14 Haziran 2010 Pazartesi

LÜBNAN GEZİ NOTLARI (13-16 Mart 2009)





Zahide Tuba Kor, ORTADOĞU'NUN AYNASI LÜBNAN, İstanbul: İHH Kitap, Haziran 2011 (2. baskı), s.167-178.



NOT: Her hakkı mahfuzdur. Sadece kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

LÜBNAN GEZİ NOTLARI (13-16 Mart 2009)
Genel seçimlerin yaklaştığı bir dönemde özellikle siyasi konularda Lübnan’ın önde gelen isimleri ile görüşmek, bu ülkeye ve insanlarına dair gözlemlerimi kitabımda aktarmak amacıyla İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH)’nın organizasyonunda 13-16 Mart 2009’da Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirdim. Dolu dolu geçen dört günlük ziyaretin ilk günü Filistinli mültecilere ve mülteci kamplarına, ikinci günü Beyrut’a, üçüncü günü Güney Lübnan’a ve son günü Lübnan Dağları ile Trablus’a ayrıldı. Bu bölümde Lübnan’a dair intibalarımı aktardıktan sonra röportajların bir kısmına yer vereceğim.


Filistin mülteci kampları


İlk durağımız, Beyrut’un güneybatısında yer alan, iç savaş ve İsrail işgali sırasında acıların ve katliamların en büyüğünü yaşamış Şatila Kampı. Kampın dışındaki yeşillik alanda, 1982’de Falanjist milislerin İsrail ordusuyla işbirliği içerisinde işledikleri Sabra ve Şatila Katliamlarının mütevazı bir anıtı var. Büyük panolara yerleştirilen fotoğraflarla katliam unutturulmamaya çalışılmış ve bir de 2006’daki İsrail saldırısında işlenen katliamların fotoğrafları konmuş. Fotoğrafların altında “Sabra ve Şatila Katliamları unutulmayacak, Siyonist ve işbirlikçilerin utanç abidesi olarak kalacak” yazıyor. 1982’den 2006’ya katil aynı, Filistinlilerin yaşadığı acı aynı…


Daha kamplara yaklaşmadan muhitte bir değişim hemen fark ediliyor. Kampın dışındaki bakımsız sokaklarda seyyar satıcıların tezgâhları ve derme çatma dükkânlar, mültecilerin hayat mücadelesini ele veriyor (Foto 2-b). Kampa girmeden hemen önce iç savaş mağduru oturulamaz hâldeki binalar bizi karşılıyor; içleri ve çevreleri çöplerle dolu, birisinde keçiler “otluyor”.


Kampa yöneldiğimizde ilk gördüğümüz binalar UNRWA’ya bağlı resmî kampın orijinal parçası değil; Lübnan’da yaklaşık elli tane bulunan, mülteci ailelerin toplu olarak yaşadığı gayriresmî yerleşim alanlarının en büyüğü, Şatila yerleşkesi (Foto 1-b). Bugün artık kampın bir parçası olarak kabul edilen bu binalarda, 1976’da Falanjist milislerce yerle bir edilen Doğu Beyrut’taki Tel ez-Za‘tar Kampı’ndan hayatta kalan mülteciler ve onların sonraki nesilleri yaşıyor. Yerleşkenin nüfusu yaklaşık 1800. Burada yaşayan 289 ailenin %89’unda erkekler, Tel ez-Za‘tar ile Sabra ve Şatila Katliamlarında ve ardından Kamplar Savaşı’nda hayatlarını kaybetmiş. Şatila Kampı’na gelince, kampın %80’i iç savaş ve İsrail saldırıları nedeniyle yıkılmış. Kampın yeni sınırlarının dışında kalan bir kısım binada ise güneyden göç eden Şiiler oturuyor; Lübnan devleti Filistinlilere ait bu binaların Şiilerce işgal edilmesini memnuniyetle karşılamış.


Bugün orijinalinin küçücük bir kısmı ayakta kalan kamp, Lübnan’ın en kötü durumdaki mülteci kampı. Kimi yerde iki kişinin yan yana zor yürüyebildiği daracık sokaklar, başın üstünde âdeta örümcek ağı gibi uzanan ve büyük bir tehlike arz eden elektrik kabloları, ortalıklarda sallanan borular, mekân darlığından dolayı ancak yukarı doğru yükselebilen ve mahremiyeti önemli bir mesele hâline getiren dip dibe evler, sıvasız duvarlar ve üzerlerinde kurşun delikleri, sokaklarda dolanan işsiz gençler (Foto 2-a, 2-b, 2-c)… Bunlar kampın en bariz özellikleri.


Kamplara ölüm sadece işgaller, çatışmalar ve bombardımanlarla gelmiyor; Lübnan yönetiminin her türlü insanca yaşama hakkını ellerinden aldığı Filistinliler için her yer ve her şey bir ölüm vesilesi. Önü hafif tümsek bir yeri gösteriyorlar, “Buraya dolan yağmur suyuna değen bir kablo yüzünden bir Filistinli elektrik çarparak hayatını kaybetti” diyerek. Öğreniyoruz ki kopan tellerin yağmur suları/birikintileriyle teması sonucu bugüne kadar kamplarda pek çok mülteci hayatını kaybetmiş. Bir başka yerde Filistinlilerin sık sık düşüp yaralandığı üstü iğreti örtülmüş bir kanalizasyon çukuru. Yedi katlı bir binayı gösteriyorlar; “Hiç temeli yok, her an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya” diyorlar. Bu tablo sadece Şatila’ya has değil, bütün mülteci kampları benzer bir kaderi paylaşıyor.


Üç mülteci ailenin evini ziyaret ediyoruz: birinde eşi hasta olan 1948 mültecilerinden yaşlı bir teyze, diğerinde kanser hastası genç bir hanım, sonuncusunda yetim çocuklar. Aslında kamplarda her ev ayrı bir acının hikâyesine tanıklık ediyor… Sabah saat 9.30 suları ama evler kapkaranlık. İlk gittiğimiz evde taburenin üzerinde bir mum yanıyor. Zira dip dibe yükselen evler nedeniyle camlardan güneş ışığı dahi giremiyor. Elektrik ise sabah saat 10.00’dan sonra geliyormuş. Beyrut’un merkezi dışındaki bölgelerde, özellikle de Güney Beyrut ile Güney Lübnan’da elektrikler sık sık kesiliyormuş. Ama özellikle nüfusun kalabalık, ancak trafoların elektrik ihtiyacını karşılamaya yetmediği mülteci kamplarında durum çok daha vahimmiş. Zaten elektrik geldiğinde de altyapı yetersizliğinden kısa sürede tekrar kesiliyormuş. Altyapı eksikliği su ve kanalizasyonda da kendini gösteriyor. Musluklardan akan suyun sağlık açısından elverişli olmaması nedeniyle mülteciler içme suyunu satın almak zorunda kalıyormuş. Ayrıca kamp, yağışlı geçen kış mevsiminin çoğunu sular altında geçiriyormuş. Bu hâliyle kamp ve evler âdeta hastalıklara davetiye çıkarıyor.


Çevre yollar ve kamp duvarları HAMAS’tan el-Fetih’e, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne kadar tüm Filistinli örgütlerin liderlerinin ve şehitlerin boy boy fotoğraflarıyla ve afişlerle dolu. Afişlerin önemli bir kısmı, İsrail’in son saldırısında Gazzelilerin direnişine ilişkin. Kampı gezerken gözümüze takılan bir başka ayrıntı da “Ve Gazze zafer kazandı… Gazze başlangıç, Filistin temel gaye” yazan afişin yanı başında üzerinde “Teşekkürler Erdoğan” yazılı Başbakan Tayyip Erdoğan’ın posteri. Türkiye’nin, İsrail’in Aralık 2008’de başlayan son Gazze saldırısında izlediği politikalar ve Başbakan Erdoğan’ın henüz bir buçuk ay önce Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres karşısındaki duruşu, burada da büyük yankı bulmuş. Balkonlardan birinde asılı duran Türk bayrağı da bunun bir diğer göstergesi. Duvarlardaki “Brazil” yazıları ise mültecilerin futbol düşkünlüğünün bir yansıması.


Kampların neşesi Filistinli çocuklar. Türkiye’den getirdiğimiz şekerleri onlara veriyoruz; ancak çoğu almakta tereddüt ediyor ve hatta ısrarlarımıza rağmen bazı çocuklar almıyor. Meğer daha önce İsrail’in “ikram”ı bomba şekerler yüzünden aileler çocuklarına yabancılardan hiçbir şey almamaları yönünde sıkı tembihlerde bulunuyorlarmış.


Şatila Kampı’nı ziyaretin ardından Lübnan’daki mül-teciler, kamplar, yaşanan sıkıntılar ve Filistinlilerin Lübnan devleti ve halkıyla ilişkilerini ilk ağızdan öğrenmek üzere Filistinlilere ait ez-Zeytune Araştırma Merkezi’ne, insan hakları kurumu Şâhid’e ve geri dönüş hakkını savunan Thâbit örgütüne gittik. Daha sonra Sayda’da İHH’nın açtığı ve mülkiyeti altına aldığı, Filistinli gençlere yabancı dil, bilgisayar gibi meslek edindirmeye yönelik kursların verildiği İstanbul Eğitim Merkezi’ni ziyaret ettik. Burada 1948 mültecilerinden ikisiyle görüştük. 76 ve 78 yaşlarındaki bu teyze ve amcanın çocukları, pek çok Lübnanlı mülteci gibi maddi imkânsızlıklar nedeniyle Avrupa’ya çalışmaya gitmiş; ancak orada da kıt kanaat geçiniyorlarmış. Kamplardaki hayatlarını ve anavatanlarından ayrılış hikâyelerini anlattılar ve bir ara, “Eğer şimdiki düşünceniz olsaydı İsrail’in sizi Filistin’den çıkarmasına müsaade eder miydiniz?” sorusuna “Zelil bir hayattansa şerefle ölmeyi tercih ederdik.” diye ağlayarak cevap veriyor yaşlı amca ve ekliyor: “O zamanki şartlarda sadece kısa bir süreliğine topraklarımızdan ayrıldığımızı zannetmiştik ama işin aslı öyle değilmiş.”


Gayriresmî nüfusu neredeyse 80.000’e varan Lübnan’ın en büyük mülteci kampı niteliğindeki (hatta mülteci kamplarının “başkent”i de denilen) Sayda’daki Ayn el-Hilva Kampı’na programımızda olmasına rağmen vakit darlığı nedeniyle giremiyoruz (Foto 1-a). Zira Filistinli bütün örgütlerin oldukça faal olduğu, etrafı duvarlar ve dikenli tellerle çevrili kamp, içeri giremeyen Lübnan askerlerinin dışarıdan sıkı denetimi altında; giren ve çıkan herkes kapılarda (ki bunlar sadece dört tane) tek tek arandığı için kapı önlerinde uzun kuyruklar oluşmuş durumda. Beyrut’takiler dışında bütün kamplar, Lübnan askerlerinin dışarıdan kuşatması altında. Birden aklıma Batı Şeria’daki İsrail askerlerinin kontrol noktaları geliverdi. Filistinlilerin çilesi nereye gitseler benzer… Yine Ayn el-Hilva’ya çok yakın olan Miye ve Miye Kampı’nı da uzaktan görüp Lübnan’ın eski başbakanlarından Selim el-Hoss ile randevumuza yetişmek üzere Beyrut’a geri dönüyoruz.


Başkent Beyrut


Ülke nüfusunun yaklaşık yarısının yaşadığı Beyrut, her etnik gruptan ve dinî mezhepten Lübnanlılara ve yabancılara ev sahipliği yapıyor. Aslında üç Beyrut var: Doğu Beyrut Hristiyan, Batı Beyrut Sünni, Güney Beyrut (Dahiyya) ise Şii bölgesi. Bir de şehirde insani felaketin yaşandığı dört Filistin mülteci kampı var. Kısaca Beyrut çok yüzlü bir şehir; servet de orada, sefalet de…


Batı Beyrut (Foto 8-a), pek çok medeniyetten miras kalan tarihî eserlerinin yanı sıra eğlence merkezleriyle turistlerin ve halkın ilgi odağı; Doğu Beyrut ise daha çok alışveriş mekânlarıyla öne çıkıyor. Dolayısıyla Beyrut’un batısı doğusundan hep daha canlı, daha hareketli. Zaten hükümetten meclise ülkenin idari merkezleri de batıda yer alıyor. Doğu Beyrut’ta Burc el-Hammud bölgesinden geçerken Ermenice dükkân isimleri göze çarpıyor. “Lübnan’da güvenilir ve saygıdeğer tüccarlar olarak bilinen Ermeniler aslında kapalı bir toplumdur. Birçoğu Arapça konuşmaz, hatta şehirdekilerin bile bir kısmı Arapça bilmez.” diyor İmad İbrahim Said. Güney Beyrut’a gelince, 1960’lı yıllara doğru ilk defa başlayan, özellikle iç savaş ve İsrail işgali nedeniyle 1970’ler ve 80’ler boyunca iyice artan Güney Lübnanlıların şehrin varoşlarına göçleri ile oluşan bu bölge, başkentin yoksul yüzünü yansıtıyor (Fo-to 8-b). Diğer iki Beyrut’ta modern ve çok katlı binalar boy gösterirken, burada büyük apartmanların yanı sıra birkaç katlı derme çatma binalar da sıkça göze çarpıyor. Yamanmış asfalt ve bozuk yollarla sıkça karşılaşıyoruz; belli ki bu bölge 2006’daki İsrail saldırılarından oldukça etkilenmiş. Ancak Güney Beyrut’un diğer iki Beyrut’la boy ölçüşen yerleri ve yapıları da var; geleneksel Lübnan köyünün yansıtıldığı Hizbullah’a ait vakıflardan birinin lüks Assaha restoranı bunlardan sadece biri.


Beyrutlulara bakıyoruz, kim Müslüman kim Hristiyan veya kim hangi gruptan anlamak pek mümkün değil, eğer üzerlerinde dinî bir sembol taşımıyorlarsa. Yerlilere soruyoruz siz ayırt edebiliyor musunuz diye, çoğunlukla hayır diyorlar. Hele de gençleri ayırt edebilmek neredeyse imkânsız. Bu kozmopolit şehir, kendi gibi sakinlerini de değiştirmiş, birbirine benzetmiş. Ama tabii diğer şehirlerde, özellikle Şiilerin çoğunlukta olduğu güneyde durum çok daha farklı.


İç savaştan işgale çok acı olayların yaşandığı Lübnan’da geçmişi unutmamak ve unutturmamak istercesine her yer bu acı tecrübelerin izleriyle dolu. Ancak her an birbirine düşme potansiyeli olan Lübnanlılar bu izlerden yeterince ders çıkarıyorlar mı, şüpheli. İç savaşın izlerini taşıyan bazı sembolik önemi haiz binalar Beyrut’ta aynen korunuyor; Holiday Inn Oteli (ki bu otel birbirine düşman silahlı gruplar arasında sık sık el değiştiriyor ve hatta aynı anda farklı katları farklı milis gruplarınca işgal ediliyor) (Foto 7-a), eski sinema binası (Foto 7-b), 1982’de cumhurbaşkanı seçilmesinin akabinde Beşir Cümeyyil’le birlikte havaya uçurulan Falanjist Parti karargâhı bunlardan sadece birkaçı. Diğer bir kısım bina ise ya maddi imkânsızlıklardan ya da miras kavgasından dolayı tamir görememiş; kimisini de zaten çok zengin olan ve yurtdışında yaşayan sahipleri tamir etmeye tenezzül etmemiş. Camları kırık harap hâldeki bazı binalarda hâlen oturanlar var, özellikle de güneyden göçen Lübnanlılar. Üzerleri sıvanmış olsa da şarapnel izleri ve kurşun delikleri eski binaların duvarlarında hemen göze çarpıyor… Yine Hariri suikastının gerçekleştiği caddenin iki yanında ağır hasar görmüş Saint George Oteli ve Yat Kulübü ile karşısındaki büyük bina, başlı başına yaklaşık bir tonluk patlayıcıyla işlenen suikastın akıl almaz boyutunu ortaya koymaya yetiyor (Foto 6-c). Suikast alanında patlama nedeniyle yolda açılan büyük krater, suikastın ardından kapatılmış ama yolun ortasına küçük bir anıt dikilmiş. Lübnanlıları derinden sarsan ve yeni bir siyasi kutuplaşmaya yol açan bu suikast, sadece bu mekânda değil Lübnan’ın her yerinde hâlâ yaşıyor ve yaşatılıyor. Ülkenin dört bir yanında caddelerde Refik Hariri’nin resimleri göze çarpıyor ve üzerlerinde “Seni unutmadık ki hatırlayalım… Bizim aramızdasın ve bizimlesin”, “Sana çok ihtiyacımız var” vb. yazıyor.


İç savaş sırasında bağlantısı tamamen kesilen Batı ile Doğu Beyrut’u ayıran caddenin yani Yeşil Hat’tın hemen batısına, klasik Osmanlı-Türk mimarisinin ve süsleme sanatının izlerini taşıyan Muhammedu’l-Emin Camii Refik Hariri tarafından inşa ettirilmiş (Foto 5-a). Kitabesine bakıyorum, daha yeni, 2008’de tamamlanmış; yani Hariri yaptırdığı bu görkemli camiyi görememiş. Beyrut’un sembolü olabilecek nitelikteki bu cami, mavi kubbesi ve (Beyrut’taki binaların çoğu gibi) toprak rengi dış cephesiyle, batısında masmavi Akdeniz ve iç tarafta boylu boyunca uzanan dağları ile sanki Lübnan’ın renklerini yansıtıyor. Hiçbir masraftan kaçınılmadığı her hâlinden belli olan caminin içi de görülmeye değer… Caminin hemen dışındaki büyük çadırın içinde Hariri’nin mezarı bulunuyor (Foto 6-a); resimleriyle ve çiçeklerle bezenmiş çadırda sürekli Kur’an-ı Kerim okunuyor. Burası aynı zamanda 14 Şubat 2005’teki suikastın ardından Lübnan muhalefetinin çadırlar kurarak gece gündüz bekledikleri ve eylemleriyle Suriye’ye yakın hükümeti düşürdükleri bölge. Denize doğru birkaç yüz metre ilerisi Şehitler Meydanı ve Şehitler Anıtı (Foto 5-a). Bu anıt Cemal Paşa’nın 1916’da Beyrut’ta Osmanlı aleyhine faaliyetlerinden dolayı idam ettirdiği Arap milliyetçisi gençleri sembolize ediyor. Tarihî hafıza bu kez idamların yerinde heykel olarak karşımıza çıkıyor. Heykellerdeki delikler de iç savaşın bir hatırası; zira burası, çatışmaların oldukça şiddetli yaşandığı bir bölgeden, Yeşil Hat’tın tam üzerinden geçiyor.


İç savaş sırasında çok büyük bir yıkıma uğrayan şehir merkezi, 1994’te kurulan Haririlerin Solidere şirketi tarafından bugün büyük ölçüde yeniden inşa veya restore edilmiş durumda. Şehitler Meydanı, Osmanlı mirası Hükümet Binası (Foto 4-a) ile Hamidiye Saat Kulesi, geleneksel Beyrut Çarşısı, St. George Maruni Kilisesi, Mar İlyas Katedrali, (Meclis binası [Foto 4-a] ve milletvekilleri ofislerinin yanı sıra kafeler, restoranlar, alışveriş merkezlerinin ve bir de tam ortasında saat kulesinin bulunduğu) Fransız tarzı Yıldız (Etoile) Meydanı (Foto 4-c), Roma’dan kalma beş büyük kolonun bulunduğu arkeolojik alan Solidere Projesi ile yeniden hayat bulan tarihî mekânlardan sadece birkaçı. Ayrıca oteller, iş merkezleri, bankalar, arkeolojik parklar, büyük apartmanlar vb. Solidere şirketi tarafından inşa edilmiş. İç savaşta harabeye dönen Beyrut’un merkezini modern bir şehir havasına büründürse de Solidere Projesi, binaların ve arsaların asıl sahiplerine sadece hisse dağıtılmış olması ve bazılarının mağdur edilmesi nedeniyle eleştiriler de alıyor.


Beyrut’un olay çıkma potansiyeli bulunan önemli kavşaklarında ve korunması gereken mekânlarda Lübnan askerleri tanklarla bekliyor. Bu bizim alışık olmadığımız bir durum. Öğreniyoruz ki 2005’ten evvel Suriye askerleri ve tankları aynı bölgelerde bekliyormuş... Lübnan askeri, polisi ve tanklarının fotoğraflarını çekmek yasak. Fotoğraflanması yasak olan sadece bunlar da değil. Osmanlı mirası hükümet binasını, röportaj için gittiğimiz Devlet Bakanı Halid Khabbani’nden aldığımız özel izinle ancak görüntüleyebiliyoruz. Fotoğraf çekme yasağı, önemli kişilerin yaşadığı sokakların girişinde geceleri kurulan barikatlar, kontrol noktaları gibi çeşitli güvenlik tedbirleri aslında anlaşılabilir. Zira özellikle 2005’ten itibaren ülkede başbakandan bakanlara, milletvekillerinden gazetecilere, ordu komutanı olması muhtemel iki numaralı generalden istihbarat görevlilerine kadar onlarca isim suikastlara kurban gitti. Önde gelen siyasetçiler, gazeteciler vb. suikast korkusuyla yurtdışına çıkarak uzun süre ülkeye dönemedi; kalan milletvekilleri ise güvenli otellere sığınarak evlerine gidemedi. Yaşanan her siyasi gerilimle oluşan korku atmosferi, cıvıl cıvıl Lübnan sokaklarını sessizliğe bürüdü. Dolayısıyla hâlihazırda herhangi bir gerginlik olmasa da güvenlik tedbirleri dikkat çekiyor.


Daha önceleri Beyrut sokaklarını donatan Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud ile Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın yan yana resimleri ile Hafız Esad’ın posterleri çoktan kaldırılmış. Uzun süre Lübnan’da bulunan Suriye’nin izlerini soruyoruz; Beyrut’taki Blue Age Oteli’ni gösteriyorlar, yani Suriye Muhaberat’ının sorgulama yaptığı yeri… Buradan Suriye muhalifi zanlılar, Bekaa bölgesindeki Ancar’da bulunan Muhaberat’ın merkezine, oradan da gerek görülürse Suriye’deki hapishanelere götürülüyorlarmış. Tabii ki Suriye’ye sorsanız bütün bunları inkâr eder.


Kuzey ve batıdan masmavi Akdeniz’in çevrelediği (Fo-to 9-a), tarihî eserleri ve doğal güzellikleriyle başkent Beyrut, büyük yıkımlar yaşamış olsa da, farklı renkleriyle ve insanı her an şaşırtan halleriyle görülmeye değer bir şehir.


Güney Lübnan


Beyrut’tan yola çıkıyoruz, Güney Beyrut’u geçip Güney Lübnan’a doğru gidiyoruz. Amacımız İsrail işgallerinin, özellikle de 2006 Savaşı’nın bölge üzerindeki etkilerini müşahede etmek; Lübnan-İsrail sınırını, Şebaa Çiftliklerini ve diğer önemli yerleri görmek; Hizbullah’ın bölgedeki etkinliğini gözlemlemek ve yetkilileriyle görüşmek. Lübnan’a gitmek için normalde vizeye gerek yok; ancak eğer Güney Lübnan’a gidilecekse daha baştan özel izin alınması gerekiyor.


Güney Beyrut’tan itibaren yol boyu bu defa Hizbullah lideri Şeyh Hasan Nasrallah’ın ve şehitlerin resimleri ile karşılaşıyoruz (Foto 13-a). Özellikle de üzerinde “Şehitlerimiz ulularımızdır” yazan İsrail suikastlarıyla şehit edilen örgütün lider kadrosunun yani Şeyh Ragıb Harb (1984), Abbas Musevi (1992) ve İmad Muğniye (2008)’nin resimleri dikkat çekiyor. Şam’da Şubat 2008’de İsrail suikastıyla şehit düşen, direnişin planlanmasında ve örgütlenmesinde en etkili komutan olan İmad Muğniye’nin resimlerinin üzerinde ise “Hesap kapanmadı, endişelenme… Hesap açıldı, asla kapanmayacak” yazıyor; bu da kanın yerde kalmayacağının ve İsrail’e benzer bir mukabele hakkını Hizbullah’ın hâlâ saklı tuttuğunun göstergesi. Arada tek tük Emel Hareketi’nin 2006 Savaşı’nda verdiği şehitlerin resimlerini de görmek mümkün. Güney Lübnan caddelerinde dikkatimizi çeken bir başka şey de tanklar. Bunlar 2000 senesinde tankını topunu bırakıp apar topar ülkeyi terk eden İsrail’e ait; şimdilerde Hizbullah’ın gücünün ve zaferinin birer sembolü olarak caddelerin kenarlarında sergileniyor (Foto 13-b). İsrail 2006 Savaşı’ndan sonra geri çekilirken bu kez geçmişten ders alarak tası tarağı toplamış, sergilenecek malzeme bırakmamış. Yol kenarlarında sergilenen bir başka şey de İsrail’e doğrultulmuş Hizbullah’a ait füzelerin maketleri (Foto 13-b). Bütün bunlar hem direnişin gücünün hem de İsrail’e karşı psikolojik savaşın birer parçası âdeta. Güney Lübnan’ın sınıra yakın bölgelerinde ise barışı sağlamak üzere gelen Lübnan ordusu ile UNIFIL askerlerini ve tanklarını görmek mümkün.


Güney Lübnan’ı baştanbaşa gezdik. Tıpkı Güney Beyrut’ta olduğu gibi burada da 2006’daki savaşın yaraları epeyce sarılmış. Savaşın izlerini taşıyan bina sayısı tahminimizden çok daha az. Bugüne kadar defalarca İsrail saldırılarına maruz kalan bölgede yeniden yapılan binaların önemli bir kısmının, dört duvar üstüne çatı yerine, estetik kaygılarla inşa edilmeleri ise dikkat çekici… İsrail saldırılarının en büyük zararı verdiği, taş üstünde taş bırakmadığı söylenen en güneydeki Bint Cübeyl’i gezdik. Binaların çoğu ya yeniden inşa edilmiş ya da inşaatlar hâlen devam ediyor; arada kurşun izleri olan, camları kırık, içi boş veya yıkık, yanık binaları görmesek şehrin İsrail’in ağır bombardımanıyla yerle bir olduğuna inanmayacağız. Bölgede inşaatlar için Hizbullah’a, İran’a ve Katar’a teşekkür yazan afişlerle karşılaşıyoruz. Bir de şehirde Nasrallah’ın resminin altındaki “Vefa şehri… Vefalı olmaya devam edeceğiz Seyyidimiz” ifadesi, bütün saldırılara rağmen halkın direnişe bağlılığının bir göstergesi olarak okunabilir. Zaten bu şehir, gösterdiği direnişle işgalci İsrail’in 18 senelik işgalinin ardından, 2000’de geri çekilmesinde etkili olmuş ve “direnişin başkenti” unvanını almıştı. Yolların kimi yerlerindeki çukurlar da İsrail bombalarından arta kalan izlerden.


Güney Lübnan’da sınıra yakın bir bölgede bulunan ve görünüşte işbirlikçi Güney Lübnan Ordusu’na bağlı olan, gözaltındakilere işkenceleriyle meşhur Khiam Gözaltı Merkezi’ndeyiz. Kapısında, işgalci İsrail’in 24 Mayıs 2000’de Lübnan’dan çekilmesine atıfla “25 Mayıs: Direniş ve Özgürlük Bayramı” yazıyor. İçeri girer girmez yerde füze parçaları görüyoruz; üzerlerinde “ABD’nin Lübnan halkına hediyesi”, “ABD yapımı”, “İsrail yenildi, direniş kazandı”, “Yeni Ortadoğu dizisi: Yapımcı İsrail, yönetmen ABD, yazan Lübnan’daki İsrail uşakları” yazıyor. Yakındaki bir panoda gözaltında hayatını kaybeden şehitlerin resimleri ve isimleri sıralanmış. Nasrallah’ın “Bugünler, Siyonist düşmanın hapishanelerinden esirlerimizi çıkarmanın direnişten başka imkânı olmadığını ispatlamıştır.” sözü de büyükçe bir panoya yazılmış. Hizbullah’ın müze hâline getirdiği gözaltı merkezini İsrail, işgal boyunca Güney Lübnan’da işlediği suçların izlerini silebilmek için 2006’da bombalayarak yerle bir etmiş (Foto 12-b). Bahçede sergilenen füzeler, füzeatarlar, ve askerî araçların da bir kısmı İsrail bombalarından nasibini almış (Foto 12-c). Khiam Gözaltı Merkezi’nin enkaza dönmüş hâli, bugün büyük ölçüde yeniden inşa edilmiş Güney Lübnan’ın 2006 Savaşı’ndan sonra ne hâle gelmiş olduğuna dair ipuçları veriyor; yani bu hâliyle de “Temmuz Savaşı müzesi” işlevini görüyor.


Lübnan-İsrail-Suriye sınırını (işgal altındaki Golan Tepeleri’nin batı tarafını) ve Şebaa Çiftlikleri’nin mevkiini görmek için Khiam Gözaltı Merkezi’nde tamamen enkaza dönmemiş tek binanın üstüne çıktık. Üç ülke sınırının birleştiği noktada eş-Şeyh (Hermon) Dağı yükseliyor. Bu dağın Lübnan eteklerinden, yani et-Taym Vadisi’nden önemli iki su kaynağı (Hasbani ve Vazzani nehirleri) İsrail’in kuzeyine akıyor. Yani bölgenin askerî-stratejik önemine bir de su gibi hayati bir mesele ekleniyor. Buradan, daha önce yolda giderken gördüğümüz hâkim bir tepenin üzerindeki Osmanlı Kalesi’nin kalıntıları da dikkatimizi çekiyor.


Yolda yeşillik bir tepede durup arabadan iniyoruz. Bu bölgedeki Gandhuriye köyünde 2006’daki savaşta çok şiddetli çatışmalar yaşanmış; köyü savunan 13 Hizbullah savaşçısından 11’i şehit düşmüş. Aşağımız Vadiu’l-Hicr. İsrail birlikleri bu vadiye helikopterle çıkarma yapmış; ancak Hizbullah onları pusuda yakalamış ve İsrail’in 40 Merkava ve Micra tankı burada Hizbullah savaşçıları tarafından imha edilmiş. Eğer İsrail burayı geçseydi Beyrut’a kadar ilerleyecekti diyorlar ve gururla ekliyorlar: “İsrail’in burada 40 tankını kaybetmesi üzerine Türkiye, İsrail ile yaptığı tank modernizasyon anlaşmasını iptal etti.”


Uzun süre Lübnan-İsrail (işgali altındaki Filistin) sını-rı boyunca ilerledik. Dikenli teller, kameralar, gözetleme yerleri… Kâh büyük siteler, kâh tek veya yan yana birkaç bina hâlinde Yahudi yerleşimlerinin Lübnan sınırına bu kadar yakın olduğunu görmek şaşırtıcı (Foto 12-a). Sınırda bir yerde duruyoruz, Lübnanlıların karşı tarafı görmeleri için özel bir yer yapılmış; buradan UNIFIL’e bağlı Endonezya askerleri eşliğinde işgal altındaki Filistin topraklarını izliyoruz. Yanı başımızda büyük bir Nasrallah posteri; İsrail’e meydan okurcasına üzerinde “Biz sürpriziz” yazıyor. Aslında yeni bir savaş ihtimaline karşı tetikte bekleyen Güney Lübnan, her hâliyle İsrail’e meydan okuyor.


Kuzeye yolculuk


Lübnan’da son günümüz. Beyrut’tan Trablus’a giderken Lübnan’ın karlı dağlarına da uğruyoruz. Bir yanda pek çok medeniyete ev sahipliği yapan Lübnan’ın tarihî eserleri, diğer yanda ülkenin batısı boyunca uzanan Akdeniz’in eşsiz güzelliği (Foto 9-c), diğer yanda zirveleri karlarla kaplı Lübnan Dağları (Foto 14-b)... Lübnan’ın niye çok fazla turist çektiğini anlamamak mümkün değil. Dağın zirvesinde teleferiğe binme ve kayak yapma imkânı da var. Cebel-i Lübnan’ın orta ve kuzey kısmı Hristiyan bölgeleri; yol boyunca gördüğümüz haçlardan, kiliselerden ve devasa İsa heykelinden de anlaşılıyor zaten (Foto 14-c). Dağın bir tepesinde Maruni patrikliğin merkezini uzaktan da olsa görüyoruz. Buradan Trablus’a doğru ilerliyoruz.


İç savaş sırasında diğer bölgelere nazaran çok daha az hasar gördüğünden olsa gerek Trablus’ta binalar daha eski. Bazı binaların duvarlarındaki hilal ve yıldızlar dikkat çeken bir başka unsur. Şehre girdiğimiz andan itiba-ren ise caddelerde bu kez Sünni siyasetçilerin seçim afişleri karşılıyor bizi ve tabii Refik Hariri’nin fotoğrafları. Birisinde Hariri’ye “Kalbimiz çarptıkça senin yolun devam edecek” yazıyor.


Trablus’ta Memlükler ve Osmanlı’dan kalma pek çok eser var, özellikle de camiler ve medreseler dikkat çeki-yor. Emir Seyfeddin Taynal Camii’ne (Foto 5-b) uğruyoruz. Memlüklerden kalma görülmeye değer, çok değerli bir cami. İnşası miladi 1325/hicri 726’da Melik Nasır döneminde tamamlanmış. İmam Türkiye’den geldiğimizi duyunca büyük bir memnuniyetle camiyi anlatmaya başlıyor. Çift merdivenli minaresinden çıkanların birbirini görmediğini gururla anlatırken, Edirne’deki Selimiye Camii’nin de bu şekilde üç merdiveni olduğunu söylediğimizde inanamıyor. Caminin minberi Selahaddin-i Eyyubi’den imiş (Foto 5-d) ve bunun bir benzeri sadece Kudüs’te Mescid-i Aksa’da varmış. Caminin içinde iki tarafta sıralanmış granit kolonlar ise Mısır topraklarından getirilen Romalıların eseriymiş. Caminin yan tarafını genişleterek medrese hâline getiren Osmanlı’yı büyük bir saygıyla anıyor imam. Bahçedeki tarihî eserleri ise vakit darlığından soramıyoruz. Cami, bahçesindeki hurma ağaçları ve yeşil kubbesi ile uzaktan Medine’deki Mescid-i Nebevi’yi hatırlatıyor.


Tarihin en eski dönemlerinden beri önemli bir doğal liman, gemi inşa alanı ve ticaret merkezi konumundaki Trablus’un her yeri uzun uzun gezilmeye değer. Dahası Sünnilerin çoğunlukta olduğu bu bölge Lübnan’ın en Osmanlı’sı. Trablus’un tarihî dokusunun kaybolmaması için şehrin ileri gelen aileleri tarafından özel bir itina gösterilmiş. Lübnan tarihine ilişkin Muhammed Ali Dunnâvî ile görüşmek üzere gittiğimiz Trablus’u hak ettiği kadar görme fırsatımız olamadı maalesef. Ama gördüğümüz kadarı bile bölgenin ne kadar “bizden” olduğunu ortaya koymaya yetiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder