sayesinde insanlığın “daha yeşil” ifadelerle düşünmeye başlaması. Şu anda neredeyse hiç kimse, sera gazı emisyonunu ve gezegenin kirliliğini sınırlandırma konusunda etkin bir şekilde ortak hareket ihtiyacını sorgulamıyor. Bu alandaki ahlaki-siyasi liderlerin arasına artık ABD’nin de katılması memnuniyet verici; zira daha evvel ABD, kendi ülkesi içinde güçlü bir çevre hareketi olmasına rağmen, uluslararası iklim anlaşmalarını engellemişti.

Son olarak, Ortadoğu’da terörizmin ve savaşların yayılmasına rağmen dünyadaki genel şiddet düzeyi azalmaya devam ediyor (sadece silahlı çatışmalardaki can kayıpları değil, aile iç şiddet ve cebirle ölümlerin sayısı hesaba katıldığında da). İnsanlık, düşük düzeyli şiddetin ana özelliklerinden biri olduğu medeni devletin daha ileri bir formuna doğru gidişatı henüz durdurmuş değil. Ancak ülkelerin istikrarsızlığı ve kitlesel terörizm bu rahatlatıcı eğilimi tersyüz edebilir.

Rus siyaseti: Şanssızlıkları BAŞARIya Dönüştürmek
2015 senesi, Rus dış politika tarihindeki en başarılı senelerden biriydi.

2014 başında Rusya, Batı’yla –bir önceki yıl görünür hale gelen– üstü örtülü yüzleşmesine artık bir son verme kararı aldı ve ilk vuran taraf olarak sözkonusu yüzleşmeyi aleni çatışmaya dönüştürdü. Olaylardaki beklenmedik değişim Rus-Batı ilişkilerini bir anda gerdi. Batı ittifakı içinde merkeze doğru çeken eğilimler artarken, Rusya nahoş yaptırımlarla ve Batı’nın Moskova’ya karşı uluslararası tecridi örgütleme çabasıyla karşı karşıya kaldı.

Ancak Batı’nın –yaptırımlarla hedef alınan oligarkların rahatsızlıkları kışkırtılarak veya halkın memnuniyetsizlikleri abartılarak– bir saray darbesiyle Rusya’da rejimi değiştirme ümidi, tahmin edileceği üzere başarısız oldu. Güçlü bir dış baskıyla karşı karşıya kalan Rus toplumu ve eliti, çok küçük bir kısım dışında, Kremlin’in etrafında kenetlendi. Daha da önemlisi, Kırım’ın Rusya’ya katılması ve Ukrayna’nın güneydoğusunda isyancılara destek, Moskova’ya kendi güvenliği için hayati addettiği topraklara Batı ittifakının yayılmasını önleyecek asgari koşulları yaratma imkanı verdi. Artık yayılma konusu konuşulmuyor. Rusya’nın kendi hayati menfaatlerini kararlı bir şekilde savunmaya hazır olduğunu göstermesi, Batı’nın onu daha çok sevmesini sağlamadı ama Moskova’dan duyduğu korkuyu ve böylece Rus menfaatlerine saygı duyma istekliliğini artırdı. Batı ittifakının yayılması maalesef ki karşılıklı anlaşmayla değil, sert bir politikayla durdurulmak zorunda kalındı. Ortaya çıktı ki Rusya’nın ortakları farklı bir dilden anlamak istemedi. Şimdi ise yeni gerçekliğe ve başkalarının menfaatlerine saygı duymaya dayalı oyunun kurallarına alışıyorlar. Kırım’a neredeyse hiç değinilmiyor. Sadece ABD’nin ve ona en itaatkar olan Avrupalı müttefiklerinin söylemlerinde (düşük tonda) yer alıyor. Ukrayna Krizi’ni daha da körükleyecek yeni girişimler mümkün. Ancak Rusya karşılıklı yüzleşmesinin ve baskının ilk raundunda direndi ve Ukrayna üzerinden yürüyen çatışmada siyasi bir zafer kazandı. Batılı ortaklarla –birbirinin menfaatlerine saygı duymaya dayalı– daha sağlıklı ilişkilerin koşulları oluşturuldu. Ancak bu sadece potansiyel bir ihtimal. Karşılıklı güvensizliğin, geçmişteki hataların ve yanılsamaların yükü çok büyük ve her iki taraf da hala kendi toplumlarını konsolide etmek için dış düşman imgesini kullanma hevesindeler.

2015’te en sonunda ortaya çıktı ki, en azından bana göre, Soğuk Savaş’ın ardından kurulan Avrupa güvenlik sistemi tamamen ve belki de geri döndürülemez şekilde çöktü. Sistem Batı’nın fiili hakimiyetine, siyasi örgütlenmelerine ve görüşlerine dayanıyordu. Rus elitinin ekseriyeti için kabul edilemez olan bu hakimiyet, alt kıtaya [Z.T.K. Avrupa’yı kastediyor] barış ve istikrar getirmedi. Her ne kadar AGİT faaliyetlerini artırsa da, eski sistemin ihya edilemeyeceğine hiç şüphem yok. Vardığım bu sonuç, Avrupa güvenlik sistemine ilişkin bir reform teklifi hazırlaması beklenen AGİT Akiller Heyeti’ndeki 12 aylık tecrübeme dayanıyor. Kesintisiz çabalara rağmen neredeyse hiçbir ilerleme kaydedilemedi.

AGİT Soğuk Savaş’ın genetik hafızasını taşıyan bir örgüt. Bloklaşma sonrası [Z.T.K yani Soğuk Savaş’ın ardından Doğu ve Batı bloklarının dağılması sonrası] yeni bir güvenlik sistemi inşası için etkili bir araca dönüşmesine izin verilmedi. Sonuç olarak yirmi yıldır örgüt, –ülkelerin Avrupa’da sanki her şey yolundaymış gibi davranmalarına ve sürekli birbirini farklı bir çağa ait prensipleri ihlal etmekle suçlayarak Soğuk Savaş ruhunu sürdürmelerine müsaade etmek suretiyle– büyük ölçüde olumsuz bir rol oynadı. AGİT’in sadece ve sadece geçmiş savaşın külleri Ukrayna’da aniden parladığında faydalı olduğunu ispatlaması bir tesadüf değil; zira bu savaşın ateşi tamamen söndürülmemişti ve AGİT bu toprakları korumaktaydı. Burada AGİT, barışı koruma misyonunun koordinatörü olarak faydalı bir işlev gördü. Belki örgüt bir müddet daha ayakta kalacaktır, ama sadece bir diyalog forumu ve kriz karşıtı bir merkez olarak… Ancak Batılı ortakların, örgütü revize ederek veya alternatif kurumlar oluşturarak Avrupa’daki güvenlik boşluğunu doldurma konusunda gerçekten istekli olduğuna dair işaretler ortada yok. Bu arada sözkonusu boşluk gerçekten tehlikeli.

2015’te Rusya, iktisadi alanda Doğu’ya doğru önemli bazı gerçekçi adımlar attı. Rus ve yabancı yatırımcıları çekmesi beklenen öncelikli kalkınma bölgeleri kurdu. İktisadi altüst oluştan, düşen petrol fiyatlarından ve rublenin değer kaybetmesinden dolayı Rusya’nın dış ticareti azalırken Asya piyasalarının dış ticaretteki oranı arttı. Bu temayül, Rusya’nın dış ticaretini daha dengeli ve avantajlı bir hale getirerek önümüzdeki dönemde de devam edecek. Rusya ile Çin arasında İpek Yolu İktisadi Kuşağını ve Avrasya İktisadi Birliğini birbirine entegre etme konusundaki anlaşma, Sibirya’nın komşu bölgeleri ve Çin’in batı bölgeleri ile birlikte Geniş Orta Asya’da yeni bir iktisadi büyüme merkezi kurulması için çok büyük fırsatlara kapı açıyor. Ancak bu sadece bir potansiyel. Bu vizyonu gerçekliğe dönüştürmek, anlaşmanın imzalanmasından bu yana neredeyse hiç var olmayan sistemik bürokratik çabaları gerektiriyor. Yine bu konuda somut projelere de ihtiyaç var.

2015’teki hiç şüphe götürmeyen başarılardan bir diğeri, İran nükleer meselesinin çözümü oldu. Rus diplomatların aktif ve yaratıcı katılımı olmasaydı bir çözüme ulaşmak imkansızlaşırdı. İran anlaşması, sadece dünyanın en istikrarsız bölgesinde zincirleme bir nükleer yayılmayı değil, aynı zamanda iki-üç sene evvel oldukça muhtemel görünen İran’a karşı bir savaşı da önlemiş oldu. Böyle bir savaş sadece Ortadoğu’yu havaya uçurmakla kalmayacak, bunun küresel sonuçları da olacaktı. Şimdi ise potansiyel bakımından bölgenin en güçlü ülkesiyle yapıcı ilişkiler kurmayı ümit edebiliriz.

Geçen sene Suriye’nin kimyasal silahları sonunda imha edildi. Bu da Rus diplomasisinin bir diğer başarısıydı. Bu başarı, Rus sınırlarından uzakta İslami terörizmle savaşmak, meşru hükümetin düşmesini engellemek, IŞİD kontrolündeki alanların genişlemesini önlemek, uluslararası konumunu güçlendirmek, silahlı kuvvetlerinin yeni gücünü [dünyaya] göstermek ve Ortadoğu’daki gelişmeleri aktif bir şekilde etkileme kabiliyetini artırmak için Suriye’ye hava kuvvetlerini yolladığında daha da perçinlendi. Şimdiye kadar Rusya bunu harikulade bir şekilde başardı. Ama ısrarla söylüyorum ki Ortadoğu krizi önümüzdeki daha onlarca yıl çözümsüz kalacak. Birçoklarının arzu ettiği şekilde bu bataklığa saplanmamamız için aşırı derecede dikkatli davranmamız lazım.

Eğer ki böyle bir tehlike ortaya çıkarsa hızlıca geri çekilme cesaretine de sahip olmalıyız ve toplumu bu ihtimale karşı [şimdiden] hazırlamalıyız.

Suriye[de siyasi çözüm] konusunda karşılıklı etkileşim, –uzun vadede bir dezavantaja dönüşebilecek– Batı’yla gerilimin düşmesine ve işbirliği unsurlarının geliştirilmesine yardımcı oldu. Ancak gerilim, henüz sona ermiş değil ve yakın gelecekte de sonlanmayacaktır. Bunun, Batı’nın kendi iç faktörleri de dahil çeşitli nedenleri var: Özellikle Avrupa’da bazı elitler iç konsolidasyon için dış düşman arayışındalar. Diğer bir kısım geçen on yılda yaşanan gerilemelerden intikam almak istiyorlar. Diğerleri ise –kuralları büyük ölçüde Batı tarafından kendi menfaatleri doğrultusunda dayatılan– çökmekte olan mevcut dünya düzenini kurtarmaya çalışıyorlar.

2015’te hemen tüm Rus eliti, Batı’yla karşı karşıya gelme halinin geçici olmadığını, daha uzun yıllar bunun böylece devam edeceğini fark etti. Rusya, bağımsızlığını ve egemenliğini korurken, geçmişteki Batı’yla entegrasyon hayallerini bırakıp yeni bir gerçeklikle yaşamak zorunda kalacak. Bu tozpembe hayaller neredeyse 2000’li yılların sonuna kadar Rus siyasi sınıfında yaygındı. Ancak bu farkındalık, iktisadi ve toplumsal kalkınmanın rotasında gerekli temel değişimlere veya iktisadi kalkınma ve büyüme için devlet, burjuvazi ve toplum nezdinde kararlı bir mutabakata henüz yol açmış değil.

2014’te Rus dış politikasında geri dönüşü destekleyenlerin çoğu böyle bir değişimin olacağı ümidindeydi. Ancak Rus yönetici eliti henüz gerçekliği görmek veya bundan dersler çıkarmak istemiyor. Ancak bu gerçeklik oldukça basit: Dış baskının ardındaki temel saiklerden biri, iktisadi durgunluğun devam etmesinin er ya da geç Rusya’yı –teslim olma veya çökme olmasa da en azından– boyun eğmeye zorlayacağı ümidi. Bu endişeler hem müttefikleri hem de dostları frenliyor; mesela Çin Rusya’nın 1990’ların politikalarına dönebileceğinden korkuyor.

Kısaca Rus dış politikası birçok alanda başarılıydı. Tüm dalgalanmalarına rağmen stratejik bakımdan doğruydu ve tutarlıydı. Rusya uluslararası pozisyonlar için rekabeti, daha güçlü olduğu alanlara –yani askeri-siyasi alana ve beyin gücü ve irade yarışına– taşımayı başardı. Rus diplomatları, orduyu, siyasi liderliği ve temsil ettikleri ülkeyi tebrik etmek istiyorum.

Ama kutlama için henüz oldukça erken. Nihayetinde bir ülkenin kapasitesi ve nüfuzu, hemen her zaman –hele de günümüz dünyasında– iktisadi gücüyle, teknolojik gelişmesiyle ve insan sermayesinin kalitesiyle ölçülüyor.

Bununla birlikte tekrarlıyorum: Bir ülkenin liderliğinin kalitesi de bunda önemli bir rol oynar. İşte size bir örnek. 2000’lerin başlarında ABD tartışmasız iktisadi ve teknolojik liderdi. Savunma harcamaları, geri kalan tüm dünya ülkelerinin toplamınınkinden fazlaydı. Ayrıca ABD birçok bakımdan ahlaki bir otoriteydi. Ancak kötü yönetişimi ve başarının yol açtığı baş dönmesi yüzünden bu avantajlarını boşa tüketti ki bu başarı, galibiyeti olmayan savaşlara girmesine, hayati iktisadi reformları geciktirmesine ve borçlarının büyümesine yol açtı.

Rus eliti ve liderliği, cepheleşmeyi ve vatanperverliğin yükselmesini liberal veya anti-liberal bir temelde veya ikisinin bir karışımı şeklinde bir iç –her şeyden önemlisi de iktisadi– canlanma için henüz kullanmadı. Bu olmaksızın mevcut muhteşem dış politika başarılarını sürdürmek zorlaşacak. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Rusya kaybetti. Son yıllarda bu eğilimi tersine çevirdi. Ancak gelecekte kazanabilmesi için Rusya’nın ileriye dönük yeni bir stratejiye ve siyasete, her şeyden öte yerli bir ekonomiye acilen ihtiyacı var.


Yoksa Rusya büyük bir ihtimalle bir kez daha kaybedecek, hem de tartışmasız bir şekilde…