30 Nisan 2016 Cumartesi

S.LAVROV - RUSYA’NIN DIŞ POLİTİKASI: TARİH ARKA PLAN


RUSYA'NIN DIŞ POLİTİKASI: TARİHİ ARKA PLAN

Sergey Lavrov (Rusya dışişleri bakanı)
Russia in Global Affairs, 3.3.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Uluslararası ilişkiler oldukça zor bir döneme girmiş bulunuyor ve bir kez daha Rusya, küresel gelişmelerin geleceğini belirleyecek kilit trendlerin kavşak noktasında kendisini bulmuş durumda.

(...)
Tarihe dayanmadan doğruluğu ispat edilmiş bir siyaset ortaya koymanın imkansızlığı artık yerleşik hale gelen bir olgu. (...) 2015’te İkinci Dünya Savaşı zaferinin 70. yıldönümünü kutluyoruz ve 2014’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının 100. yıldönümüydü. 2012 yılı, [Z.T.K. Napolyon Savaşları sırasında Fransız ordularına Moskova’nın yolunu açan] Borodino Muharebesi’nin 200. ve Moskova’nın Polonyalı işgalcilerden kurtuluşunun da 400. yıldönümüydü. Bütün bu olaylara dikkatlice bakarsak, bunların Rusya’nın Avrupa ve dünya tarihindeki özel rolüne işaret ettiğini net bir şekilde görürüz.

Tarih, Rusya’nın Avrupa’nın arka bahçesinde kalakaldığı ve siyasi dışlanmışı/aykırı tipi olduğu şeklindeki yaygın kanaati doğrulamıyor. Hatırlatmak isterim ki 988’de Rusya’nın Hristiyanlığı kabul etmesi –ki şu anda bunun 1025. yılını idrak ediyoruz– devlet kurumlarını, toplumsal ilişkilerini ve kültürünü güçlendirdi ve nihayetinde Kiev Ruslarını Avrupa toplumunun tam üyesi haline getirdi. O dönemdeki hanedan evlilikleri bir ülkenin uluslararası ilişkiler sistemindeki rolüne dair en önemli ölçüydü. 11. yüzyılda Kiev Büyük Prens Yaroslav’ın üç kızı Norveç-Danimarka, Macaristan ve Fransa kraliçesi oldu. Yaroslav’ın kız kardeşi de Polonya kralıyla evlendi ve Alman kralının torunu oldu.

Birçok bilimsel çalışma, o dönemde Rusların yüksek kültürünü ve manevi düzeyini –ki o dönemde Batı Avrupa devletlerininkinden çok daha ileri düzeydeydi– ortaya koyuyor. Önde gelen birçok Batılı düşünür Rusların Avrupa’nın bir parçası olduğunu kabul ediyor. (...)

(...)
En azından son iki yüzyılda Rusyasız ve Rusya’ya karşı Avrupa’yı birleştirmeye yönelik her girişim, kaçınılmaz bir şekilde çok acı trajedilere yol açtı ve bunun [olumsuz] sonuçları her defasında ülkemizin kararlı bir katılımıyla/desteğiyle ancak aşılabildi. Bununla kısmen Napolyon Savaşlarını kastediyorum – ki bu savaşların sonunda Rusya, uluslararası ilişkiler sistemini kurtarmış oldu. (...)

(...)
Yine 1815 Viyana Kongresi’yle kurulan sistem, Rusya’yı Avrupa işlerinden tecrit etme arzusunun akabinde tahrip olmuştu. İmparator III. Napolyon’un yönetimi sırasında Paris böyle bir fikre kapılmıştı. Rusya karşıtı bir ittifak kurma girişimindeki Fransız monark, talihsiz bir satranç ustası olarak, tüm diğer figürleri kurban etmeyi göze almıştı. Peki nasıl tükendi? 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Rusya yenilgiye uğratıldı; ancak bunun sonuçları Şansölye Alexander Gorçakov’un izlediği tutarlı ve ileri görüşlü siyaset sayesinde kısa süre sonra aşılacaktı. III. Napolyon’a gelince, onun yönetimi Alman esaretiyle son bulacak ve Fransız-Alman çatışması onlarca yıl Batı Avrupa’nın üzerine bir kabus gibi çökecekti.

Kırım Savaşı’yla alakalı bir başka sahne de şu: Bilindiği gibi Avusturya İmparatoru, birkaç yıl evvel 1849’da patlak veren Macar isyanında kendisine yardıma gelen Rusya’ya [Kırım Savaşı’nda] yardımı reddetti. Dönemin Avusturya Dışişleri Bakanı Felix Schwarzenberg’in meşhur bir sözü vardır: “Avrupa, Avusturya’nın bu denli nankörlüğünden hayrete düştü.” Genel olarak Avrupa yanlısı mekanizmaların dengesizliği Birinci Dünya Savaşı’na yol açacak olaylar zincirini tetikleyecekti.

O dönemden itibaren Rus diplomasisi çağının ilerisinde gelişmiş fikirler ileri sürdü. İmparator II. Nikolas’ın inisiyatifiyle düzenlenen 1899 ve 1907 Lahey Barış Konferansları, silahlanma yarışını kısıtlama ve yıkıcı savaş hazırlıklarını durdurma konusunda ilk uzlaşma girişimleriydi. Ama pek de fazla kişi bunu bilmez.

Birinci Dünya Savaşı milyonlarca insanın canını alıp sayısız acılara ve dört imparatorluğun çöküşüne yol açtı. (...) Gelecek sene Rus Devrimi’nin 100. yıldönümünü idrak edeceğiz. Bugün bu olayların dengeli ve objektif bir değerlendirmesini yapmamız gerekiyor; hele de özellikle Batı’da birçoklarının bu tarihi, Rusya’ya karşı daha büyük bir enformasyon saldırısı için kullanmaya ve 1917 Devrimi’ni tüm Avrupa tarihini perişan eden barbarca bir devrim olarak sunmaya niyetlendiği bir ortamda… Daha da kötüsü, onlar Sovyet rejimini Nazizm’le eşdeğer göstermek ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından dolayı kısmen Sovyetleri suçlamak istiyorlar.

Şüphesiz 1917 Devrimi ve ardından yaşanan İç Savaş ulusumuz için korkunç bir trajediydi. Ancak diğer tüm devrimler de trajiktir. (...)

Yine şüphe yok ki Rus Devrimi dünya tarihini tartışmalı bir şekilde etkileyen önemli bir olaydı. Daha sonraları Avrupa’nın dört bir yanına yayılacak sosyalist ideallerin uygulanmasında bir nevi deney işlevi gördü. (...)

Ciddi araştırmacılar, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı Avrupa’da sözde refah devletinin tesisinde SSCB’deki reformların etkisine açıkça işaret ediyorlar. (...)

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen 40 yılın Batı Avrupa için sürpriz güzel günler olduğu söylenebilir. (...)

(...)
Sömürgelerin bağımsızlığa kavuşma sürecinde SSCB de rol oynadı. Moskova’nın ulusların bağımsızca kalkınması ve kendi kaderini tayin hakkı gibi uluslararası ilişkiler prensiplerini desteklediği de inkar edilemez.

Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’na sürüklenişiyle ilgili meselelere odaklanmayacağım. Aşikar ki Avrupa elitleri arasında Rus karşıtı niyetler/hesaplar ve Hitler’in savaş aygıtını SSCB’nin üzerine salma arzusu bu noktada hayati bir rol oynadı. Bu korkunç felaketin ardından durumu düzeltmek, Avrupa ve dünya düzeninin parametrelerini belirlemede ülkemizin kilit bir ortak oynamasını gerektirdi.

Bu bağlamda hâlihazırda Avrupa’nın zihninde yer etmiş “iki totoliterizmin çatışması” kavramı hem temelsiz hem de gayriahlaki. SSCB tüm kötülüklerine rağmen bütün milletleri yok etmeyi hiçbir zaman hedeflemedi. (...)

Bir zamanların Varşova Paktı üyesi ve bugünün AB veya NATO üyesi olan Avrupa’nın küçük ülkelerine tarafsız bir şekilde bakarsanız eğer şunu görürsünüz: Mesele, –Batılı fikir babalarının söylediği gibi– [Sovyet] baskı[sın]dan özgürlüğe kavuşma falan değil, –Putin’in de kısa süre evvel işaret ettiği gibi– liderlik değişimidir [Z.T.K. yani iktidarların Sovyetlere yakın elitlerden Batı’ya yakın elitlere geçişidir, yoksa bu ülkelerin bağımsızca hareket edebilmeleri değil]. Nitekim bu ülkelerin temsilcileri kapalı kapılar ardında, Washington veya Brüksel yeşil ışık yakmadan önemli herhangi bir karar alamadıklarını itiraf ediyorlar.

Rus Devrimi’nin 100. yıldönümü bağlamında, –modern dünyanın öncü bir merkezi ve sürdürülebilir kalkınma, güvenlik ve istikrar değerlerinin bir garantörü olarak– ülkemizin hak ettiği doğru rolü idame ettirmenin ve dinamik bir ilerleme kaydetmenin temeli olarak, tüm Rus tarihinin sürekliliğini ve tüm olumlu geleneklerle tarihi tecrübeyi sentezlemenin önemini idrak etmek bizim için ehemmiyet arz ediyor.

(...) SSCB’nin dağılmasının Soğuk Savaş’ın Batı’nın zaferiyle sona ermesine bir işaret olduğuna dair yaygın kanaat temelsizdir; zira bu, bizim kendi halkımızın değişim iradesinin ve bazı talihsiz olaylar zincirinin bir sonucudur.

(...)
Avrupa’nın bölünmüşlüğünü onarmak ve ortak bir Avrupa hayalini hayata geçirmek için pratik bir fırsat önümüzde duruyordu (...). Rusya bu seçeneğe tamamen açıktı ve bu bağlamda birçok önerilerde bulunup inisiyatifler almıştı. AGİT’i güçlendirerek Avrupa güvenliği için yeni bir temel inşa etmeliydik. (...)

Maalesef ki Batılı ortaklarımız farklı bir tercihte bulundu. NATO’yu doğuya doğru genişletmeyi ve kontrol ettikleri jeopolitik alanı Rusya sınırına doğru ilerletmeyi seçtiler. Bu, Rusya’nın ABD ve AB ile ilişkilerini zehirleyen sistematik problemlerin özüdür. SSCB’yi çevreleme siyasetinin mimarı olan George Kennan’ın [hayatının] son dönemlerinde NATO’nun genişlemesini onaylamanın “trajik bir hata” olduğunu söylemesi dikkat çekicidir.

Sözkonusu Batı politikasının temel problemi küresel bağlamı göz ardı etmesidir. Mevcut küresel dünya, ülkeler arasında daha evvel görülmemiş karşılıklı bağımlılıklara dayanıyor ve bu yüzden Rusya ile AB arasında –Soğuk Savaş döneminde olduğu üzere– hala küresel siyasetin merkezindeymiş gibi ilişkiler geliştirmek imkansız. Nitekim Asya Pasifik, Ortadoğu ve Afrika ve Latin Amerika’da gelişen güçlü süreçleri de dikkate almalıyız.

Uluslararası hayatın her alanındaki hızlı değişimler bu sürecin temel göstergesidir. Beklenmedik dönemeçlerden geçiliyor. Bu yüzden Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi bugün için anlamsızdır. (...)

İkinci küreselleşme dalgası, küresel iktisadi gücün ve böylece siyasi nüfuzun dağılmasına ve bilhassa Asya-Pasifik’te yeni ve büyük güç merkezlerinin doğuşuna yol açtı. (...)

(...) 21. yüzyılda dünya düzenini şekillendirme rekabeti sertleşti. Soğuk Savaş’tan yeni bir uluslararası sisteme doğru geçişin, 20-25 yıl evvel zannedilenin aksine, çok daha uzun ve çok daha sancılı geçeceği artık kanıtlandı.

Bu ortamda uluslararası ilişkilerin temel meselelerinden biri, dünyanın büyük güçleri arasındaki doğal rekabetin alacağı şekildir. ABD ve öncülüğündeki Batı ittifakı, elindeki her türlü metodu kullanarak hakim konumunu, Amerikan deyimiyle “küresel liderliğini” korumaya çalışıyor. Bunun için ekonomik yaptırımlardan doğrudan askerî müdahaleye kadar çok farklı baskı araçları kullanıyor. Büyük çaplı enformasyon savaşı yürütüyor. “Renkli” devrimler yoluyla gayrimeşru hükümet değiştirme teknolojisi deneniyor. Ülkeler için yıkıcı görünen demokratik devrimler de bunun bir parçası. Dışarıdan sun’i dönüşümlerin teşvik edildiği tarihî dönemlerden geçen benim ülkem, [devrimsel değil] bir toplumun geleneklerine ve kalkınma düzeyine uygun tarzda ve hızda gerçekleşecek evrimsel değişimleri tercih ediyor.

Batı propagandası Rusya’yı “revizyonizm”le suçlamaya alışık, sanki uluslararası hukuka aykırı bir şekilde 1999’da Yugoslavya’yı bombalayan, 2003’te Irak’ı işgal eden ve 2011’de Libya’da kuvvet kullanarak Kaddafi’yi deviren bizmişiz gibi. Bunun gibi birçok örnek var.

Bu “revizyonizm” söyleminin tutarlı bir tarafı yok. (...) Gelinen noktada uluslararası ilişkiler tek bir merkezden kontrol edilemeyecek kadar karmaşık. Libya ve Irak’a yönelik Amerikan müdahalelerinin sonuçları bunu açıkça ortaya koyuyor.

Modern dünyanın problemlerine güvenilir bir çözüm, ancak ve ancak büyük güçler arasında ciddi ve dürüst bir işbirliğiyle gerçekleşebilir. (...)

Bu değerlerin pratik olarak hayata geçirildiği İran’ın nükleer programı, Suriye’nin kimyasal silahlarının yok edilmesi, Suriye’de ateşkes anlaşması ve küresel iklim değişikliği anlaşmasında bunu bizzat tecrübe ettik. Bu, ne kadar zor ve tüketici olursa olsun, uzlaşma kültürünü yeniden ihya etmenin ve diplomatik çabalara odaklanmanın zaruretini gösteriyor. (...)

Bizim yaklaşımımız Çin, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü, Avrasya Ekonomik Birliği, Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü ve Bağımsız Devlet Topluluğu üyeleri de dahil dünya ülkelerinin ekseriyetince paylaşılıyor. (...)

En önemli görevimiz, en acili teröristlerin saldırıları olmak üzere son derece gerçek meydan okumalara karşı güç birliği yapmak. IŞİD, Nusra ve benzeri radikal gruplar ilk defa Suriye ve Irak’ta genişçe bir alanı kontrolleri altına almayı başardı. Nüfuzlarını diğer ülke ve bölgelere yaymaya çalışıyorlar ve dünyanın birçok yerinde terör saldırıları düzenliyorlar. Bu riski küçümsemek kriminal bir dar görüşlülükten başka bir şey olmaz.

Rus Devlet Başkanı, teröristleri askeri açıdan mağlup etmek için geniş bir cephe kurma çağrısı yapıyor. Rus Hava Kuvvetleri buna önemli bir katkı sağlıyor. Aynı zamanda kriz içindeki bölgede çatışmaların siyasi çözümünde ortak hareket etmek için çok çalışıyoruz.

Asıl önemlisi, uzun vadeli başarı, ancak farklı kültürler ve dinler arasında saygılı bir etkileşime dayalı medeniyetlerin ortaklığı temelinde hareket edildiği takdirde gerçekleşebilir. Bu bağlamda Patrik Kirill ile Papa Francis’in (...) ortak açıklamasına dikkatinizi çekmek istiyorum.

Tekrar ediyorum, biz ABD veya AB veya NATO’yla karşı karşıya gelme arayışında değiliz. Aksine, Rusya Batılı ortaklarla mümkün olan en geniş işbirliğine açık. Avrupa’daki halkların çıkarlarına en iyi hizmet edecek şeyin Atlantik’ten Pasifik’e ortak bir iktisadi ve insani alan oluşturmak olduğu inancındayız, ki böylece yeni kurulan Avrasya Ekonomik Birliği, Avrupa ile Asya Pasifik arasında bütünleştirici bir bağ olabilsin. Bu yoldaki engelleri aşmak için –Şubat 2014’te Kiev’deki darbenin yol açtığı– Ukrayna Krizi’ni Minsk Anlaşması temelinde çözmek için elimizden geleni yapmaya hazırız.

Âkil ve siyaseten tecrübeli isimlerden Henry Kissinger’ın yakın bir zamanda Moskova’daki konuşmasından bir alıntı yapmak istiyorum: “Rusya, ABD’ye yönelik bir tehdit olarak değil, herhangi bir yeni küresel dengenin vazgeçilmez unsuru olarak algılanmalı... Çatışmalarımızı ele almak için değil, geleceğimizi/kaderimizi birleştirme arayışıyla bir diyalog imkanı olduğunu savunmak için buradayım. Bu da her iki tarafın, birbirinin hayati değerlerine ve çıkarlarına saygı göstermesini gerektiriyor.” [Rusya olarak] Biz de böyle bir yaklaşımı paylaşıyoruz. Ve uluslararası ilişkilerde hukuk ve adalet prensiplerini savunmaya da devam edeceğiz.
(...)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder