1 Haziran 2010 Salı

ORTADOĞU BARIŞ PLANLARI

SİYONİZM DÜŞÜNDEN İŞGAL GERÇEĞİNE FİLİSTİN (İHH İnsani Yardım Vakfı Yayınları, 2009, 6. baskı) adlı kitapta Zahide Tuba Kor tarafından kaleme alınan bir bölümdür (s...).

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.



Annapolis Barış Konferansı (2007)

2007 senesi başlarında ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ılımlı Arap rejimlerine, Ortadoğu’da yükselen İran etkisine karşı mücadelede yardım etmeleri karşılığında Arap-İsrail barış sürecine daha fazla angaje olma yönünde bir taahhütte bulunmuştu (Carol Migdalovitz, “Israeli-Palestinian Peace Process: The Annapolis Conference”, CRS Report for Congress, http://www.fas.org/sgp/crs/mideast/RS22768.pdf, 07.12.2007). Haziran 2007’de HAMAS ile el-Fetih arasındaki ulusal birlik hükümetinin feshedilerek bütün iplerin kopması ve ardından Gazze’de İsmail Heniyye, Batı Şeria’da ise Abbas’ın atadığı teknokrat Selam Feyyad yönetiminde iki ayrı hükümet kurulması, bu taahhüdün hayata geçirilmesinin önünü açtı. Bu bağlamda 30 Temmuz-2 Ağustos tarihleri arasında ABD dışişleri ile savunma bakanlarının, Hamas’a karşı Abbas ve Fayyad yönetiminin elini güçlendirmek ve Ortadoğu barışını canlandıracak bir bölgesel konferans için gerek Mısır ve Suudi Arabistan’da gerekse Filistin ve İsrail’de zemin yokladığı gezide, sonbaharda ABD’de bir barış konferansı düzenlenmesi kararı çıktı. Rice, Yol Haritası Planı’nı canlandırmak üzere sekiz defa bölgeye gelerek Abbas ve Olmert ile görüştü ve dört ay boyunca iki taraf, temel konulara ilişkin Prensipler Deklarasyonu üzerinde çalıştı.

27 Kasım 2007’de ABD’nin Annapolis şehrinde, toplam 49 ülke ve uluslararası örgüt temsilcisinin katılımıyla gerçekleşen Ortadoğu Barış Konferansı için aslında konjonktür oldukça müsaitti. Bölgede giderek güçlenen direniş cephesi (HAMAS-Hizbullah-İran-Suriye) karşısında güç kaybeden ve iç politikadaki sıkışmışlıklarını dışarıdaki bir “zafer”le aşmaya çalışan tarafların (ABD-İsrail-Abbas yönetimi-“ılımlı” Arap rejimleri) suni bir barış havasına ihtiyacı vardı.

Öncelikle, Amerikan yönetiminin 11 Eylül saldırılarının ardından yürürlüğe koyduğu “teröre karşı savaş stratejisi” de “Büyük Ortadoğu Projesi” de iflas etmişti. Afganistan ve Irak’a saldırarak İran’ın en büyük düşmanları olan Taliban ve Saddam rejimlerini devirmiş, böylece Tahran’ı kendi elleriyle bölgede güçlü bir oyuncu haline getirmiş; demokrasi yolundaki baskıları ise Filistin’de HAMAS’ı, Mısır’da Müslüman Kardeşler’i ve Irak’ta Şii İslamcı grupları ya iktidara taşımış ya da önemli birer iktidar alternatifi haline getirmişti. Daha da önemlisi, gerek kendi ülkesinde gerekse dünyada yürürlüğe koyduğu politikalarla Arapların ve Müslümanların hayat alanlarını daraltmış; işgalleri, katliamları ve insanlık dışı uygulamalarıyla bölge çapında ABD’ye karşı nefret zirveye ulaşmıştı. İşte bu kötü mirası “temizlemek” üzere şiddet politikası ters tepen George W. Bush, görev süresinin dolmasına bir sene kala bu kez de barış oyunuyla dengeleri kendi lehine çevirmeyi denedi.

İsrail’i yeniden “barış” masasına oturtan sebeplere gelince, 2000’de Lübnan’dan, 2005’te ise Gazze’den tek taraflı bir kararla geri çekilen İsrail’de bu seçeneğin taraftarları, 2006’da önce HAMAS’ın tek başına iktidar olması, ardından da Lübnan Savaşı ile giderek azaldı. İşte bu sebeple Mart 2006’daki seçimlerin arifesinde, Batı Şeria’dan tek taraflı çekilerek kalıcı sınırları belirleme vaadini Başbakan Ehud Olmert yerine getirmedi ve şiddet ve terör politikasıyla HAMAS’ın bastırılamaması karşısında el-Fetih ile barış masasına oturmak zorunda kaldı. Böylece Olmert, hem 2006’da Hizbullah karşısında aldığı yenilgiyi unutturmaya hem de kamuoyunun dikkatini hakkındaki rüşvet ve yolsuzluk soruşturmalarından uzaklaştırmaya çalıştı. HAMAS karşısında iç kamuoyunda eli giderek zayıflayan, üstelik Gazze’de bütün kontrolü kaybeden Abbas ve ekibine gelince, onlar da dış güçlere dayanarak iktidarlarını koruma ve rakibini tamamen saf dışı bırakma derdindeydi. Direnişin yükselişinden ve İran’ın bölgede güçlenmesinden rahatsız olan ve Hamas’ın başarısının ülkelerindeki İslamcı muhalefete ilham kaynağı olmasından çekinen Arap ülkeleri de zaten 2002 Suudi Barış Planı doğrultusunda İsrail ile barışmaya hazırdı, hatta bunun için Arap Birliği tarihinde ilk kez İsrail’e bir heyet dahi göndermişti.

Barış için “son şans” olarak sunulan Annapolis Konferansı’nın ana gündem maddeleri, barış süreci için uluslararası destek, kurumsal reform ve kapasite inşası, İsrail-Suriye ve İsrail-Lübnan ayaklarının da dahil edilmesiyle kapsamlı bir barış, İsrail ile Arap ülkeleri arasında ilişkilerin normalleştirilmesi ve güvenliğin sağlanmasıydı. Konferansın yedi sene sonra barış sürecini tekrar başlatması anlamlıydı. Ancak neticeye ulaşılamayacağı daha baştan belliydi. Zira aylardır üzerinde çalışılan ve konferansta ilan edilmesi beklenen Prensipler Deklarasyonu, taraflar arasındaki derin görüş ayrılıkları nedeniyle hazırlanamadı (Filistin tarafı işgalin sona ereceği ve bir Filistin devleti kurulacağını garanti edecek net bir deklarasyon isterken, İsrail tarafı herhangi bir tavize mahal vermeyecek muğlak bir deklarasyon peşindeydi). Dolayısıyla görüşmelere temel oluşturacak bir belge yerine, müzakere sürecinin işleyişiyle ilgili “Ortak Anlayış” metni, Başkan Bush’un da baskılarıyla ancak son dakikada ilan edilebildi. Buna göre, barış ve güvenlik içinde İsrail ve Filistin’in yan yana yaşayacağı iki devletli çözüm için (http://www.reliefweb.int/rw/rwb.nsf/db900sid/THOU-79E2G9?OpenDocument);

• Önceki anlaşmalarda belirlenmiş olan bütün temel konuları istisnasız çözecek bir barış anlaşmasına varabilmek için iyi niyet temelinde ikili müzakereler derhal başlayacak,
• 2008 sonuna kadar anlaşmayı imzalamak için müzakereler ara verilmeksiniz sürdürülecek,
• 12 Aralık’ta müzakerelerle ilgili kurul ilk toplantıya başlayacak ve sürekli toplanmaya devam edecek,
• Abbas ile Olmert iki haftada bir buluşacak,
• Taraflar Yol Haritası’ndaki yükümlülüklerini derhal yerine getirecekler ve ABD her iki tarafın bu yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini takip edecek ve denetleyecek.
• Gelecekteki barış anlaşmasının uygulanması Yol Haritası’nın uygulanmasına bağlı olacak.

Washington açısından en önemli “başarı”, zirveye bölgeden geniş bir katılımın sağlanabilmesi, özellikle de başta Suriye olmak üzere, Suudi Arabistan dahil Arap ülkeleri ile İsrail’i aynı masaya oturtabilmesiydi. Zira adil bir barışa giden yolu açamayacak olsa da konferans, Suriye-İran bloğunun kırılabileceği ve Suriye’nin belli tavizler karşılığında Ortadoğu denklemindeki pozisyonun değişebileceğinin bir işaretini vermişti.

Annapolis’te varılan karar uyarınca “barış müzakereleri” 12 Aralık’ta başladı. Ancak “müzakere” masasına oturan İsrail adeta muhatabıyla dalga geçiyordu. Bir yanda Gazze’ye yönelik ardı arkası kesilmeyen saldırıları, diğer yanda Doğu Kudüs’teki Yahudi yerleşimlerini genişletme kararı, öte yanda uluslararası tepkiler karşısında durdurmak zorunda kaldığı Harem-i Şerif avlusundaki kazı çalışmalarına tekrar başlanması talimatı… Aslında İsrail hükümetinin daha masaya oturmadan aldığı bu kararlar hiç de şaşırtıcı değildi. Zira 90’lı yıllar boyunca yapılan barış görüşmelerinde de benzer gelişmeler yaşanmıştı. Belki tek şaşırtıcı olan, bu kararların Annapolis’ten sadece birkaç gün sonra alınması ve başta Arap dünyası olmak üzere uluslararası toplumun bu kararlar karşısında sus-pus olmasıydı. Bu da İsrail’in, Annapolis’le barıştan ziyade bölgede meşruiyetini sağlama ve oldubittilerine ses çıkarılmasını engelleme hedeflerine bir ölçüde ulaştığını ortaya koyuyordu.

Bölgede uzlaşma için uygun siyasi zemin de buna cesaret edecek güçlü bir siyasetçi de olmadığı halde, sallantıda olan koltuklarını barış “mucizesi”yle koruma derdindeki Abbas ile Olmert yönetimleri arasında müzakereler devam etti. Bush’un 2004’te Şaron’a verdiği mektuptan da cesaret alan İsrail tarafı, Yahudi yerleşimleri ve mültecilerin geri dönüşü konularında herhangi bir tavize yanaşmadığı gibi, Batı Şeria’nın yaklaşık yarısı ile Doğu Kudüs’ün çoğunu elden çıkarma niyetinde de değildi; masaya koyduğu teklif, askeri kontrol noktaları ve geniş yerleşim birimleriyle kuşatılmış mini kantonlardan ibaretti. Yine her iki taraf da herhangi bir barışın önşartı olarak öne sürülen Yol Haritası’nı uygulama gücüne de isteğine de sahip değildi. Filistin lideri Mahmud Abbas’ın Ocak 2009’da görev süresi dolacaktı; hakkındaki yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle iyice köşeye sıkışan İsrail başbakanı Olmert ise Temmuz 2008’de istifa edeceği kararını duyurmuştu. Günleri sayılı olan ve küresel mali krizle boğuşan Bush yönetimi de tarafları bu konuda zorlayacak durumda değildi. Dolayısıyla tarafların bizatihi ciddiyetle sahip çıkmadığı ancak iç meşruiyetlerini sağlamada ve uluslararası alanda yalnızlıklarını aşmada bir araç olarak kullandığı Annapolis süreci, gereksiz bir ümit dışında hiçbir yenilik getirmedi. Bir de İsrail’in 2007’den beri planladığı Gazze’ye yönelik geniş çaplı saldırıyı, Amerikan başkanlık seçimlerinin sonrasına ötelemiş oldu. ABD’nin de baskısıyla İsrail’in bir yandan el-Fetih ile yürüttüğü barış müzakereleri diğer yandan Hamas tarafıyla Mısır aracılığında yaptığı ateşkes pazarlıklarıyla geçen 2008 yılında tansiyon nispeten düşük seyretti. 2009 yılına girerken İsrail’in Gazze’de başlattığı katliam ise bir barış oyunun daha sonuna gelindiğinin habercisiydi.


Ortadoğu Yol Haritası Planı (2003)

Yol Haritası, Quartet yani Ortadoğu Dörtlüsü (ABD, BM, AB ve Rusya) tarafından hazırlanan ve 2005 yılına kadar Ortadoğu’daki çatışmaya iki devlet prensibi çerçevesinde son vermeyi amaçlayan performans temelli bir plandır. Haziran 2002’de ABD Başkanı George W. Bush’un Filistin-İsrail çatışmasının “iki devlet” prensibi çerçevesinde çözülmesi gerektiğini vurguladığı konuşması, Yol Haritası’nın temelini teşkil etti. 2002’de çeşitli defalar taraflara sunulan ancak yoğun itirazlarla karşılaşan Yol Haritası, 30 Nisan 2003’te düzeltilmiş olarak yeniden taraflara sunuldu. Mahmud Abbas başbakanlığında Filistin tarafı planı koşulsuz olarak kabul ederken, İsrail tarafı adil ve kalıcı bir barışın önüne taş koyan 14 çekince ileri sürdü.

Tarafların bu planı kabul etmelerinin pek çok sebebi vardı: İkinci İntifada boyunca Filistin direnişini tasfiye edebilmek için her yola başvuran ve şiddeti son raddesine kadar kullanan İsrail, yine de başarılı olamadı, direnişi yok edemedi. Üstelik İsrail şehirlerinin göbeğinde düzenlenen intihar saldırıları İsraillilerin morallerini bozdu, hatta bir kısmı ülkelerini terk etmeye başladı. İsrail ekonomisi altüst oldu, askeri harcamalar ciddi oranda arttı. Bu şartlar altında İsrail Yol Haritası’nı kabul ederek, direnişi tasfiyeyi Filistin yönetimine bırakıp bunun getirdiği maddi ve manevi yüklerden kurtulma ve Arafat’ı saf dışı bırakarak kendisiyle işbirliği yapacak yeni yöneticileri muhatap alma arzusundaydı. İsrail, ayrıca önceki barış süreçlerinde olduğu gibi, işgallerini barış yoluyla meşrulaştırma ve Arap devletleriyle ilişkilerini normalleştirerek yalnızlıktan kurtulma niyetindeydi. Filistin tarafı ise İntifada sürecinde ağır kayıplar verdi, İsrail “teröre karşı mücadele” adına tüm altyapıyı yok etti, ekonomik faaliyetler durma noktasına geldi. 11 Eylül’ün ardından Filistin halkının mücadelesi “terör” kapsamına alınırken; direnişi maddi ve manevi yönden destekleyen ülkeler de “teröre destek” suçlamasına maruz kalarak ABD’nin baskısıyla karşılaştılar ve bu durum, gerek sivillere gerekse direniş örgütlerine yönelik yardımların ciddi oranda azalmasına sebep oldu. Planın kabul edilmesi konusunda taraflara en yoğun baskıyı yapan ABD ise, bir yandan Ortadoğu’da hegemonyasını güçlendirme, diğer yandan 11 Eylül saldırlarının ardından Müslümanlara yönelik başlattığı cadı avına ve başta Irak ve Afganistan olmak üzere “Büyük Ortadoğu”daki askeri maceralarına karşı oluşan uluslararası tepkileri ve tehditleri Arap-İsrail barışıyla yumuşatma niyetindeydi.

Ortadoğu’da kalıcı barışı sağlama amacıyla hazırlanan ve zaman çizelgesi sunulmasına rağmen aslında tarafların performansına bağlı olan Yol Haritası üç aşamalı bir plandır: Birinci aşama, şiddete son verilmesinin, Filistin’de hayatın normalleşmesinin ve Filistin kurumlarının yeniden inşasının öngörüldüğü Mayıs 2003’e kadar olan dönemdir. İkinci aşama geçiş dönemi niteliğinde olup, Haziran-Aralık 2003 dönemini kapsamaktadır. Üçüncü aşama ise, nihai statü anlaşmasının imzalanmasının ve Filistin-İsrail çatışmasının sona ermesinin öngörüldüğü 2004-2005 dönemini içermektedir. Planın içeriğini şu şekilde özetlemek mümkündür:

I. Aşama
• Filistinliler derhal ve koşulsuz olarak tüm şiddeti durdurmalı, İsrail tarafı ise destekleyici iyi niyet girişimlerinde bulunmalı.
• Arap ülkeleri terörü doğrudan veya dolaylı olarak destekleyen gruplara yönelik her türlü yardımı kesmeli.
• Filistin ve İsrail, terör ve şiddeti sona erdirmek için Filistin güvenlik kurumlarının yeniden yapılandırılması konusunda işbirliğine devam etmeli.
• Filistinliler, anayasa taslağını hazırlamalı ve kapsamlı siyasi reformlar yapmalı.
• İsrail 28 Eylül 2000 tarihinden itibaren işgal ettiği Filistin topraklarından çekilmeli.
• İsrail bütün yerleşim faaliyetlerini dondurmalı, Mart 2001’den bu yana inşa edilenleri boşaltmalı.

II. Aşama
• Filistin seçimleriyle başlayan bu aşama, özerkliğe ve geçici sınırlara sahip bir Filistin Devleti’nin kurulmasıyla sona ermeli.
• Ortadoğu Dörtlüsü’nün katılacağı uluslararası bir konferans düzenlenmeli.
• Arap devletleri, İsrail ile İkinci İntifada öncesi ilişkilerini yeniden tesis etmeli.

III. Aşama
• Ortadoğu Dörtlüsü 2005’te, İsrail ile Filistin arasında yapılacak olan ve sınırlar, Kudüs, mülteciler, yerleşimciler konularını içeren anlaşmayı onaylamak üzere bir uluslararası konferans düzenleyecektir.
• Bu konferansta İsrail ile Lübnan ve Suriye arasında Ortadoğu’da kapsamlı bir barışı sağlayacak görüşmelere destek verilecektir.
• Taraflar, BM Güvenlik Konseyi’nin 242, 338 ve 1397 sayılı kararlarını esas alarak, 1967’de başlayan işgalin bitirilmesi; üzerinde uzlaşılan, adil, gerçekçi bir şekilde mülteci konusunun çözülmesi; siyasi ve dini tarafları dikkate alarak ve dünya çapında Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların duyarlılıklarını göz önünde tutarak Kudüs meselesinin çözülmesi konularını içine alan kapsamlı ve kalıcı bir Filistin-İsrail barışına 2005 yılında ulaşacaktır.
• Arap devletlerinin İsrail ile tamamen normal ilişki kurmayı kabul etmeleri ve kapsamlı bir Arap-İsrail barışı çerçevesinde bölgedeki tüm ülkelerde güvenliğin sağlanması ile bölgesel bir barışa ulaşılacaktır.

Ortadoğu’da kalıcı bir barış için büyük umutlar beslenen ve Rusya’nın girişimiyle 19 Kasım 2003’te BM Güvenlik Konseyi’nden oybirliği ile çıkan 1515 sayılı kararla “Ortadoğu barış arayışında tercih edilir bir araç” olarak kabul edilen Yol Haritası, önceki planlar gibi, kronikleşmiş Filistin-İsrail meselesine çözüm sunabilecek niteliklere sahip değildi. Zira İsrail işgali yerine Filistin direnişinin problem olarak görüldüğü ve herhangi bir adımın önşartı olarak direnişin tamamen kırılmasına odaklanılan bu plan, yeni bir şey ortaya koymaktan uzaktı. Edward Said’in deyimiyle bir barış planı olmaktan ziyade pasifleştirme planıydı. İsrail işgalini daha da kurumsallaştıracak ve Filistin davasını tamamen tarihe gömecek mahiyetteydi. Meselenin esasını teşkil eden Kudüs, mülteciler ve sınırlar konularında çözüm için herhangi bir yol haritası sunmak yerine, yine bu konuları öteliyor, Filistin tarafını oyalıyordu. Ve bir kez daha Filistin tarafına, devlet olmaktan oldukça uzak, sembolik bir yapı öneriliyor; kısmi özerklik karşılığında işgal gerçeğinin üstü örtülmeye çalışıyordu.

Öte yandan planın kabulünün ardından yaşanan gelişmeler, Yol Haritası’nın ölü doğmuş bir plan olduğunu açıkça ortaya koydu. Öncelikle, Filistin’in seçilmiş başkanı Arafat’ı saf dışı bırakmak isteyen ABD ve İsrail ikilisinin baskıları sonucu 19 Mart 2003’te ihdas edilen başbakanlığa getirilen Mahmud Abbas, Yol Haritası’nın kabulünün ardından Filistin direnişinin tasfiyesi konusunda yoğun dış baskılara maruz kaldı. Hükümetin uygulayacağı politikaların iç savaşa neden olabileceği ihtimalini göz önüne alan direniş örgütleri, 29 Haziran’da Abbas’ın ateşkes teklifini şartlı olarak kabul ettiler. Ancak İsrail’in saldırılarını ve HAMAS ile İslami Cihad’ın üst düzey yetkililerine yönelik suikastlarını sürdürmesi üzerine üç aylık şartlı ateşkes ancak 40 gün devam edebildi. 19 Ağustos’ta HAMAS’ın Kudüs’te düzenlediği saldırıda 21 İsraillinin ölmesinin ardından İsrail, örgütü askeri-siyasi kanat ayrımı yapmaksızın bütünüyle yok etmek üzere hedef olarak aldığını açıkladı. Ardından Şeyh Ahmed Yasin, İsmail Heniyye, Abdülaziz el-Rantisi, Mahmud Zahhar, İsmail Ebu Şenneb, Muhammed Hanbeli gibi siyasi ve askeri kanat liderlerine yönelik suikastlar düzenledi ve bu suikastlar sonucu İsmail Ebu Şenneb ile Muhammed Hanbeli şehit oldu.

29 Mart 2002’den itibaren Filistinli direnişçileri şiddete teşvik ettiği suçlamasıyla Arafat’ı Ramallah’ta tecrit eden İsrail, kendisini ziyaret eden yabancı ülke temsilcilerini de boykot ederek her yönden kuşattı. İsrail’e yönelik intihar eylemlerinin ve başbakanlık koltuğunda ancak 100 gün oturabilen Abbas’ın 6 Eylül’de istifasının ardından toplanan İsrail kabinesi, 11 Eylül’de, Arafat’ı “barışın önünde en büyük engel” olduğu gerekçesiyle sürgüne gönderme yönünde ilke kararı aldı. İşte bu şartlar altında Ortadoğu Yol Haritası’nın ilk aşaması dahi hayata geçirilemediği gibi bölgede şiddet tırmanmaya devam etti.

Bundan sonra İsrail, Filistin tarafında barış için müzakere edebileceği herhangi bir ortak bulunmadığı iddiasıyla tek taraflı adımlara yöneldi. Arafat’ın Kasım 2004’te vefatının ardından Ocak 2005’te yapılan başkanlık seçimleriyle, Oslo barış görüşmelerinin mimarı ve Batı’ya yakın bir isim olan Abbas’ın yeni Filistin lideri olması da durumu değiştirmedi. Her ne kadar Abbas, direniş örgütlerinin silahsızlandırılmasını, barış görüşmelerinin bir an önce başlatılmasını ve Filistin yönetimine çeki düzen verilmesini savunsa da ve Şubat 2005’te Mısır’ın Şarm eş-Şeyh kentinde yapılan (Aksa İntifadası’nın bitirildiği deklare edilen) zirvede Yol Haritası Planı’nın gecikmeli de olsa uygulamaya geçirilmesi hedeflense de, İsrail yönetimi uzunca bir süre Abbas’ı “güvenilir bir ortak” olarak kabul etmedi. Yol Haritası çerçevesinde barış müzakerelerinin yeniden başlayabilmesi için, HAMAS’ın ve Ortadoğu’daki diğer direniş örgütlerinin yükselişe geçmesi ve böylece Abbas yönetimi, İsrail ve ABD’nin tehdit algılamalarının ve çıkarlarının örtüşmesi gerekecekti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder