15 Mart 2016 Salı

F.LUKYANOV: KAYIP 25 YIL



KAYIP 25 YIL
Fyodor Lukyanov (Russia in Global Affairs baş editörü)
Global Brief, 19.2.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
Kırım’ı topraklarına katma nedenini açıklarken Rus lider Putin, –SSCB dağıldıktan sonra Rusya sınırlarının dışında kalan yoldaşlara karşı bir sorumluluk anlamına gelen- “Rus dünyası” kavramını ortaya attı. Hiç şüphe yok ki Ruslar 1991’de dünyanın en fazla bölünmüş halkı haline geldiler, 25 milyonluk bir nüfusun bir anda yabancıya dönüşmesiyle. (…)
Dikkatlice bakıldığında görülür ki bu, Rus izolasyonculuğuna doğru bir adım değil, diğer tüm politika inisiyatifleri pahasına, Rus devlet sisteminin ülke içinde konsolidasyonu sağlamaya dönük bir adımdır. Tabii ki olayların gelişimi bu mantığı net bir şekilde değiştirdi. Kremlin sonunda şu sonuca vardı: İkincil önemi haiz Avrasya sahasındaki (Ukrayna çatışması) şansı, birincil önemdeki Ortadoğu sahasına (Suriye) aktif bir şekilde müdahile etmediği takdirde zaman içinde giderek azalacaktır.
Günümüz Rusya’sının asıl problemi [içine düştüğü] fikrî krizdir, yani bir gelecek vizyonunun olmamasıdır. Fikrî arayışı perestroika ile son buldu. SSCB’nin son dönemlerinde entelektüel hayat çok canlıydı. Tüm sıkıntılarına rağmen Sovyet projesi hep oldukça etkileyici bir projeydi ve onu dönüştürme çabaları da benzer şekilde muazzamdı. Hatta dünyanın dört bir yanında yankı bulmuştu. Bu yüzden de eski fikirlerin yenilenmesi, gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda sıcak tartışmaları beraberinde getirmişti. (…) Diğer bir deyişle Kremlin, Sovyet devletini değiştirerek dünyayı değiştirmeye niyetlenmişti. Bu, tabii ki Gorbaçov’un büyük planıydı.
Ancak SSCB’nin yıkılmasıyla küresel hedefler de eriyip gitti. Rusya kendi problemlerine odaklanmaya başladı (…). Derin fikirler artık bir öncelik olmaktan çıkarak iktisadi ve siyasi ayakta kalma temel önceliğe dönüştü. Ayakta kalma zorunluluğu yavaş yavaş hazırlıksız pragmatizmi beraberinde getirdi ve buna devlet sistemini tamir edip güçlendirme ihtiyacı eşlik etti.  Bu kısmen başarıldı, ama Rusya’nın küresel düşünme kabiliyeti zamanla yok oldu.
(…) SSCB’nin çöküşünün ardından Rusya, başlangıçta –Batılı kavramlar alanına girebileceği umuduyla- bile isteye diğer ülkeleri takip etti. Ancak kendi başarısızlığının beslediği bir hınçla zaman içinde giderek daha fazla kabuğuna çekildi. Bu kin ve hınç, sınırlarının ötesine bakma ilhamı vermeyen bir korumacı ve savunmacı ideolojinin temellerini attı.
Perestroika ve bugünün Rusya’sı birbirine tam zıt konumda. 1980’lerin sonlarındaki iyimserlik ve idealizm 2010’ların ortalarının kasvetli realizmiyle tam bir tezat içinde. Ama ortak bir nokta söz konusu: Her iki durumda da siyaset ekonomiyi gölgede bıraktı; her ne kadar zayıflayan iktisadi temel ile hırslı siyasi üstyapı arasındaki boşluk, milli zafiyetin/kırılganlığın çok açık bir kaynağı olsa da.
2015’te siyasi mantık iktisadi hesaplara baskın çıkmakla kalmadı, dış politika da iç politikadan daha önemli bir hal aldı. Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesinin ardından Ankara’yla bağların aniden kopması bunun bir göstergesi. Kremlin bu adımıyla milli itibarın ticari mülahazalardan daha önemli olduğunu ortaya koydu. Aslında milli itibar, artık milli düşünce ve milli kimliğin yerini alıyor.
Rus toplumu ve devletini birbirine bağlayabilecek unsurların arayışı, 2012’de Putin halkın protesto gösterileri arasında devlet başkanlığını yeniden ele alırken başlamıştı. 2011 sonunda başlayan Moskova’daki gösteriler, daha fazla sivil ve siyasi özgürlükler ve yönetim sisteminde derin/ciddi reformlar yapılmasında ısrarcı –aralarında milliyetçilerle solcuların da olduğu- belirli gruplar ve burjuva mensuplarını bir araya getirmişti. Yüzeysel modernleşme Dmitry Medvedev’in devlet başkanlığı sırasında başlamıştı. Daha sonra birdenbire kesilerek ağızlarda garip bir tat bıraktı. Ama -1990’ların iktisadi bunalımı ve Rusların ayakta kalma mücadelesini takiben yaşanan- 2000’lerdeki görece pervasızca/hesapsızca tüketim döneminin sonunu getirdi. Trajik 1990’lar da perestroikanın sonunu getirmişti, ülkenin geleceğine dair tartışmaları sonuçsuz bırakarak.
Bugünden bakıldığında, 1980’li yılların sonları Rus tarihinde geçici/kısa ömürlü bir intermezzo (iki perde arası oynanan oyun/çalınan müzik) olarak görülüyor. Buna rağmen, daha evvel belirttiğim gibi, gerileyen Sovyet imaratorluğu sürekli değişken bir karmaşanın ortasında dahi büyük [fikri] tartışmalarla kaynıyordu; devlet, toplum ve uluslararası camianın temel konularını farklı açılardan keşfetmeye ve geleceğe yönelik yapılması gereken görevleri belirlemeye çalışarak.
SSCB’nin çöküşü bu süreci kesintiye uğrattı ve yerini güç ve mülkiyet mücadelesi aldı. Çeyrek yüzyılın ardından kesintiye uğrayan Sovyet dönemi tartışmalarının artık kaldığı yerden yeniden başlaması gerektiği çok açık. Bunun ilk göstergesi 2012-2013’te halkın haletiruhiyesine son derece hassas olan Putin’in muntazaman ideolojik ve ahlaki meseleler hakkında konuşmaya başlamasıydı. Muhafazakâr yazarlara atıfları ve geleneksel değerleri canlandırma çabası aslında siyasi yapının alenen görünmemekle birlikte bariz bir talebiydi.
Ukrayna Krizi bu süreci baltaladı. Krizin patlak vermesinden itibaren Rus devleti, acil durum hissiyatıyla hareket etti ve sürekli değişken haldeki duruma irticalî/anlık karşılıklar verdi. Kalıcı meselelerin tartışılması, acilen halkın seferber edilmesi zarureti karşısında bir kenara itildi ve bu seferberlik hali da tabii ki “kan ve toprak”a başvurarak başarıldı. 2011 sonunda orta sınıf Rusların Moskova’ya karşı gösterileriyle ortaya çıkan toplumsal bölünme “Rus dünyası” kavramıyla tamir edilemezken, yeni ortaya çıkan durum milli ruh halini dramatik bir şekilde değiştirdi: Daha evvel Putin’e “savaş açan” bazı eski muhalifler artık şikayetlerinden vazgeçtiler; Kremlin’e eskisinden de fazla muhalif olan azınlık ise daha da marjinalleşti. [Böylece iç] konsolidasyon başarıldı.
[Putin] olağanüstü dış faktörlerden faydalanarak içerideki tabanını güçlendirdi. Paradoksal bir şekilde dış politika, iç kalkınma için gerekli şartları oluşturmak suretiyle temel amacını gerçekleştirmiş oldu. Dış tehditlere karşı koymadaki başarı ve devletin uluslararası alanda büyük bir oyuncu olabileceğini ispatlaması, iç istikrar ve meşruiyetin zaruri bir şartına dönüştü. (…)
Ukrayna Krizi ve “Rus dünyası” söylemi birlikte, daha geniş bir kimlik tartışmasının parçası haline geldi. Birbirine hep yakın olagelmiş Ruslarla Ukraynalıların ayrışması, sancılı Rus (ve aslında Ukrayna) milli kimlik arayışına bir ihanetti. Ama Ukrayna trajedisiyle canlanan milliyetçi tutkular adeta patlamaya hazırdı ve Kremlin kısa sürede bunu fark ederek gaz pedalından ayağını çekti.
Suriye operasyonu ise tamamen farklı bir olay olup süper güç statüsünü yeniden elde etme milli hedefiyle bağlantılıdır. Rusya, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ABD’nin başlıca imtiyazı haline gelen bir alana -yani düzeni yeniden tesis için gereken her yerde kuvvet kullanmaya- bir anda girişiverdi. Kuvvet kullanma, Moskova’nın düzenli bir şekilde bu tarz misyonları yürütme kapasitesini; bu alanda Batı’ya işbirliği teklifi de [Batı’yla] eşdeğer statüde olduğunu gösteriyor. Moskova’nın bu statüyü kabul etmeyenlerle ilişkileri bir anda değiştirmeye hazır olması ise kendine güvenin bir yansıması.
Ancak bu, Sovyet modeline bir geri dönüş anlamına gelmez. SSCB, sık sık “kuşatılmış müstahkem kale” bahanesinin farklı versiyonlarını kullanmak suretiyle, aktivist bir dış politika yürütüyordu. Ancak Sovyet devletinin iç sistemi, dış politikaya değil, katı bir sosyoekonomik yapıya dayanıyordu. Dışa yayılma büyük ölçüde ideolojiyle sürdürülüyordu ki bu da zaman içinde daha genel bir ABD’yle rekabet stratejik içgüdüsüne dönüştü.
Tuhaf görünmekle birlikte mevcut durum Gorbaçov dönemiyle paralellikler arz ediyor. Gorbaçov’un başarısızlığı, büyük ölçüde, -merkeze almış olduğu halde- dış politikasının iç[eride aldığı] inisiyatifler kadar başarılı görünmemesinden kaynaklanıyordu. Onun temel tezinin adı şuydu: Perestroika: Ülkemiz ve Tüm Dünya için Yeni Düşünce. [Ama fiiliyatta] “tüm dünya” hızlıca “ülkemiz”i gölgeledi. “Kendimizi değiştirerek dünyayı değiştirme” fikri tersyüz oldu – SSCB’nin içindeki gelişmeler Sovyet liderinin başlattığı küresel dönüşümün bir fonksiyonu haline dönüştü. (…) Bugünün dünyası ise 30 sene evveline kıyasla çok daha istikrarlı ve iç değişim için küresel dönüşüme bağımlılık çok daha riskli.
Tabii ki bugünle Gorbaçov çağı arasındaki temel farklılık, günümüz Rus liderlerinde hayalden, bilhassa [dışarıda] takip edilecek iyi örnekler olduğu yanılsamasından hiçbir eser olmaması. Hatırlayın, SSCB’nin son dönem entelektüelleri Batı’ya bir model ümidiyle bakarlarken, Sovyet liderliği iki sistemin birbirine yakınlaşabileceğine inanıyordu. Gorbaçov yeni dünya düzeninin Doğu ile Batı’nın tamamen eşit temelde entegrasyonuyla ortaya çıkacağını düşünüyordu (…) Ama SSCB’nin dağılması eşitlik fikrinin sonunu getirdi. Varoluşsal bir krizin sancılarıyla doğan Yeni Rusya artık Batı (ve Doğu) tarafından yeni dünya düzeninin muhtemel bir ortak kurucusu olarak görülmüyordu.
(…)
Bugün Rus stratejik düşüncesindeki diğer bir önemli faktör de Batı’nın rasyonalitesine güvensizlik. Genel hissiyat, ABD ve Avrupa’daki sağduyunun/mantığın ideolojikleşmiş bir kibre ve sol-liberal siyaseten doğruluğun (political correctness) da sınırsız bir tahakküme yol açtığı yönünde. Bunun sonuçları –mantıksız müdahalelerle yerle bir edilen- Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar her yerde görülüyor. (…) Dolayısıyla artık Avrupa bir ilham kaynağı olarak görülemez, henüz onun yerini alacak hiçbir alternatif olmasa da.
Son 25 yıldır ne olmak ve ne yapmak istediğini henüz hala tam olarak oturtamamış durumdaki Rusya sancılı dönüşümler yaşarken, uluslararası sistem de çalkantılı savrulmalardan geçiyor. Doğru düzgün bir tek kutuplu dünya inşa edilmedi; çok başlı bir sistem ortaya çıktığında da mevcut kurumlar etkin bir şekilde işleyemeyecek. Bunun en canlı kanıtı, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden en fazla istifade eden kurum olan ve gelecek dünya düzeninin prototipi olmaya aday sayılan AB’nin yaşadığı derin kriz. Gelinen noktada yazık ki AB, kendi içine büzülüp büyük değişimlere ayak uydurmakta başarısız kalan bu devasa entegrasyon projesini kurtarmaya çalışıyor.
NATO ise daha da ilginç bir dönüşümden geçiyor. Soğuk Savaş’tan galip çıkıp tam hareket serbestisi elde etmiş bir örgüt olarak temel varoluş nedenini bir türlü belirleyemiyor. (…) Alan dışında kuvvet kullanarak sorumluluk üstlenme tecrübesi bugüne kadar başarısızlıktan felakete doğru kaydı. Ukrayna Krizi sırasında Rusya’ya karşı durarak bir nebze birlik sağlamayı başardı ama bu da fazla uzun sürmeyecek. Rusya bir SSCB olmadığından ne kadar çabalarsa çabalasın Batı’ya Sovyetlerle eşdeğer bir tehdit oluşturamaz. Ayrıca radikal İslam ve Çin’in geri dönüşü gibi büyük stratejik meydan okumaların üzerine Soğuk Savaş çizgisinde işleyen bir NATO’yla gidilemez.
Kısaca günümüz Rusya’sı, kendi imajı ve tamamen öngörülemez bir dünyada gelecekte edineceği yer konusunda henüz karar vermiş değil. [Rusya’nın] (tüm ülkeler kriz içinde olduğundan) bir yol gösterici/aydınlatma feneri olarak kullanacağı hiç kimse yok, (eski topluluklar ve rejimler parçalandığından ve yenileri de halen daha oluşum aşamasında olduğundan) aralarına katılabileceği bir [devlet veya örgüt tarzı] yapı yok ve kendi büyük projesini başlatmak için gerçek bir –mali veya entelektüel- kaynağı da yok. Dolayısıyla mevcut gidişat, taktik değil, -hiçbir şeyin öngörülemeyeceği inancından hareketle- daha ziyade kaderci bir gidişat. Bu mantıkla devlet işini yürütmenin tek yolu, her türlü meydan okumaya çok hızlı ve kararlı bir şekilde karşılık vermeye hazır olmaktır. Ve bu da herhangi bir acil duruma karşı tüm milli kapasiteyi arttırmak anlamına gelmektedir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle başlayan dönem tüm tezahürleriyle son eriyor. Batı için o döneme zafer coşkusu damgasını vurmuştu. Rusya için ise bu, stratejik mağlubiyetten kaynaklanan aşağılanma acısının hissedildiği bir dönem oldu. Her iki hissiyat da [her iki tarafı] açmaza sürükledi ve ufukta herhangi bir çıkış görünmüyor – her ne kadar böyle bir çıkışın acilen bulunması gerekse de.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder