6 Aralık 2010 Pazartesi

ÜRDÜN’DEKİ FİLİSTİN MÜLTECİ KAMPLARI’NDAN KURBAN NOTLARI (16-18 KASIM 2010)


Z. Tuba Kor

NOT: Yazı ve fotoğrafların her hakkı mahfuzdur. Lütfen izinsiz kullanmayınız.



Kurban Hakk’a teslimiyettir, yakınlaşmaktır… Konu komşuyla, akrabayla, fakir fukarayla paylaşmak; bereketi artırmaktır… Bu noktadan hareketle kurban ibadetini yerine getirmek isteyenlerin emanet/vekaletlerini alarak Hakk’a yakınlaşmaya vesile olmak, uzak diyarlardaki ihtiyaç sahipleri ile dul ve yetimlere kurbanları paylaştırmak, anavatanlarına hasret yaşayan İsrail işgalinin kurbanı Filistinlilere desteğimizi bilfiil göstermek üzere gittik Ürdün’e arife günü akşam saatlerinde. Bayramın ilk günü sırasıyla Suhne, Suf ve Gazze; ikinci gününde ise Zerka ve Hıttin mülteci kamplarını ziyaret ederek kurbanların kesimine şahit olduk. Ardından ikinci gün akşama doğru bu defa 1982’de Suriye’de yaşanan Hama Katliamı’ndan Ürdün’e kaçan ihtiyaç sahipleri için kurban kestirdik.

İHH’nın Ürdün’deki partner kuruluşu olan “İslami Hayır Merkezi Cemiyeti” kamplarda kesilecek kurbanları ve dağıtımları ayarladı. Kurban kesimleri çoğunlukla kampların hemen dışındaki ama sanki bir devamı hissi uyandıran mekânlarda gerçekleşti. Genç ve çocukların da karınca kararınca yardımıyla kalabalık bir ekip vekâlet verilen koyunları kurban etti; kimi boğazladı, kimi derileri yüzdü, kimi parçalara ayırdı… İstanbul’dan yola çıkarken kamplarda ev ev dolaşarak kurbanları ihtiyaç sahiplerine dağıtacağımızı sanıyorduk. Ama maalesef öyle olmadı. Zira Ürdün’ün ve mülteci kamplarının gerçeği başkaydı. Partner kuruluş kamplarda fazlaca dolanmamıza, kamp sakinleriyle hemhal olmamıza pek sıcak bakmadı, Ürdün yönetimini ürkütmemek adına. Her kampta belli bir merkeze toplanan mültecilere kurbanları ve İstanbul’dan getirdiğimiz çorap, başörtüsü, diş fırçası ve macunu, şeker, balon gibi hediyelerimizi dağıttık. Ürdün’de “Filistinli”, “mülteci” ve “yabancı” olmanın ne manaya geldiğini bizzat müşahede ve idrak ettikçe partner kuruluşun tedirginliğine hak verdik. Yine de gönül isterdi ki bütün kurbanları kendi ellerimizle teslim edelim.

***

Kurban izlenimlerine geçmeden evvel Ürdün’deki Filistinli mültecilerin ve mülteci kamplarının tarihçesine ve bugününe değinmekte fayda var. Ürdün’e ilk mülteci akını, 1948’deki Birinci Arap-İsrail Savaşı sırasında İsrail saldırılarından kaçan yaklaşık 800.000 Filistinliden 100.000’inin Ürdün (Şeria) Nehri’nin doğu yakasına geçmesiyle gerçekleşti. Ardından İsrail’in 1967’de altı günde bütün Filistin topraklarını, Sina Yarımadası’nı ve Golan Tepelerini işgal ettiği savaşta göçün tek zorunlu istikameti Ürdün oldu; 140.000’i zaten 1948’de mülteci statüsüne giren toplam 240.000 Filistinli Batı Şeria ve Gazze’den bu ülkeye sığındı.

Bu göçler neticesinde bugün Ürdün nüfusunun yaklaşık %60’ı Filistin asıllı. Kısa adı UNRWA olan Yakın Doğu’daki Filistinli Mülteciler İçin Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma İdaresi’ne kayıtlı toplam 4,8 milyon Filistinli mülteciden 2 milyonu Ürdün’de bulunuyor ve bunların yaklaşık %17,2’si, yani 342 bini aynı kuruma bağlı 10 mülteci kampında yaşıyor. (Filistin İstatistik Bürosu’na göre ise kayıtsız mülteciler ve yerinden edilmişler de eklendiğinde Ürdün’deki Filistinli sayısı 3 milyonu aşıyor.) Ülkede ayrıca UNRWA’ya bağlı olmayan ama Ürdün yönetimince tanınan 3 gayriresmî kamp daha bulunuyor. Öte yandan Filistinlilerin çoğu, özellikle de vatandaş olanlar şehirlerde ikamet ediyorlar. 50’yi aşkın yerleşim yerinde bulundukları çevreyle bütünleşmiş bir şekilde yaşıyorlar.

Ürdün, Filistinli mültecilere vatandaşlık veren ve onlara -kâğıt üzerinde de olsa- Ürdünlülerle aynı hakları tanıyan tek ülke. Ancak Ürdün yönetimi bu noktada Filistin’den göçenleri ayrı kategorilerde değerlendiriyor; özellikle Batı Şeria ve Gazze’den gelenlere farklı muamele yapıyor. Bunun temel sebebi 1948-1967 döneminde Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün Ürdün’ün egemenliğine geçmesi ve Ürdün yönetiminin 1988’e kadar bu topraklar üzerinde hak iddia etmesi. Bunun doğal bir sonucu olarak, Batı Şeria’dan gelen Filistinlileri Ürdün vatandaşlığına kabul ederken ve onlara siyasi haklar da dâhil tüm hakları tanırken, 1948-67 döneminde Mısır’ın idaresi altında olan Gazze’den 1967 işgaliyle birlikte Ürdün’e sığınanlara ise kesinlikle vatandaşlık vermiyor. Bugün sayıları 120 bine ulaşan Gazze kökenli mültecinin çoğu Ceraş ile Hıttin kamplarında zor şartlarda yaşıyorlar.



Kamplardan kurban izlenimleri

Suhne Kampı

Bayramın ilk günü sabah erken başkent Amman’dan doğuya, Zerka bölgesindeki Suhne Kampı’na doğru yola koyuluyoruz. Çocukların meraklı bakışları altında kampın hemen dışındaki bir evin bahçesine kurban kesimi için giriyoruz. Bu kamp ziyaret edeceğimiz diğer dört kamptan farklı. Zira UNRWA’ya bağlı olmayıp sadece Ürdün yönetimince tanınan üç gayriresmî kamptan biri. 1967 Savaşı’nın ertesinde kurulmuş. 69 dönümlük bu küçücük kampın içinde 10.000’e yakın mültecinin yaşadığını duyunca şaşırıyoruz.

Kurban kesimi sırasında kampın sorunlarıyla ilgili bilgi alıyoruz. Kamp sakinlerinin %90’ının fakir ve işsizliğin çok yüksek olduğunu; işi olanların da çiftçi ve işçi olarak çalışabildiğini söylüyorlar. Kampın bir diğer önemli sorunu, herhangi bir sağlık ocağının ve hatta doktorun bulunmaması. Bahçesinde kurbanların kesildiği ailenin kızlarından biri hemşire olduğunu söylüyor; ama çalışabileceği herhangi bir mekan yok kamp ve civarında. Bu da gayriresmî bir kamp olmanın ceremesi olsa gerek. Suf Kampı’ndaki diğer bir önemli sorun evler. 96 m2 olan ve 3 odadan oluşan her bir evde ortalama 15-20 kişi yaşıyor. Kampta bu şekilde toplam 500 ev olduğunu söylüyorlar. Neredeyse her odada bir ailenin barındığı kalabalık nüfuslu evler artık yetmediği gibi acilen tamir edilmeleri gerekiyor.
Kurban kesimi tamamlandıktan sonra, 8 çocuklu eşi vefat etmiş 48 yaşında dul bir hanımla konuşuyoruz. 142 dinarlık (yaklaşık 200 dolar) aylık geliri ev kirasını ödemeye bile yetmiyormuş. Aslen bugün İsrail sınırları içinde kalan Hayfa’dan olan ailesi, 1948 Savaşı’nda önce geçici olarak Gazze’ye sığınmış, ardından Batı Şeria’nın Nablus şehrine yerleşmiş; daha küçücük bir çocukken yaşanan 1967 Savaşı yüzünden Ürdün’e göçmüş ailesiyle. Yaşadığı sıkıntıları anlatsa da Ürdün vatandaşlığına sahip olduğu için “şanslı” diye düşünüyorum içimden. Zaten vatandaşlığı sayesinde 3 çocuğunu burslu olarak Ürdün üniversitelerinde okutabiliyormuş, yol ve kitap masraflarını kendileri vermek kaydıyla. Günlük hayatta karşılaştığı en büyük sıkıntısının ne olduğunu sorduğumda, mültecilerin çoğundan duyacağımız fakirliği zikrediyor; “Hayatlarımız çok basit bizim, günlük yaşıyoruz. Fazla bir şey istemiyoruz, yiyecek ekmek bulabiliyorsak tamamdır.” diyor. Bu sözler kamplardaki mültecilerin dramına dair fazla söze hacet bırakmıyor.



Suf Kampı

Suhne Kampı’ndan sonra kuzeye, Ceraş bölgesine doğru yol alıyoruz. Ceraş’taki tarihî Roma kalıntılarına çok yakın mesafedeki Suf kampına gidiyoruz. 596 dönüm üzerine kurulu kamp 1967 mültecilerine ev sahipliği yapıyor; nüfus verileri 14.000 ila 20.000 arasında değişiyor. Kamptaki yetkililerin verdiği bilgilere göre, başlangıçta 2000-3000 ailenin sığındığı bu kampta zamanla pek çok aile Amman’a göçtüğü için bugün 2500 aile kalıyor.

Kamptaki evler dışarıdan pek de kötü görünmüyor. Genelde 2-3 katlılar ama 4 katlılarına da rastlıyoruz. Kamptaki yetkililerden öğreniyoruz ki çeşitli ülkeler ve uluslararası kuruluşların bağışlarıyla bazı evler tamir görmüş ve bu nedenle dıştan iyi görünseler de içlerinde fakirlik kol geziyor. İşsizlik, fakirlik ve kalabalık nüfus burada da ciddi bir problem.



Ofisteki görüşmenin ardından bir odada toplanmış kamptaki ihtiyaç sahiplerine kurbanları ve İstanbul’dan getirdiğimiz hediyeleri dağıtıyoruz. Büyük bir sevinçle alıyorlar verdiklerimizi. Sokaklarda şeker ve balon verdiğimiz çocukların pek çoğu kamptan uzaklaşana kadar peşimizden gelip fotoğraf makinelerimize hoş pozlar veriyorlar, diğer bütün kamplarda olduğu gibi. 


Ziyaret ettiğimiz bütün kampların sokaklarına bayram coşkusu yansıyordu. Çocuklar ve gençler yepyeni, rengârenk ve süslü bayramlık kıyafetleriyle dolanıyor, oynuyordu kamp sokaklarında. Öğlen hava sıcaklığı artsa da bazı çocuklar kalın kürklü kıyafetlerini çıkartmıyorlardı üzerlerinden. Buralarda çocuklar bayramları iple çekiliyor olmalılar diye geçiriyorum içimden.


Aracımıza ilerlerken yolda 1948 mültecisi 93 yaşında bir Filistinli amca ile karşılaşıyoruz. Çok eski yıllarda bir-iki defa ziyaret edebilmiş anavatanını, ama ne zaman olduğunu hatırlayamıyor bile. Ülkesini nasıl terk ettiğini soruyoruz, “Herkes koşuyordu bir tarafa doğru, biz de koştuk. O zaman anlamadık neler olduğunu” diyor. Muhtemelen o da çatışmaların durulmasıyla birkaç güne geri döneceğini zannederek evini terk edenlerdendir.


Gazze (Ceraş) Kampı

Birinci gününün akşamında yine Ceraş bölgesinde bulunan Gazze Mülteci Kampı’na gidiyoruz. 750 dönümlük bir alana kurulu olan ülkenin bu üçüncü büyük kampına 1967 Savaşı sırasında Gazze’den kaçanlar yerleşmiş. Bu nedenle asıl adı Ceraş olan kamp halk arasında Gazze Kampı olarak biliniyor. Kampta görüştüğümüz yetkililerin verdiği bilgilere göre, kurulduğunda 4.000 aile ve toplamda 12.000 kişinin yerleştiği bu kampta, bugün 5.000 aile ve toplamda 40.000 Gazzeli yaşıyor. UNRWA’ya göre ise buradaki kayıtlı mülteci sayısı 24.000.

Akşam gittiğimiz için kampın detaylarını karanlıkta pek göremedik, sokaklarında dolanamadık. Ama bu kampın diğerlerinden çok daha kötü şartlarda olduğu her halinden belliydi. Yollarda birikmiş çöp yığınları, dar sokakları ve sokak kenarlarında veya ortalarında açılmış oluklardan akan kanalizasyon suları daha ilk bakışta kampın durumunu ele veriyordu. Kamptan ayrılırken içinde mültecilerin yattığı bir çadır da gördük. Belli ki Ürdün’de Gazze Şeridi’ne en fazla benzeyen kamp burası. Buradaki mesele sadece kampın kötü şartları da değil. Ürdün yönetimi, 1967 Savaşı’nda topraklarına sığınan Gazzelilere, bu bölge 1948-67 arasında Mısır idaresinde olduğu gerekçesiyle vatandaşlık vermiyor; “yabancı” statüsünde hayatlarını idame ettirmeye çabalayan Gazze kökenliler pek çok haktan mahrumlar. Kimlikleri olmayan Gazzelilerin sadece geçici pasaportları var. Gazzelilerin kaderi, ister anavatanlarında olsun ister uzak diyarlarda, hep aynı; dünyanın her köşesi bir avuç Gazzeliye dar edilmiş durumda.


Fakirliğin ve işsizliğin kol gezdiği, altyapının olmadığı, evlerin çok kalabalık ve hele de kış aylarında yaşamak için elverişsiz olduğu bu kampta bize vekâlet verilen kurbanların üçte birini kestirdik. Kalabalık bir grup, gençlerin ve çocukların da yardımıyla iki saat içinde 66 küçükbaş ve 1 büyükbaş hayvanı kesip, parçalayıp dağıtılacak hale getirdi. Ancak akşamın geç saatleri olduğu için yine güvenlik gerekçesiyle kamp sakinlerine kurbanları da İstanbul’dan getirdiğimiz hediyeleri de dağıtamadık. Partner kuruluş bayramın ikinci günü kurbanları dağıtarak ihtiyaç sahiplerinin yüzünü güldürecek.


Kurban kesiminin görüntülerini aldıktan sonra civardaki evlerde oturan hanımlar ısrarla evlerine davet ettiler bizi. Kendileriyle bayramlaştık, sohbet ettik, çocuklarıyla fotoğraflar çektirdik. Çocuklardan birinin “Bizim evimiz çok güzel, onun önünde de beni çekebilir misin?” sözleri ve ardından “Ben bu fotoğraflara nasıl ulaşabilirim?” sorusu hâlâ kulaklarımda. Hiçbirisinin bilgisayarı ve e-mail adresi yoktu; yine de kendi e-mail adresimi verdim, olur da bir gün mail üzerinden fotoğrafları yollayabilirim diye.
İHH’nın bir bilgisayar laboratuvarının bulunduğu bu kampta görüştüğümüz partner kuruluştan bir yetkili, 1978’de hayır faaliyetleri için kurulan cemiyetlerinin bu bölgede bir ilk olduğunu; yüzlerce yetime, dula, fakir aileye ve öğrenciye ayni ve nakdi yardımlar yaptıklarını ve öğrencilere dinî-ahlaki eğitim verdiklerini anlattı. Türkiye’den yardım kuruluşlarının İslam dünyasında hayır faaliyetlerinin öncüsü olduklarına ve kendilerine çok katkılarda bulunduklarına dikkat çekerek, İHH’ya özellikle Gazze’deki kardeşlerine yardım için öncülük yaptığı Özgürlük Filosu’ndan dolayı teşekkür etti, “Kalbimizde yeriniz çok büyük” dedi.


Zerka Kampı 
Bayramın ikinci günü sabahtan yola koyuluyoruz Amman’dan doğuya, Zerka bölgesine doğru. Burada iki kamp ziyaretimiz olacak. İlk durağımız 189 dönümlük bir alana kurulu olan Zerka Mülteci Kampı. Burası ziyaret ettiğimiz kamplardan en eskisi, 1948 mültecilerine ev sahipliği yapan 4 kamptan biri. Kampın kurulu olduğu tepe, 3-4 katlı binalarıyla adeta bir ilçe gibi görünüyor uzaktan, daha doğrusu kurban kesiminin yapıldığı yerden. UNRWA’ya göre kampta 18.000’i aşkın kayıtlı mülteci bulunsa da gerçek rakamlar bunun çok üzerinde olmalı.


Kalabalık bir ekiple gerçekleştirilen kurban kesimini görüntüledikten sonra dışarı çıkıp bulunduğumuz sokağı dolanıyoruz. Bir mülteci kampından farksız. Dar merdivenli sokakları, harap evleriyle bu muhitte de Filistinlilerin yaşadığı aşikâr. Yaklaşık altmış yıllık olan bu kamp mültecilerin nüfus artışına paralel olarak çevreye doğru taşmış olmalı.

Kesimin ardından kampa giderek burada toplanmış bulunan fakirler ile dul ve yetimlere kurban etlerini dağıtıyoruz; bir de İstanbul’dan getirdiğimiz hediyeleri. Binadan çıkarken kapının hemen dışındaki hanımlara da çoraplardan dağıtmak istedim ama bir anda öyle bir izdiham çıktı ki şaştık kaldık. Birkaç çorap için insanlar birbirini ezip geçti. Kalabalığı zor atlattık.


 




Hıttin (Merka) Kampı

İkinci durağımız yine Zerka bölgesinde yer alan Hıttin, diğer adıyla Merka Kampı. Bu, ziyaret ettiğimiz son mülteci kampı. 1967 Savaşı’ndan sonra kurulan ve kamp sakinlerinin ekseriyetle Gazze kökenli olduğu Hıttin, gerek yüzölçümü (920 dönüm) gerekse nüfus açısından Ürdün’deki en büyük ikinci mülteci kampı niteliğinde. UNRWA kaynaklarında kayıtlı nüfus 45.500 olarak zikredilmekle birlikte kampı gezdiren kişi bize 150.000 gibi astronomik bir rakam söyledi; gerçek rakam ikisinin arasında olsa gerek.

Kampta partner kuruluşun merkezine gidiyoruz. Binanın çatı katından etrafa baktığımızda uçsuz bucaksız bir kampta olduğumuzu fark ediyoruz. Evler genelde 2-3 katlı. Kamp yolları genelde normal bir genişlikte olmakla beraber iki paralel yolu dik kesen sokaklar oldukça dar. En üst katlardaki demir filizler imkân olduğunda ve izin çıktığında yeni bir kat daha atılacağı intibaı uyandırıyor. Yine evlerin bir kısmına çatı niyetine sac levhalar ve üstlerine de uçmasın diye tuğlalar konmuş ki bu sac levhaların kanser yaptığına dair söylentiler yaygın.

Partner kuruluşun merkezine gittiğimizde, kesilen kurbanları almak üzere çoğu dul ve yetim olan mülteci kadınlar ve çocuklar uzunca bir kuyruk halinde bekliyorlardı. Aralarına katılarak sohbet ettik ve dertlerini dinledik. Çocukların heyecanı çektiğimiz fotoğraflara yansıyordu. Kampta az da olsa bazı evleri ziyaret etme fırsatı bulduk. Evlerin kiminde bayram özeni dikkat çekiyor, kiminde dosdoğru eşya yok, kimindeki eşyalar ise harap vaziyette; tıpkı diğer kamplarda da gözlemlediğimiz gibi. Delik tavanlar, dökük duvarlar dikkatimizi çekiyor bazı evlerde. Eşi vefat etmiş 5 çocuklu bir hanımın evine İstanbul’dan getirdiğimiz hediyelerimizi diğer mültecilere dağıtılmak üzere bırakıyoruz, yeni bir izdihama meydan vermemek için.




***

Filistinlilerin İsrail’e karşı direnişlerinde en önemli silahlarının nüfusları olduğunu bir kez daha görüyoruz Ürdün’de. Hem kamplarda hem de kamp dışında ister yabancı statüsünde olsun isterse Ürdün vatandaşı, Filistinliler çok çocuklarıyla dikkat çekiyorlar. İsrail’in kurucuları arasında yer alan ve uzun yıllar başbakanlık yapan David Ben Gurion, “Onların (Filistinli mültecilerin) hiçbir zaman geri dönmemelerini sağlamak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız… Yaşlılar ölecek ve gençler unutacak” diyor hatıratında. Oysa Filistinliler 60 küsur yıldır devam eden baskıya, şiddete, katliam ve etnik temizlik girişimlerine rağmen hâlâ Filistinli kimliğine sonuna kadar bağlılar, hâlâ nüfuslarını artırarak ve geri dönüş hakkında ısrarcı olarak Siyonist devletin Yahudi karakterine meydan okuyorlar.

Türkiye’den geldiğimizi duyan herkesin yüzünde bir gülümseme beliriyor. Buralarda bize en çok yöneltilen sorulardan biri Türk dizileri ve oyuncuları; özellikle “Kurtlar Vadisi”nin kahramanları Polat Alemdar ve Memati’ye inanılmaz bir ilgi var. Suhne Kampı’nda kurban kesimi sırasında “Aşkı Memnu” dizisinin daha ilkokul çağındaki çocuklar tarafından sorulması ise canımızı sıkıyor; Türkiye’deki ahlaki erozyon yetmezmiş gibi buradaki fakir mülteci çocukları da vuruyor dizilerimiz. Öte yandan mülteci kamplarından ayrıldıktan sonra Amman’a doğru hızla yol alırken ilginç bir ayrıntı ile karşılaştık: “One Minute” dükkânı. Bayram dolayısıyla kapalı olan ancak erkek kıyafetleri sattığını zannettiğim bu dükkân, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 2009 Davos’unda İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e sarf ettiği sözlerin Ürdün halkını hâlâ nasıl etkilediğinin bir göstergesi.
Ürdün’de dikkatimi çeken bir diğer husus da Filistinlilerin siyasetten mümkün olduğunca kaçınması. Nüfusun %60’ının Filistin asıllı olduğu ülkede, 1951’de Kral Abdullah’ın suikastla öldürülmesinden direnişçilerin tasfiyesiyle sonuçlanan 1970 Kara Eylül olaylarına kadar yaşanan bir dizi gelişme, Filistinlileri rejim için bir güvensizlik ve tehdit kaynağı kılmıştı. Bu eski tecrübelerin bir sonucu olsa gerek, bugün herhangi bir dinî ve siyasi gruba üye olmak veya sempati duymak, her türlü dinî ve siyasi faaliyet, gösteri ve yürüyüş, hatta siyasi konularda konuşmak dahi kamplarda yasak. Aksi bir davranış içinde olanların kimlikleri ve pasaportları anında iptal ediliyor. Bu nedenle Filistinliler bırakın siyasi faaliyetleri, siyasi herhangi bir söz sarf etmekten bile kaçınıyorlar. Hatta hayır faaliyetlerinde bulunanların dahi çeşitli bahanelerle kimliklerine ve/veya pasaportlarına el konabiliyor. Sorduğum siyasi içerikli sorulara cevap vermekten ısrarla kaçınmaları boşuna değil.



Filistin Mülteci Kamplarının Temel Problemleri

Ürdün’deki gerek kamp ziyaretlerimizde gerekse kampta görev yapan yardım kuruluşlarından yetkililerle yaptığımız görüşmelerde ortaya çıkan temel problemler şunlardı:
  • 1950’li ve 60’lı yıllarda kurulan kamplar, doğal ve hızlı nüfus artışına paralel olarak artık aşırı kalabalık durumda. Çok katlı bina inşası yasak olduğu gibi, kamp alanı da genişletilemiyor. Dolayısıyla ciddi bir “ev krizi” söz konusu. Evlerin odaları yaklaşık 15’er m2 ve her bir odada ortalama 4 kişi kalıyor. Öte yandan mevcut evlerin %10’undan fazlası oturulamayacak durumda, acilen tamir edilmeleri gerekiyor.
  • 1967 Savaşı’nda sığınanlar için inşa edilen kamplar 1950’lerde inşa edilenlere kıyasla çok daha kötü durumda. Bunların çoğunun altyapısı ve kanalizasyon sistemi yok, mevcutlar da artık yetersiz ve eskimiş durumda. Ayrıca kamplarda içme suyu problemi var; musluklardan akan sular da sık sık kesiliyor.
  • İşsizlik ve fakirlik kamplardaki mültecilerin neredeyse ortak derdi. Nitekim maddi durumu iyileşenler ilk fırsatta kampların dışına yerleşiyorlar. Kamplarda iş imkanı oldukça kısıtlı, özellikle şehirlere uzak olan kamplardakilerin iş bulma imkanı çok daha düşük. Bu bağlamda işsizliğin en yüksek oranda olduğu kamplar Suf (%24), Suhne (%23) ve Ceraş/Gazze (%22) olarak kayıtlarda geçiyor. Kamplardaki ailelerin üçte biri fakir. Özellikle ülkenin kuzey kesiminde yaşayan Filistinliler, Gazze kökenliler ve kadınların evin reisi olduğu aileler daha fakir durumda.
  • Kamplarda çok fazla dul ve yetim var. Hayır dernekleri her kampta yüzlerce yetime, dula, fakir aileye ve öğrenciye ayni ve nakdi yardımlar yaparak mağduriyetlerini gidermeye çalışıyor.
  • Özellikle Gazze kökenlilerin vatandaşlıkları ve kimlikleri yok. Sadece 2 yıl geçerliliği bulunan geçici pasaportları var ki bu da çoğu mültecinin işine yaramıyor. Çünkü yurtdışına çıkabilmeleri için Ürdün yönetiminin ve istihbaratının onayı şart. Hukuken “yabancı” statüsünde olan Gazzeliler, fiilen yabancının da ikinci sınıfı muamelesi görüyorlar. Kamuda iş imkânı olmayan geçici pasaport sahipleri, özel sektörde çalışabilmek için de özel izin almak zorundalar. Büyük özel müesseselerde mesela muhasebeci olarak çalışabilmeleri için Ürdün güvenlik birimlerinin onay vermesi gerekiyor. Tıp, hatta şoförlük dâhil çeşitli alanlarda çalışmaları yasak. Eğitimleri ne kadar iyi olursa olsun yüksek maaşlı işlere giremiyorlar. Ayrıca mülk edinme hakları yok; ancak bir Ürdün vatandaşı ile birlikte ve devletin izniyle mülk edinebiliyorlar. Doğan çocuklarını da kayıt altına aldıramıyorlar.
  • Kamplar Ürdün yönetiminin Filistinlilerle ilgilenen departmanı ve UNRWA’nın kontrolünde. Sağlık, eğitim, yerleşim ve iaşe konularıyla ilgilenen UNRWA’nın 122.200 öğrencinin eğitim gördüğü 173 okulu ve ayrıca 24 sağlık merkezi bulunuyor. Ancak okullarda sınıflar çok kalabalık ve %90’ı yine Filistinli mülteci olan öğretmenler yeterince ehil değiller; bu nedenle öğrenciler okuldan pek istifade edemiyorlar. Gazze Kampı’nda derslikler yetersiz; bu nedenle bazı öğrenciler “uçan sınıflar”da okuyorlar, yani bir sınıf laboratuvara veya beden eğitimi için oyun alanına gittiğinde o sınıfa başka öğrenciler giderek ders işliyorlar. Ayrıca UNRWA okullarında eğitim 10. sınıfa kadar veriliyor; daha fazlası için devlete bağlı okullara gitmek gerekiyor. Yabancı statüsündekiler için okul harçları çok yüksek olduğundan Gazze kökenlilerin çoğu çocuklarını Ürdün üniversitelerinde okutamıyorlar.
***

Bütün bu sorunlara ve olumsuzluklara rağmen Ürdün’deki kampların ve mültecilerin Lübnan’dakilere kıyasla çok daha iyi durumda oldukları aşikâr. Nitekim yazmakta olduğum Ortadoğu’nun Aynası Lübnan kitabı için Mart 2009’da yine İHH organizasyonunda Lübnan’a yaptığım ziyaret sırasında Filistin mülteci kamplarında müşahede ettiklerim karşısında burada nasıl yaşanabilir diye düşünmüştüm: iki kişinin yan yana zor yürüyebildiği daracık sokaklar, başın üstünde âdeta örümcek ağı gibi uzanan ve zaman zaman yağmurlu havalarda can kayıplarına yol açan elektrik kab­loları, ortalıkta sallanan su boruları, kimi yerde yollarda akan kanalizasyonlar ve çöp yığınları, mekân darlığından dolayı an­cak yukarı doğru yükselebilen ve mahremiyeti önemli bir mesele hâline getiren dip dibe binalar, camlarından hiç güneş ışığının giremediği karanlık ve sağlıksız evler, sıvasız ve üzeri iç savaş ile İsrail işgalinden kalma kurşun delikleriyle dolu duvarlar… İşte bu nedenle Ürdün’deki kampları gördüğüm ilk anda buradaki mülteciler “cennet”te yaşıyor dedim kendi kendime.

Filistinlilerin varlığının, dinî ve dolayısıyla siyasi dengelere yönelik bir tehdit ve bir güvenlik meselesi olarak görüldüğü Lübnan’da mültecilerin hayat alanı oldukça dar. Vatandaşlıkları olmadığı gibi en temel insan haklarından dahi mahrumlar; mülk edinme ve miras bırakma hakları yok; pek çok alanda çalışmaları ve tek başlarına herhangi bir dernek kurmaları yasak; devlet hastanelerine ve okullarına gidebilme ve sosyal hizmetlere erişebilme imkânları sınırlı; özellikle Güney Lübnan’daki Filistinlilerin hareket serbestileri olabildiğince kısıtlı. Haklar konusunda Ürdün’deki Gazze kökenlilerin durumu Lübnan’dakilere benzese de, yine de nüfusunun çoğu Filistinli olan bir ülkede daha rahat yaşadıkları aşikâr. Batı Şeria kökenliler ise Ürdün’de zaten çok daha iyi durumdalar. Lübnan’daki mültecilerin Ürdün’dekilerden daha ileri olduğu alan ise siyaset. Nitekim Lübnan’da Filistinli siyasi gruplar oldukça aktif; mülteci kampları bu grupların ve liderlerinin afişleri, pankartları, posterleri, bayrakları ve sloganları ile donatılmış durumda.

Lübnan'daki Filistin mülteci kamplarına dair daha ayrıntılı bilgi için bkz. "Lübnan Gezi Notları" http://ortadogugunlugu.blogspot.com/2010/06/ortadogunun-aynasi-lubnan.html



Ürdün’den “yabancı” hikâyeleri

Ürdün’de geçirdiğimiz süre içerinde sadece İsrail işgalinin mağduru 1948 ve 1967 mültecileri ve yerinden edilmişler ile karşılaşmadık. Yaşadıkları ülkelerdeki sosyal ve siyasi gelişmelerin “günah keçileri” kabul edilerek “kurban” edilen farklı yüzlerle de tanıştık. Vatansızlık, yersiz yurtsuzluk, yaşadığı toprağa ait olmama/yabancılık, bir kimliğin travmalarla yoğrulması belki de kamplarda şahit olduğumuz fakirlikten, işsizlikten çok daha kötü, çok daha yıkıcı.

Bu hikâyelerin ilkini Suf Kampı’nda evini ziyaret ettiğimiz Bağdat’tan göçen bir Filistinli aileden dinledik. Beş çocuklu bu ailenin çocuklarından biri kalp hastası ve tedavi görmesi gerekiyor. Kaldıkları ev harap vaziyette, üç-beş eşyadan başka bir şey yok. Kamera kaydına almamız için buzdolabı açılıyor, neredeyse içi bomboş. Sığınmacı statüsünde oldukları için Ürdün’de hiçbir hakka sahip değiller, çalışmaları yasak. Bir zamanlar Irak’ta yaşayan Filistinliler belki de mültecilerin en şanslılarındandı; zira Saddam Hüseyin’in çok büyük destek verdiği Filistinliler, Iraklıların pek çoğundan daha iyi şartlarda yaşıyorlardı. Bunu hatırlattığımda Irak’ta iyi bir işi, evi-arabası olduğunu söylüyor baba; ama artık hiçbir şeyleri yok... Amerikan işgali, ülkedeki bütün dengeleri altüst etmiş durumda ve bunun ceremesini sadece Iraklılar değil Filistinliler de çekiyorlar. “Kaçmamızın asıl sebebi Amerikan işgali değildi, onlar bize pek bir şey yapmadılar. Asıl sebep Şiilerdi. Kalsaydık öldürülecektik.” diyor yeğeni Şiiler tarafından öldürülen ve yaşadıkları mahalle Şiilerin kontrolüne geçen baba. Suf Kampı’na gelmeden evvel 6 ay boyunca Suriye-Irak-Ürdün sınırındaki çölde kalmışlar 2.800 Filistinli ile birlikte. Ürdün’de kendileriyle benzer kaderi paylaşan Iraklı Filistinlilerin sayısı 377 imiş. Saddam döneminde yaklaşık 150.000 Filistinlinin yaşadığı Irak’ta ise geriye çok az Filistinli kalmış. Çoğu Brezilya, Kanada, Suriye, Sudan ve Avrupa ülkelerine sığınmışlar.

Öte yandan Irak’tan kaçan bütün Filistinlilerin hikâyesi benzer değil. Nitekim bayramın üçüncü günü Amman’da ziyaret ettiğimiz bir Filistinlinin tecrübesi bambaşkaydı. 2003’te Irak’ta Amerikan işgaline karşı duruşu ve Saddam Hüseyin rejimi taraftarı olması nedeniyle gözaltına alınmış; ardından kaçtığı Kuveyt’te yeniden hapse atılmış ve burada gördüğü işkenceler nedeniyle vücudunda kalıcı fiziksel hasarlar oluşmuş. Daha sonra Kuveyt’ten Ürdün’e sığınmış ve burada Batı Şeria’dan bir Filistinli hanım ile evlenmiş. Filistinli mülteciler her nerede yaşarlarsa yaşasınlar, bulundukları ülkenin güvenliği tehlikeye girdiğinde veya iç siyasi dengeler değiştiğinde bedel ödeyen ilk grup oluyorlar. Öte yandan öğreniyoruz ki ailesinde işkence mağduru sadece kendisi de değil; yıllar evvel kardeşi İsrail hapishanelerinde gördüğü işkence sırasında bedeni ortadan çatlayarak/yırtılarak hayatını kaybetmiş.

Bu noktada Kahire Üniversitesi’nden mezun olup diplomasıyla Batı Şeria’daki evine dönmek üzereyken patlak veren 1967 Savaşı yüzünden yersiz yurtsuzlaşan Filistinli şair Mourid Barghouti’nin Şairin Filistini (Klasik Yayınları) kitabından bir alıntı yapmadan geçemeyeceğim: “İnsanın vatanından olması, yerinden edilmesi ölüm gibidir… Kendisini içinde buluverdiği ülkelerin halklarını kaygılandıran detaylar ya da dahili politikalar umurunda değildir. Ne var ki değişikliklerin sonuçlarını hissedecek ilk kişi de odur. Onların sevindiği şeylerle sevinmeyebilir, fakat daima onlar korkunca o da korkar. ‘İçeri sızmış ajan’dır gösterilerde, o gün hiç evini terk etmemiş olsa bile. Odur mekanlarla ilişkisi çarpıtılmış olan. Odur hikayesini süregiden bir anlatımla anlatamayan ve her dakikada saatler yaşayan… Yabancı o kimsedir ki ona kibar insanlar: ‘Burada ikinci evindesin, en yakınlarının arasındasın’ der. Yabancı olduğu için küçümsenir ve yine yabancı olduğu için yakınlık gösterilir. İkincisine tahammül ilkinden daha zordur.” (s. 3-4)

Ürdün’de sadece Filistin topraklarından göçen mülteciler yok. Irak’tan, Suriye’den ve diğer Arap ülkelerinden siyasi sebeplerle kaçan yüz binlerce kişiye de ev sahipliği yapıyor bu ülke. (Tabii bu arada Ürdün’deki siyasi baskıdan diğer Arap ülkelerine ve Batı’ya kaçan kim bilir kaç Ürdünlü vardır, merak ediyorum.) Ürdün’deki bu gruplardan biri de, 1982’de Suriye yönetiminin Müslüman Kardeşleri bahane ederek bir ay boyunca ablukaya alıp saldırdığı, bombalar yağdırdığı ve on binlerce insanı katledip yaraladığı Hama’dan. Amman’da kurban kesimi sırasında bir Hamalı ile tanışıyoruz. Müslüman Kardeşler üyesi de sempatizanı da olmadığı halde, ancak kadın kıyafeti içinde Irak’a kaçarak canını kurtarabilmiş. Ailesinden öldürülenler ve hapse atılanlar varmış. Bu vahşetin canlı tanığı olarak yaşadıklarını dar vakitte anlatamıyor ayrıntılı ama vücudundaki kurşun izlerini gösteriyor bize. 1982’de terk etmek zorunda kaldığı anavatanına, ailesinin yanına bir daha hiç dönememenin acısı bir yana, burada da mağduriyetler peşlerini bırakmamış. Zira onun ve onunla benzer kaderi paylaşan Hama katliamından kaçanların bugün çocukları ve torunları vatansız statüsünde yaşıyorlar Ürdün’de ve muhtemelen sığındıkları dünyanın farklı coğrafyalarında. Kimlikleri, pasaportları, haklarında herhangi bir resmî belge yok. Ürdün’de “yabancı” statüsünde çalışabiliyor ve okullarda yüksek ücretler vererek eğitim alabiliyorlar.

“Mülteciler ve yabancılar ülkesi” Ürdün’de kime dokunsak acı hayat hikâyeleri duyacağız herhalde. Ama aradaki dil problemi, zaman darlığı ve en önemlisi insanların baskı ve korku nedeniyle siyasetten veya siyasetle bağlantılı herhangi bir şeyden bahsetme hususundaki isteksizliği, merakımı celbeden soruların cevapsız kalmasına veya yuvarlak cevaplarla geçiştirilmesine yol açıyor.



Ürdün İzlenimleri

İHH’ya kurban vekaleti verenlerin emanetlerini yerine getirdikten sonra kalan zamanda Ürdün’ü gezdik. İkinci günün akşamında, daha önce kamplara giderken harap ve atıl haldeki raylarının üzerinden defalarca geçtiğimiz Osmanlı yadigârı Hicaz Demiryolu’nun sağlam kalan kısımlarını ziyaret ettik. Trenlerin üzerinden geçebilmesi için iki tepe arasına inşa edilen çift kemerli taş köprüyü (ki bugün altından altı şeritli geniş bir cadde geçiyor), yol altından geçen tüneli, Amman İstasyonu’nu ve bahçesindeki tren katarlarını akşam karanlığında mümkün olabildiğince görüntülemeye çalıştık. Türkiye ile Suriye arasındaki seferlere kısmen de olsa başlanan Hicaz Demiryolu hattının Ürdün ayağının da bir an önce tamir edilerek hizmete açılması temennisiyle otelimize döndük.
 
Bayramın üçüncü gününü Amman’da yaşayan iki Filistinli aileye ev ziyareti ve turistik geziyle geçirdik. Ürdün ile Batı Şeria ve işgal devleti İsrail’i ayıran Ölü Deniz/Lut Gölü’ne gittik. Deniz seviyesinden 402 metre aşağıda olan dünyanın en tuzlu ikinci gölünde ne balık ne de herhangi bir canlı yaşıyor. Suyu aşırı tuzlu olduğu gibi yağlı da olan göl, bir yandan çok sayıda turist çekerken bir yandan da buradan üretilen kozmetik ürünler geniş bir alıcı kitlesi buluyor. Bir yanda gölün mavi ve yeşil tonlarında yansıması diğer yanda sahilde tuzun beyazı ve toz-toprağın sarımsı rengi bir arada hoş bir manzara oluşturuyor. Karşı kıyıda işgal altındaki toprakları görmek de ayrı bir heyecan bizim için.
Lut Gölü’ne gidişte ve dönüşte uçsuz bucaksız çöl alanda bedevileri ve çadırlarını gördük sıkça. Yol sormak için durduğumuzda bir bedevi çadırını bir paket lokum ve balonlar karşılığında görüntüleme fırsatı bulduk. İki bölmeli bu çadırın dışında çoluk çocukla birlikte develer, keçiler, tavuklar ve köpekler hoş pozlar verdiler.
Programda olduğu halde güneyde bulunan ve saatlerce yol kat etmemiz gereken Petra’ya ve Akabe’ye gidemedik maalesef. Bunun yerine uçsuz bucaksız çöl tepeleri aşarak, Lut Gölü’ne yakın olan Madaba bölgesindeki Hristiyanlarca kutsal kabul edilen Nebo Dağı’nı gezdik. Bölgeye asıl anlamını veren, “Vadedilmiş Topraklar”a giremeyen Hz. Musa’nın ömrünün son demlerinde bu dağlık bölgeden kutsal toprakları seyretmesi. Aşağıda çölün ortasında yeşillik bir yer görüyoruz; Hz. Musa’nın, kavminin su ihtiyacını karşılamak için asasıyla kayaya vurmasıyla su kaynamış Ayn Musa denen bu bölgeden. Bugün Hristiyanların adeta hac yapar gibi akın ettiği, hatta zaman zaman ayin yaptığı bu bölgede MS 4. ve 5. yüzyıllarda inşa edilen kiliselerin kalıntıları var. Bu kiliselerden kısmen ayakta kalanına restore edildiği için giremiyoruz ama müzede sergilenen sütunlar, kap kacak ve özellikle de mozaikler çok değerli sayılıyor. 20. yüzyıl içinde keşfedilip restorasyonuna başlanan bu bölgenin, geçtiğimiz yıl dünyanın yeni yedi harikasından biri olarak ilan edilen Petra ile birlikte Ürdün’ün önemli bir gelir kaynağı olduğu aşikâr.

         

Ürdün’ü gezerken dikkatimi çeken iki hususu belirtmeden geçemeyeceğim. İlki Kral Abdullah’ın fotoğrafları. Aslında Ortadoğu’nun genelinde olduğu gibi biz de Türk halkı olarak Cumhuriyet’in kurucusunun fotoğraflarını ve heykellerini her yerde görmeye alışkın olsak da Ürdün’deki durum biraz farklıydı. Caddelerde, dükkânlarda, otellerde, lokantalarda, okul duvarlarında aklınıza gelebilecek her yerde kâh eşi Rania ve/veya veliaht oğlu Hüseyin ile poz vererek iyi bir aile reisi imajı çizerken; kâh askerî üniformasıyla ordu komutanı, kâh Arap kıyafetleri içinde Haşimi kralı, kâh kravatı ve takım elbisesiyle bir devlet başkanı; kâh çocukları kucaklayan ve öpen veya Ürdün futbol takımının formasıyla tezahürat yapan pozlarıyla halkın içinden biri olduğu intibaını uyandırmaya çalışmış sanki. Ortadoğu’nun Batı’ya en yakın ülkelerinden olan Ürdün’de bu imaj çalışmasıyla rejimin otoriter ruhu mu hafifletilmeye çalışılıyor acaba? Yoksa bu, (fotoğrafların altında yer alan belirli bir kişi veya kurumun hediyesi olduğuna dair yazılardan hareketle) rejimin nimetlerinden istifade eden veya etmek isteyen Ürdünlülerin kısa yoldan amaçlarına ulaşmalarının bir yolu mu?
 

 


İkinci dikkatimi çeken husus, İstanbul’un rengarenk ve çeşit çeşit evlerinin ve karmaşasının aksine Ürdün’de şehirlerin uyumu oldu. Burada çok yüksek katlı binalar pek bulunmuyor, genelde birkaç katlılar. Binaların dış cepheleri hep aynı beyaz taştan inşa edildiği için Ürdün şehirlerinde gözleri rahatlatan bir uyum söz konusu. Öte yandan şehir merkezleri hariç diğer bölgelerde sıkça evlerin üstünde demir filizleri görüyoruz, tıpkı kamplarda olduğu gibi. Muhtemelen yeni bir kat atmayı bekliyor ev sahipleri ya parayı denkleştirdiklerinde ya da Ürdün yönetiminden bir kat daha atma izni alabildiklerinde.
Yabancı bir memlekete yapılan kısa süreli ziyaretlerin bir sakıncası olur. Turistik amaçla, hele de bir turla gidildiyse eğer bir ülkeye en gözde mekânlar gezdirilir, en nezih ortamlar seçilir organizatörlerce; ülkenin öteki yüzü es geçilir, hatta saklanır ekseriyetle. Bizim gibi insani yardım amacıyla gidildiğinde ise bu defa tam aksi yaşanır. Ürdün’e yaptığımız 3,5 günlük ziyarette ülkenin fakir bölgelerinde, hatta yabancıların özel izinle girebildiği yerlerde bulunduk. Bu nedenle ne bir turistin ne de bizim izlenimlerimiz tam bir Ürdün fotoğrafı sunabilir meraklılarına. Bizimki, Arap dünyasının en modern ve en özgür ülkelerinden biri olarak sunulan Ürdün’ün görünmeyen, görülmek istenmeyen yüzünün teşhiri sadece.
 
Ceraş bölgesinden bazı Roma kalıntıları ve İslam eserleri





Bu yazı için Ürdün'deki röportaj ve gözlemlerin haricinde aşağıdaki kaynaklardan da faydalanılmıştır: