26 Ocak 2016 Salı

Z.T.KOR - 6. YILINA GİRERKEN “ARAP BAHARI”NIN ÖNÜNDEKİ MEYDAN OKUMALAR


6. YILINA GİRERKEN “ARAP BAHARI”NIN ÖNÜNDEKİ MEYDAN OKUMALAR


Zahide Tuba Kor

Not: Aşağıdaki yazının kısaltılmış hali “Arap Baharı ve göz ardı edilen sonuçları” başlığı altında Al Jazeera Turk web sitesinde 25 Ocak 2016 tarihinde yayınlanmıştır. Yazıya şu linkten ulaşabilirsiniz:


Ortadoğu’da yüzyıl evvel inşa edilen bölgesel düzen “Arap Baharı” depremiyle birlikte kökünden sarsılmış durumda. Bir daha 2011 öncesine dönülmeyeceği aşikâr; ama bugün bizi bir kaosla yüz yüze bırakan bu sürecin sonunda nasıl bir düzenin ortaya çıkacağını kestirebilmek oldukça zor. Zira devrim, karşı-devrim, toplumsal isyan, iç savaş ve dış müdahale döngüsünde daha uzun yıllar devam edecek bir mücadele süreci sonunda, önümüzdeki belki 15-20 yılda yeni bir bölgesel düzen ortaya çıkacak ve bu, küresel sistemin dönüşümünü de doğrudan etkileyecektir.

“Arap Baharı”nın altıncı yılına girerken, giderek ağırlaşan devasa problemler yığını içinde bölgedeki –ister devrimci isterse karşı-devrimci olsun– mevcut hiçbir iktidar/rejim çeşidi, –eğer ki toplumsal barışı ve siyasi meşruiyeti inşa edici adımlar atmazlarsa– kısa vadede istikrarı sağlayıp da kalıcı olamayacaktır. Her ülkenin kaderi; yerel aktörlerin iç mücadelelerinin seyrine paralel olarak bölgesel ve küresel rekabetin/müdahalenin alacağı şekle, “Arap Baharı”nın koşullarını yaratan sosyoekonomik meselelerin çözülüp çözülememesine, temel hak ve hürriyetlerde ilerleme sağlanıp sağlanamamasına ve terörün kontrol altına alınıp alınamamasına göre belirlenecektir. Bu noktada sadece bölgesel değil, küresel sistemin de bir kriz ve dönüşüm süreci içinde olduğunu; çatışmaları durdurucu ve –tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Fransa veya İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD ve SSCB gibi– düzen kurucu/dayatıcı hegemon bir küresel gücün artık bulunmadığını da vurgulamak gerekir.  

“Arap Baharı” süreci Arap dünyasında örgütlü geleneksel yapıların çok hızlı bir şekilde çözülüşüne sahne oldu. Başlangıçta halk isyanlarıyla Soğuk Savaş kalıntısı, asker kökenli seküler Arap milliyetçisi yönetimlerin beklenmedik bir şekilde çözülüşüne (2011); ardından ilk serbest seçimlerle Müslüman Kardeşler menşeli siyasi-toplumsal hareketlerin hızla yükselişi (2011-2012) ve gerilemesine (2013); daha sonra eski rejimlerin kuvvet kullanarak ordular veya silahlı örgütler üzerinden karşı-devrimlerle geri dönme çabasına (2013-2014); bu siyasi gelgitlerle eşzamanlı olarak devrim sürecinde gözden düşen (2011) el-Kaide tarzı geleneksel silahlı grupların karşı-devrimci dalganın etkisiyle yükselişi (2013); son olarak da bölgede doğan otorite boşluğunda el-Kaide’den kopan IŞİD ve biatlılarının devletleşme (2014) ve şiddeti bölge dışına yayma (2015) sürecine şahit olduk. Neticede, “Arap Baharı”nın ilk aşamasında halklar arasında oluşan dayanışma ruhunun aksine, bugün ister seküler Arap milliyetçiliği isterse İslam ümmeti vurgusu üzerinden olsun bölgede kardeşliği, birlik ve beraberliği savunan neredeyse tüm geleneksel akımlar, cemaatler ve siyasi yapılar sarsılmış durumda.

Daha şiddetli toplumsal patlamalar yaşanabilir
Bugün Sünni Arap dünyasında çok boyutlu ve derin bir kriz yaşanıyor. Sadece siyasi, sosyoekonomik ve hukuki değil, bu aynı zamanda fikri, felsefi, dini ve ahlaki bir kriz. Geleneksel kurumların, liderlerin ve akımların meşruiyet krizi yaşadığı bir ortamda fikri-entelektüel boyutta kapsamlı ve kuşatıcı bir açılıma acilen ihtiyaç var. Günü kurtarmaya dönük palyatif tedbirlerle ve salt güvenlikçi bir perspektifle bu kriz halini aşmak veya daha vahimi, komplolara sığınıp gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak mümkün değil. Dolayısıyla ne kadar karşı-devrimlerle ve zor araçlarıyla bastırılmaya çalışılırsa çalışılsın veya dış güçler bahanesine sığınılırsa sığınılsın, gelecek yıllarda yeniden ve bu defa çok daha şiddetli toplumsal patlamalar yaşanması kuvvetle muhtemel; hem de “Arap Baharı”nın henüz vurmadığı monarşilerde bile. Zira bölgedeki değişim talepleri, dışarıdan kurmaca değil, içeriden son derece sahici taleplerdir.

“Arap Baharı” depremi, seküler-otoriter üst yapıların sarsılmasıyla yıllardır bastırılmış durumdaki etnik, dini, mezhebi, kabilevi ve bölgesel alt kimliklerin bir anda güçlü bir damar olarak ortaya çıkarak yeni birer fay hattı ve çatışma alanına dönüşmesine yol açtı. Bilhassa merkezi devlet otoritesinin çöktüğü veya kontrolü kaybettiği Libya, Yemen ve Suriye’de 2014’ten itibaren bu fay hatları üzerinden silahlı grupların özerklik ilanlarıyla karşı karşıyayız. Geçen yüzyılda dil veya din üzerinden geliştirilen Arap birliği projeleri ve girişimleri, Batılılar eliyle kurulan “ulus-devlet” sistemi karşısında tutunamamıştı; bugün ise mevcut “ulus-devletler” çatırdıyor. Önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek yeni ulus(çuk)lar ve yeni devlet(çik)lerle bölge, birliğini ararken daha da parçalanabilir. Ancak bu defa muhtemel sınırların yabancılar tarafından kağıt üzerinde cetvelle değil, savaş meydanlarında yerel halkların kanıyla çizileceğinden bölgeyi derin travmalarla yoğrulan uzun bir istikrarsızlık sürecinin beklediği söylenebilir. 1991-92’de başlayan parçalanma sürecini halen tamamlayamamış olan Yugoslavya’dan alınması gereken çokça dersler var.

Halkların daha onurlu ve adil bir siyasi, iktisadi, hukuki ve toplumsal düzen taleplerinden doğan ve özünde salt bir iktidar mücadelesine dayanan bu süreç, bölgesel aktörlerin (İran ve Suudi Arabistan) kendi jeopolitik ve jeoekonomik çıkarları için halkların dini ve mezhebi motivasyonlarını harekete geçirmesiyle bambaşka bir yöne saptı. Siyasi alanın iyice daraltılması, buna mukabil hem şiddetin dozunun artması hem de çatışma sürecinin uzaması –seküler veya İslamcı fark etmez– bütün ideolojik ve dini kesimlerde radikalleşmeye yol açtı. Daha tehlikeli gelişme ise mezhepler arası ve mezhep içi çatışmalara kapı aralanması oldu.

Bugün İslam dünyasının önündeki en büyük tehlikelerden birisi tekfirciliğin giderek yaygınlaşması. Nitekim bölgede birbiriyle çatışan grupların birçoğu kendi davasını/savaşını meşrulaştırmak için rakibini kolaylıkla tekfir eder hale geldi. Oysaki şiddetin ve katliamların din ve mezhep örtüsü altında “meşrulaştırılması”, ölenin de öldürenin de din adına hareket ettiği mevcut ortam, bilhassa bütün umutlarını yitiren genç kitleleri İslam’dan soğutarak daha seküler, hatta din dışı veya din karşıtı bir çizgiye çekebilir. Yine karşı-devrimci rejimlerin uyguladığı aşırı baskı ve şiddet yüzünden bölgede daha orta yolcu, mutedil İslami grupların buharlaşmaya başlaması ve bu süreçte geleneksel akımların (mesela Mısır’da Sisi darbesine destek veren Ezher’in, sufi cemaatlerin ve bazı Selefi grupların) oynadıkları rollerle itibar kaybına uğraması, bir yanda Selefileşmeyi öte yanda seküleşmeyi tetiklerken, yükselen bu iki uç arasında ileriki yıllarda çok daha ciddi bir kutuplaşma ve çatışma riski doğuruyor.

Bölgesel düzlemde İran ve Suudi Arabistan menşeli mezhepçi kışkırtma Libya’dan Lübnan’a, Suriye’den Irak’a, Yemen’den Bahreyn’e kadar birçok bölge ülkesine istikrarsızlık ve kanlı vekâlet savaşları olarak yansıyor. Buna bir de bölgede değişimi destekleyen Türkiye ile statükonun her ne pahasına olursa olsun muhafazasından yana olan diğer güçler arasındaki özellikle Müslüman Kardeşler üzerinden yürüyen mücadele ekleniyor. Ancak “Arap Baharı”na gerek destek gerekse köstek olan bölgesel güçlerin hiçbirisi, rakiplerini etkisiz hale getirerek kendi tercihlerini dayatacak yeterli güce ve imkana sahip değil. Bölgesel oyuncular arasındaki güç dengesi/denkliği çatışmaları uzatırken, bir yandan Rusya’nın rejim safında, diğer yandan Batı’nın IŞİD’le mücadele bağlamında Suriye’deki çatışmalara doğrudan müdahil olmasıyla süreç yeni bir safhaya taşınmış durumda. Ukrayna Kriziyle tetiklenen İkinci Soğuk Savaşın gerek Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki gerekse Asya-Pasifik’teki gerginliklerin ve bir türlü aşılamayan küresel ekonomik krizin etkisiyle yıkıcı bir üçüncü dünya savaşına dönüşme ihtimali hiç de yabana atılmamalı.

IŞİD ve benzeri hareketler, saldırılarını dünyanın dört bir yanına yayarken şüphesiz bunun en büyük mağduru yine Müslümanlar oluyor. IŞİD korkusu/bahanesiyle birçok ülkede Müslümanların hayat alanı daraltılıyor; İslamofobi körükleniyor, İslami eğilimli hareketler IŞİD’le özdeşleştiriliyor, dini vecibelerin yerine getirilmesi yasaklanıyor. Kısaca bugün dünyada ikinci bir 11 Eylül süreci yaşanıyor. IŞİD’le mücadele altında uygulanan bu politikaların yeni bir radikalleşme dalgasına kapı araladığı, üstelik IŞİD’i tersinden beslediği ise göz ardı ediliyor.

Yeni toplumsal dinamizmin taşıyıcısı Arap gençler karşı-devrim süreçleriyle ötekileştirilmeye ve marjinalleştirilmeye çalışılırken, bunun ürettiği radikalleşmeye ve cihatçı grupların yükselişine karşı dış güçler, İran’ın yanı sıra Şii ve Kürt gruplarla iş tutmayı ve önlerini açmayı tercih ediyor. Daha evvel terörist örgüt olarak kabul edilen Kürt ve Şii silahlı gruplar giderek meşrulaşıyor, en azından “makbul teröristler” sınıfına sokuluyor. Bu politika ileride Sünni Arap dünyasında hiç beklenmedik savrulmaları ve bölge çapında daha kanlı çatışmaları tetikleyebilir.

Öte yandan terörü metot olarak kullanan silahlı örgütler hem çatışma taktiği hem de silah, mühimmat ve teknolojik imkanlar bakımından şekil değiştirmeye başladı. Libya, Suriye ve Yemen’de ortaya çıkan otorite boşluğunda silahlı grupların düzenli orduların envanterindeki ileri teknoloji ürünü her türden ağır silahları ele geçirdiği, baş edilmesi güç yepyeni terör/direniş metotları geliştirdikleri, dahası alan hakimiyeti ve “devletleşme”ye yöneldikleri yeni bir döneme girildi. Dolayısıyla artık silahlı örgütlerle düzenli orduların ve güvenlik birimlerinin mücadele edebilmesi çok daha zorlaşmış durumda.

Göz ardı edilen insani sonuçlar
Büyük ümitlerle ve beklentilerle başlayan “Arap Baharı” süreci çok ağır maliyetlerle ilerliyor. Yaşanan tahribat gözle görülenin çok çok ötesinde ve rakamlara yansıyandan çok daha dramatik. Bugüne kadar çoğunluğu Suriye’den olmak üzere yüz binlerce insan hayatını kaybetti veya yaralandı. Bilhassa adeta her şeyin bir ölüm makinesine/vesilesine dönüştüğü Suriye’de “tadılmayan” ölüm çeşidi neredeyse hiç kalmadı. Milyonlarca sivilin ya ülke içinde daha güvenli yerlere ya da her şeyini bırakıp yurtdışına sığınmasıyla, bir diğer deyişle yersiz yurtsuzlaşmasıyla tam bir insani kriz söz konusu. Yağan bombalarla ve sıkılan kurşunlarla sadece altyapılar çöküp, şehirler yerle bir olup fiziken çok ağır bir yıkım yaşanmıyor Arap coğrafyasında. Ondan çok daha vahimi, insani değerler, tarihi hafıza ve medeniyet birikimi bir bir yok ediliyor; yakılan/yağmalanan el yazması eserlerin bulunduğu kütüphanelerle, yıkılan/bombalanan tarihi eserlerle bölge giderek hafızasızlaşıyor, köksüzleşiyor. Altüst olan bölgesel düzen ve siyasi ve iktisadi yapı hep zarar hanesinin en tepesinde zikredilse de gölgede kalan başka trajik gelişmeler de yaşanıyor: Siyasi alandaki iç kutuplaşma ve saçılan kin ve nefret tohumları (mesela Mısır’da Sisi ile Mursi destekçileri veya Suriye’de rejim taraftarları ile karşıtları arasındaki derin husumet) toplumsal ilişkileri dinamitleyerek ve hatta aileleri sarsarak tamiri zor bireysel travmalara, aile içi kavgalara ve parçalanmalara yol açıyor. Dolayısıyla bölgedeki parçalanma sadece devletler düzeyinde kalmayıp toplumlara ve toplumun yapıtaşı olan ailelere kadar sirayet etmiş durumda. Göçlerin ve yabancı savaşçıların etkisiyle demografik yapılar ve toplumsal dokular değişiyor. Öte yanda büyük hayal kırıklığı içindeki Arap gençlerin vatanlarına olan aidiyet bağları giderek zayıflıyor, hatta bir kısmı tamamen duygusal bir kopuş ve kimlik krizi yaşıyor. Buna bir de eğitim fırsatından mahrum milyonlarca çocuk ve gencin varlığı eklendiğinde bölgenin sadece geçmişinin değil geleceğinin de sönmek üzere olduğu görülüyor. Kısaca Ortadoğu, tüm kaynaklarını ve birikimini kardeş kavgasıyla bir bir tüketiyor.

“Arap Baharı” yüzyıllık çarpıklıkların, birikmiş problemlerin ve meşruiyet krizlerinin kaçınılmaz sonucu olarak yaşanan bir patlama haliydi. Ancak doğan olağanüstü fırsatlar, iç ve dış müdahalelerle, bilhassa Mısır’daki askeri darbe ve Suriye’deki iç savaşla bir bir heba edilirken geriye olağanüstü riskler ve meydan okumalar kaldı.

Oysa ne kadar kan dökülürse dökülsün hiçbir tarafın diğerini yok etme şansı olmadığı gibi bölgedeki çatışmaların net bir kazananı da olmayacağı kesin. Bölge halklarının zihinlerine ve gönüllerine “kaderin kaderimdir” anlayışı, asgari müştereklerde uzlaşma ve bir arada yaşama fikri yerleştirilmeden; yine mevcut mağduriyetleri, haksızlık ve adaletsizlikleri giderme yolunda hızlı, samimi ve kalıcı adımlar atılmadan ve dışlanan geniş halk kitlelerine siyasal alanda kendilerini ifade imkânı tanınmadan bu kaostan kurtulmak maalesef ki mümkün görünmüyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder