14 Haziran 2010 Pazartesi

A TURNING POINT IN TURKISH-SYRIAN RELATIONS: THE ÖCALAN CRISIS


A TURNING POINT IN TURKISH-SYRIAN RELATIONS: THE ÖCALAN CRISIS
Marmara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, yüksek lisans tezi, 2007
Aşağıdaki linkten Zahide Tuba Kor'un yüksek lisans tezine ulaşabilirsiniz:
https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster?key=7d53ed97e31a8bd39defac1ccce0a718eb9a2b873770bc05af646aa3534f1c26a2336da452c96d5fb715a3bf6a8a0e8a


ÖZ
Bu tezin amacı, Türkiye-Suriye ilişkilerini ikili ilişkilerde bir dönüm noktası olan Öcalan Krizi bağlamında incelemektir. Zira sadece 20 gün süren bu Kriz, Ekim 1998’de savaşın eşiğine gelinmesinin ardından yakınlaşmanın katalizörü olmuş ve onlarca yıldır süregelen çatışmacı ilişkileri kısa bir süre içinde işbirliğine dönüştürmüştür. Bu bağlamda, kriz yönetimi ve çatışmaların yatıştırılmasında bir model olan Kriz derinlemesine bir incelemeyi hak etmektedir.
Bu tezde uluslararası kriz ve kriz yönetiminin ele alındığı teorik çerçevenin ardından, 20. yüzyıl boyunca Türkiye-Suriye ilişkilerinde yaşanan düşmanlığın kökenindeki asıl sebepler incelenmiştir. Zira bu sebepler, bölgesel ve uluslararası gelişmelerle daha da yoğunlaşan tarihi-psikolojik, siyasi, ekonomik boyutlarıyla oldukça köklü ve çeşitliydi. Ardından Öcalan Krizi, A. L. George’un kriz yönetimi stratejilerinden biri olan zorlayıcı diplomasi kavramsal çerçevesi içinde ayrıntılı olarak analiz edilmiştir. Son olarak kriz sonrası ilişkiler, Öcalan Krizi’nin bir dönüm noktası olduğunu ortaya koymak üzere R. N. Lebow’un kavramsal çerçevesi baz alınarak incelenmiştir. Son dönemdeki ilişkilere odaklanılarak Kriz’in düşmanlığın kökenindeki asıl sebeplere etkisi ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Tezin sonunda ilişkilerin geleceğine dair ihtimaller de tartışılmıştır.
Tezde şu sonuca ulaşılmıştır: Öcalan Krizi bir dönüm noktasıdır; -özellikle 2003’ten itibaren değişen bölge dengelerinde örtüşen tehdit algılamalarının da etkisiyle- karşılıklı düşmanca duygu ve algılamaların, olumsuz beklentilerin ve saldırgan davranış kalıplarının zayıflamasına katkıda bulunmuş, önemli ihtilafların yatışmasını kolaylaştırmış ve işbirliği dinamiklerini teşvik etmiştir.
Anahtar Kelimeler: Uluslararası Kriz, Kriz Yönetimi, Zorlayıcı Diplomasi, Türkiye-Suriye İlişkileri, Öcalan Krizi

ABSTRACT
The aim of this thesis is to analyze Turkish-Syrian relations in terms of the Öcalan Crisis that became a turning point in bilateral relations. This 20-day-long Crisis became a catalyst for rapprochement, and transformed decades-old conflictual relations into cooperation only less than a decade after their coming to the brink of war in October 1998. Thus it sets a model of crisis management and conflict settlement worth for analyzing in detail.
In this thesis, after the theoretical framework on international crisis and crisis management, the underlying causes of hostility in Turkish-Syrian relations throughout the 20th century were examined since they were deep-rooted and diverse with historical-psychological, political, economic dimensions intensified by regional and international developments. Then, the Öcalan Crisis and its management were analyzed in detail within the theoretical framework of A.L. George on coercive diplomacy that is one of the strategies of crisis management. Finally, post-crisis relationship was analyzed to reveal the Öcalan Crisis is a turning point in Turkish-Syrian relations by adopting R.N. Lebow’s theoretical framework. The effects of the Crisis on the underlying causes of hostility were elaborated in detail by focusing on current relations. Prospects for future relations were also discussed at the end.
It was concluded that the Öcalan Crisis became a turning point; and -especially with the convergence of threat perceptions under changing regional balances since 2003- contributed to the weakening of mutual hostile feelings and perceptions, negative expectations and aggressive behaviour patterns; facilitated the settlement of outstanding issues, and encouraged dynamics of cooperation. 
Keywords: International Crisis, Crisis Management, Coercive Diplomacy, Turkish-Syrian Relations, the Öcalan Crisis

LÜBNAN GEZİ NOTLARI (13-16 Mart 2009)





Zahide Tuba Kor, ORTADOĞU'NUN AYNASI LÜBNAN, İstanbul: İHH Kitap, Haziran 2011 (2. baskı), s.167-178.



NOT: Her hakkı mahfuzdur. Sadece kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

LÜBNAN GEZİ NOTLARI (13-16 Mart 2009)
Genel seçimlerin yaklaştığı bir dönemde özellikle siyasi konularda Lübnan’ın önde gelen isimleri ile görüşmek, bu ülkeye ve insanlarına dair gözlemlerimi kitabımda aktarmak amacıyla İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH)’nın organizasyonunda 13-16 Mart 2009’da Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirdim. Dolu dolu geçen dört günlük ziyaretin ilk günü Filistinli mültecilere ve mülteci kamplarına, ikinci günü Beyrut’a, üçüncü günü Güney Lübnan’a ve son günü Lübnan Dağları ile Trablus’a ayrıldı. Bu bölümde Lübnan’a dair intibalarımı aktardıktan sonra röportajların bir kısmına yer vereceğim.


Filistin mülteci kampları


İlk durağımız, Beyrut’un güneybatısında yer alan, iç savaş ve İsrail işgali sırasında acıların ve katliamların en büyüğünü yaşamış Şatila Kampı. Kampın dışındaki yeşillik alanda, 1982’de Falanjist milislerin İsrail ordusuyla işbirliği içerisinde işledikleri Sabra ve Şatila Katliamlarının mütevazı bir anıtı var. Büyük panolara yerleştirilen fotoğraflarla katliam unutturulmamaya çalışılmış ve bir de 2006’daki İsrail saldırısında işlenen katliamların fotoğrafları konmuş. Fotoğrafların altında “Sabra ve Şatila Katliamları unutulmayacak, Siyonist ve işbirlikçilerin utanç abidesi olarak kalacak” yazıyor. 1982’den 2006’ya katil aynı, Filistinlilerin yaşadığı acı aynı…


Daha kamplara yaklaşmadan muhitte bir değişim hemen fark ediliyor. Kampın dışındaki bakımsız sokaklarda seyyar satıcıların tezgâhları ve derme çatma dükkânlar, mültecilerin hayat mücadelesini ele veriyor (Foto 2-b). Kampa girmeden hemen önce iç savaş mağduru oturulamaz hâldeki binalar bizi karşılıyor; içleri ve çevreleri çöplerle dolu, birisinde keçiler “otluyor”.


Kampa yöneldiğimizde ilk gördüğümüz binalar UNRWA’ya bağlı resmî kampın orijinal parçası değil; Lübnan’da yaklaşık elli tane bulunan, mülteci ailelerin toplu olarak yaşadığı gayriresmî yerleşim alanlarının en büyüğü, Şatila yerleşkesi (Foto 1-b). Bugün artık kampın bir parçası olarak kabul edilen bu binalarda, 1976’da Falanjist milislerce yerle bir edilen Doğu Beyrut’taki Tel ez-Za‘tar Kampı’ndan hayatta kalan mülteciler ve onların sonraki nesilleri yaşıyor. Yerleşkenin nüfusu yaklaşık 1800. Burada yaşayan 289 ailenin %89’unda erkekler, Tel ez-Za‘tar ile Sabra ve Şatila Katliamlarında ve ardından Kamplar Savaşı’nda hayatlarını kaybetmiş. Şatila Kampı’na gelince, kampın %80’i iç savaş ve İsrail saldırıları nedeniyle yıkılmış. Kampın yeni sınırlarının dışında kalan bir kısım binada ise güneyden göç eden Şiiler oturuyor; Lübnan devleti Filistinlilere ait bu binaların Şiilerce işgal edilmesini memnuniyetle karşılamış.


Bugün orijinalinin küçücük bir kısmı ayakta kalan kamp, Lübnan’ın en kötü durumdaki mülteci kampı. Kimi yerde iki kişinin yan yana zor yürüyebildiği daracık sokaklar, başın üstünde âdeta örümcek ağı gibi uzanan ve büyük bir tehlike arz eden elektrik kabloları, ortalıklarda sallanan borular, mekân darlığından dolayı ancak yukarı doğru yükselebilen ve mahremiyeti önemli bir mesele hâline getiren dip dibe evler, sıvasız duvarlar ve üzerlerinde kurşun delikleri, sokaklarda dolanan işsiz gençler (Foto 2-a, 2-b, 2-c)… Bunlar kampın en bariz özellikleri.


Kamplara ölüm sadece işgaller, çatışmalar ve bombardımanlarla gelmiyor; Lübnan yönetiminin her türlü insanca yaşama hakkını ellerinden aldığı Filistinliler için her yer ve her şey bir ölüm vesilesi. Önü hafif tümsek bir yeri gösteriyorlar, “Buraya dolan yağmur suyuna değen bir kablo yüzünden bir Filistinli elektrik çarparak hayatını kaybetti” diyerek. Öğreniyoruz ki kopan tellerin yağmur suları/birikintileriyle teması sonucu bugüne kadar kamplarda pek çok mülteci hayatını kaybetmiş. Bir başka yerde Filistinlilerin sık sık düşüp yaralandığı üstü iğreti örtülmüş bir kanalizasyon çukuru. Yedi katlı bir binayı gösteriyorlar; “Hiç temeli yok, her an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya” diyorlar. Bu tablo sadece Şatila’ya has değil, bütün mülteci kampları benzer bir kaderi paylaşıyor.


Üç mülteci ailenin evini ziyaret ediyoruz: birinde eşi hasta olan 1948 mültecilerinden yaşlı bir teyze, diğerinde kanser hastası genç bir hanım, sonuncusunda yetim çocuklar. Aslında kamplarda her ev ayrı bir acının hikâyesine tanıklık ediyor… Sabah saat 9.30 suları ama evler kapkaranlık. İlk gittiğimiz evde taburenin üzerinde bir mum yanıyor. Zira dip dibe yükselen evler nedeniyle camlardan güneş ışığı dahi giremiyor. Elektrik ise sabah saat 10.00’dan sonra geliyormuş. Beyrut’un merkezi dışındaki bölgelerde, özellikle de Güney Beyrut ile Güney Lübnan’da elektrikler sık sık kesiliyormuş. Ama özellikle nüfusun kalabalık, ancak trafoların elektrik ihtiyacını karşılamaya yetmediği mülteci kamplarında durum çok daha vahimmiş. Zaten elektrik geldiğinde de altyapı yetersizliğinden kısa sürede tekrar kesiliyormuş. Altyapı eksikliği su ve kanalizasyonda da kendini gösteriyor. Musluklardan akan suyun sağlık açısından elverişli olmaması nedeniyle mülteciler içme suyunu satın almak zorunda kalıyormuş. Ayrıca kamp, yağışlı geçen kış mevsiminin çoğunu sular altında geçiriyormuş. Bu hâliyle kamp ve evler âdeta hastalıklara davetiye çıkarıyor.


Çevre yollar ve kamp duvarları HAMAS’tan el-Fetih’e, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne kadar tüm Filistinli örgütlerin liderlerinin ve şehitlerin boy boy fotoğraflarıyla ve afişlerle dolu. Afişlerin önemli bir kısmı, İsrail’in son saldırısında Gazzelilerin direnişine ilişkin. Kampı gezerken gözümüze takılan bir başka ayrıntı da “Ve Gazze zafer kazandı… Gazze başlangıç, Filistin temel gaye” yazan afişin yanı başında üzerinde “Teşekkürler Erdoğan” yazılı Başbakan Tayyip Erdoğan’ın posteri. Türkiye’nin, İsrail’in Aralık 2008’de başlayan son Gazze saldırısında izlediği politikalar ve Başbakan Erdoğan’ın henüz bir buçuk ay önce Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres karşısındaki duruşu, burada da büyük yankı bulmuş. Balkonlardan birinde asılı duran Türk bayrağı da bunun bir diğer göstergesi. Duvarlardaki “Brazil” yazıları ise mültecilerin futbol düşkünlüğünün bir yansıması.


Kampların neşesi Filistinli çocuklar. Türkiye’den getirdiğimiz şekerleri onlara veriyoruz; ancak çoğu almakta tereddüt ediyor ve hatta ısrarlarımıza rağmen bazı çocuklar almıyor. Meğer daha önce İsrail’in “ikram”ı bomba şekerler yüzünden aileler çocuklarına yabancılardan hiçbir şey almamaları yönünde sıkı tembihlerde bulunuyorlarmış.


Şatila Kampı’nı ziyaretin ardından Lübnan’daki mül-teciler, kamplar, yaşanan sıkıntılar ve Filistinlilerin Lübnan devleti ve halkıyla ilişkilerini ilk ağızdan öğrenmek üzere Filistinlilere ait ez-Zeytune Araştırma Merkezi’ne, insan hakları kurumu Şâhid’e ve geri dönüş hakkını savunan Thâbit örgütüne gittik. Daha sonra Sayda’da İHH’nın açtığı ve mülkiyeti altına aldığı, Filistinli gençlere yabancı dil, bilgisayar gibi meslek edindirmeye yönelik kursların verildiği İstanbul Eğitim Merkezi’ni ziyaret ettik. Burada 1948 mültecilerinden ikisiyle görüştük. 76 ve 78 yaşlarındaki bu teyze ve amcanın çocukları, pek çok Lübnanlı mülteci gibi maddi imkânsızlıklar nedeniyle Avrupa’ya çalışmaya gitmiş; ancak orada da kıt kanaat geçiniyorlarmış. Kamplardaki hayatlarını ve anavatanlarından ayrılış hikâyelerini anlattılar ve bir ara, “Eğer şimdiki düşünceniz olsaydı İsrail’in sizi Filistin’den çıkarmasına müsaade eder miydiniz?” sorusuna “Zelil bir hayattansa şerefle ölmeyi tercih ederdik.” diye ağlayarak cevap veriyor yaşlı amca ve ekliyor: “O zamanki şartlarda sadece kısa bir süreliğine topraklarımızdan ayrıldığımızı zannetmiştik ama işin aslı öyle değilmiş.”


Gayriresmî nüfusu neredeyse 80.000’e varan Lübnan’ın en büyük mülteci kampı niteliğindeki (hatta mülteci kamplarının “başkent”i de denilen) Sayda’daki Ayn el-Hilva Kampı’na programımızda olmasına rağmen vakit darlığı nedeniyle giremiyoruz (Foto 1-a). Zira Filistinli bütün örgütlerin oldukça faal olduğu, etrafı duvarlar ve dikenli tellerle çevrili kamp, içeri giremeyen Lübnan askerlerinin dışarıdan sıkı denetimi altında; giren ve çıkan herkes kapılarda (ki bunlar sadece dört tane) tek tek arandığı için kapı önlerinde uzun kuyruklar oluşmuş durumda. Beyrut’takiler dışında bütün kamplar, Lübnan askerlerinin dışarıdan kuşatması altında. Birden aklıma Batı Şeria’daki İsrail askerlerinin kontrol noktaları geliverdi. Filistinlilerin çilesi nereye gitseler benzer… Yine Ayn el-Hilva’ya çok yakın olan Miye ve Miye Kampı’nı da uzaktan görüp Lübnan’ın eski başbakanlarından Selim el-Hoss ile randevumuza yetişmek üzere Beyrut’a geri dönüyoruz.


Başkent Beyrut


Ülke nüfusunun yaklaşık yarısının yaşadığı Beyrut, her etnik gruptan ve dinî mezhepten Lübnanlılara ve yabancılara ev sahipliği yapıyor. Aslında üç Beyrut var: Doğu Beyrut Hristiyan, Batı Beyrut Sünni, Güney Beyrut (Dahiyya) ise Şii bölgesi. Bir de şehirde insani felaketin yaşandığı dört Filistin mülteci kampı var. Kısaca Beyrut çok yüzlü bir şehir; servet de orada, sefalet de…


Batı Beyrut (Foto 8-a), pek çok medeniyetten miras kalan tarihî eserlerinin yanı sıra eğlence merkezleriyle turistlerin ve halkın ilgi odağı; Doğu Beyrut ise daha çok alışveriş mekânlarıyla öne çıkıyor. Dolayısıyla Beyrut’un batısı doğusundan hep daha canlı, daha hareketli. Zaten hükümetten meclise ülkenin idari merkezleri de batıda yer alıyor. Doğu Beyrut’ta Burc el-Hammud bölgesinden geçerken Ermenice dükkân isimleri göze çarpıyor. “Lübnan’da güvenilir ve saygıdeğer tüccarlar olarak bilinen Ermeniler aslında kapalı bir toplumdur. Birçoğu Arapça konuşmaz, hatta şehirdekilerin bile bir kısmı Arapça bilmez.” diyor İmad İbrahim Said. Güney Beyrut’a gelince, 1960’lı yıllara doğru ilk defa başlayan, özellikle iç savaş ve İsrail işgali nedeniyle 1970’ler ve 80’ler boyunca iyice artan Güney Lübnanlıların şehrin varoşlarına göçleri ile oluşan bu bölge, başkentin yoksul yüzünü yansıtıyor (Fo-to 8-b). Diğer iki Beyrut’ta modern ve çok katlı binalar boy gösterirken, burada büyük apartmanların yanı sıra birkaç katlı derme çatma binalar da sıkça göze çarpıyor. Yamanmış asfalt ve bozuk yollarla sıkça karşılaşıyoruz; belli ki bu bölge 2006’daki İsrail saldırılarından oldukça etkilenmiş. Ancak Güney Beyrut’un diğer iki Beyrut’la boy ölçüşen yerleri ve yapıları da var; geleneksel Lübnan köyünün yansıtıldığı Hizbullah’a ait vakıflardan birinin lüks Assaha restoranı bunlardan sadece biri.


Beyrutlulara bakıyoruz, kim Müslüman kim Hristiyan veya kim hangi gruptan anlamak pek mümkün değil, eğer üzerlerinde dinî bir sembol taşımıyorlarsa. Yerlilere soruyoruz siz ayırt edebiliyor musunuz diye, çoğunlukla hayır diyorlar. Hele de gençleri ayırt edebilmek neredeyse imkânsız. Bu kozmopolit şehir, kendi gibi sakinlerini de değiştirmiş, birbirine benzetmiş. Ama tabii diğer şehirlerde, özellikle Şiilerin çoğunlukta olduğu güneyde durum çok daha farklı.


İç savaştan işgale çok acı olayların yaşandığı Lübnan’da geçmişi unutmamak ve unutturmamak istercesine her yer bu acı tecrübelerin izleriyle dolu. Ancak her an birbirine düşme potansiyeli olan Lübnanlılar bu izlerden yeterince ders çıkarıyorlar mı, şüpheli. İç savaşın izlerini taşıyan bazı sembolik önemi haiz binalar Beyrut’ta aynen korunuyor; Holiday Inn Oteli (ki bu otel birbirine düşman silahlı gruplar arasında sık sık el değiştiriyor ve hatta aynı anda farklı katları farklı milis gruplarınca işgal ediliyor) (Foto 7-a), eski sinema binası (Foto 7-b), 1982’de cumhurbaşkanı seçilmesinin akabinde Beşir Cümeyyil’le birlikte havaya uçurulan Falanjist Parti karargâhı bunlardan sadece birkaçı. Diğer bir kısım bina ise ya maddi imkânsızlıklardan ya da miras kavgasından dolayı tamir görememiş; kimisini de zaten çok zengin olan ve yurtdışında yaşayan sahipleri tamir etmeye tenezzül etmemiş. Camları kırık harap hâldeki bazı binalarda hâlen oturanlar var, özellikle de güneyden göçen Lübnanlılar. Üzerleri sıvanmış olsa da şarapnel izleri ve kurşun delikleri eski binaların duvarlarında hemen göze çarpıyor… Yine Hariri suikastının gerçekleştiği caddenin iki yanında ağır hasar görmüş Saint George Oteli ve Yat Kulübü ile karşısındaki büyük bina, başlı başına yaklaşık bir tonluk patlayıcıyla işlenen suikastın akıl almaz boyutunu ortaya koymaya yetiyor (Foto 6-c). Suikast alanında patlama nedeniyle yolda açılan büyük krater, suikastın ardından kapatılmış ama yolun ortasına küçük bir anıt dikilmiş. Lübnanlıları derinden sarsan ve yeni bir siyasi kutuplaşmaya yol açan bu suikast, sadece bu mekânda değil Lübnan’ın her yerinde hâlâ yaşıyor ve yaşatılıyor. Ülkenin dört bir yanında caddelerde Refik Hariri’nin resimleri göze çarpıyor ve üzerlerinde “Seni unutmadık ki hatırlayalım… Bizim aramızdasın ve bizimlesin”, “Sana çok ihtiyacımız var” vb. yazıyor.


İç savaş sırasında bağlantısı tamamen kesilen Batı ile Doğu Beyrut’u ayıran caddenin yani Yeşil Hat’tın hemen batısına, klasik Osmanlı-Türk mimarisinin ve süsleme sanatının izlerini taşıyan Muhammedu’l-Emin Camii Refik Hariri tarafından inşa ettirilmiş (Foto 5-a). Kitabesine bakıyorum, daha yeni, 2008’de tamamlanmış; yani Hariri yaptırdığı bu görkemli camiyi görememiş. Beyrut’un sembolü olabilecek nitelikteki bu cami, mavi kubbesi ve (Beyrut’taki binaların çoğu gibi) toprak rengi dış cephesiyle, batısında masmavi Akdeniz ve iç tarafta boylu boyunca uzanan dağları ile sanki Lübnan’ın renklerini yansıtıyor. Hiçbir masraftan kaçınılmadığı her hâlinden belli olan caminin içi de görülmeye değer… Caminin hemen dışındaki büyük çadırın içinde Hariri’nin mezarı bulunuyor (Foto 6-a); resimleriyle ve çiçeklerle bezenmiş çadırda sürekli Kur’an-ı Kerim okunuyor. Burası aynı zamanda 14 Şubat 2005’teki suikastın ardından Lübnan muhalefetinin çadırlar kurarak gece gündüz bekledikleri ve eylemleriyle Suriye’ye yakın hükümeti düşürdükleri bölge. Denize doğru birkaç yüz metre ilerisi Şehitler Meydanı ve Şehitler Anıtı (Foto 5-a). Bu anıt Cemal Paşa’nın 1916’da Beyrut’ta Osmanlı aleyhine faaliyetlerinden dolayı idam ettirdiği Arap milliyetçisi gençleri sembolize ediyor. Tarihî hafıza bu kez idamların yerinde heykel olarak karşımıza çıkıyor. Heykellerdeki delikler de iç savaşın bir hatırası; zira burası, çatışmaların oldukça şiddetli yaşandığı bir bölgeden, Yeşil Hat’tın tam üzerinden geçiyor.


İç savaş sırasında çok büyük bir yıkıma uğrayan şehir merkezi, 1994’te kurulan Haririlerin Solidere şirketi tarafından bugün büyük ölçüde yeniden inşa veya restore edilmiş durumda. Şehitler Meydanı, Osmanlı mirası Hükümet Binası (Foto 4-a) ile Hamidiye Saat Kulesi, geleneksel Beyrut Çarşısı, St. George Maruni Kilisesi, Mar İlyas Katedrali, (Meclis binası [Foto 4-a] ve milletvekilleri ofislerinin yanı sıra kafeler, restoranlar, alışveriş merkezlerinin ve bir de tam ortasında saat kulesinin bulunduğu) Fransız tarzı Yıldız (Etoile) Meydanı (Foto 4-c), Roma’dan kalma beş büyük kolonun bulunduğu arkeolojik alan Solidere Projesi ile yeniden hayat bulan tarihî mekânlardan sadece birkaçı. Ayrıca oteller, iş merkezleri, bankalar, arkeolojik parklar, büyük apartmanlar vb. Solidere şirketi tarafından inşa edilmiş. İç savaşta harabeye dönen Beyrut’un merkezini modern bir şehir havasına büründürse de Solidere Projesi, binaların ve arsaların asıl sahiplerine sadece hisse dağıtılmış olması ve bazılarının mağdur edilmesi nedeniyle eleştiriler de alıyor.


Beyrut’un olay çıkma potansiyeli bulunan önemli kavşaklarında ve korunması gereken mekânlarda Lübnan askerleri tanklarla bekliyor. Bu bizim alışık olmadığımız bir durum. Öğreniyoruz ki 2005’ten evvel Suriye askerleri ve tankları aynı bölgelerde bekliyormuş... Lübnan askeri, polisi ve tanklarının fotoğraflarını çekmek yasak. Fotoğraflanması yasak olan sadece bunlar da değil. Osmanlı mirası hükümet binasını, röportaj için gittiğimiz Devlet Bakanı Halid Khabbani’nden aldığımız özel izinle ancak görüntüleyebiliyoruz. Fotoğraf çekme yasağı, önemli kişilerin yaşadığı sokakların girişinde geceleri kurulan barikatlar, kontrol noktaları gibi çeşitli güvenlik tedbirleri aslında anlaşılabilir. Zira özellikle 2005’ten itibaren ülkede başbakandan bakanlara, milletvekillerinden gazetecilere, ordu komutanı olması muhtemel iki numaralı generalden istihbarat görevlilerine kadar onlarca isim suikastlara kurban gitti. Önde gelen siyasetçiler, gazeteciler vb. suikast korkusuyla yurtdışına çıkarak uzun süre ülkeye dönemedi; kalan milletvekilleri ise güvenli otellere sığınarak evlerine gidemedi. Yaşanan her siyasi gerilimle oluşan korku atmosferi, cıvıl cıvıl Lübnan sokaklarını sessizliğe bürüdü. Dolayısıyla hâlihazırda herhangi bir gerginlik olmasa da güvenlik tedbirleri dikkat çekiyor.


Daha önceleri Beyrut sokaklarını donatan Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud ile Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın yan yana resimleri ile Hafız Esad’ın posterleri çoktan kaldırılmış. Uzun süre Lübnan’da bulunan Suriye’nin izlerini soruyoruz; Beyrut’taki Blue Age Oteli’ni gösteriyorlar, yani Suriye Muhaberat’ının sorgulama yaptığı yeri… Buradan Suriye muhalifi zanlılar, Bekaa bölgesindeki Ancar’da bulunan Muhaberat’ın merkezine, oradan da gerek görülürse Suriye’deki hapishanelere götürülüyorlarmış. Tabii ki Suriye’ye sorsanız bütün bunları inkâr eder.


Kuzey ve batıdan masmavi Akdeniz’in çevrelediği (Fo-to 9-a), tarihî eserleri ve doğal güzellikleriyle başkent Beyrut, büyük yıkımlar yaşamış olsa da, farklı renkleriyle ve insanı her an şaşırtan halleriyle görülmeye değer bir şehir.


Güney Lübnan


Beyrut’tan yola çıkıyoruz, Güney Beyrut’u geçip Güney Lübnan’a doğru gidiyoruz. Amacımız İsrail işgallerinin, özellikle de 2006 Savaşı’nın bölge üzerindeki etkilerini müşahede etmek; Lübnan-İsrail sınırını, Şebaa Çiftliklerini ve diğer önemli yerleri görmek; Hizbullah’ın bölgedeki etkinliğini gözlemlemek ve yetkilileriyle görüşmek. Lübnan’a gitmek için normalde vizeye gerek yok; ancak eğer Güney Lübnan’a gidilecekse daha baştan özel izin alınması gerekiyor.


Güney Beyrut’tan itibaren yol boyu bu defa Hizbullah lideri Şeyh Hasan Nasrallah’ın ve şehitlerin resimleri ile karşılaşıyoruz (Foto 13-a). Özellikle de üzerinde “Şehitlerimiz ulularımızdır” yazan İsrail suikastlarıyla şehit edilen örgütün lider kadrosunun yani Şeyh Ragıb Harb (1984), Abbas Musevi (1992) ve İmad Muğniye (2008)’nin resimleri dikkat çekiyor. Şam’da Şubat 2008’de İsrail suikastıyla şehit düşen, direnişin planlanmasında ve örgütlenmesinde en etkili komutan olan İmad Muğniye’nin resimlerinin üzerinde ise “Hesap kapanmadı, endişelenme… Hesap açıldı, asla kapanmayacak” yazıyor; bu da kanın yerde kalmayacağının ve İsrail’e benzer bir mukabele hakkını Hizbullah’ın hâlâ saklı tuttuğunun göstergesi. Arada tek tük Emel Hareketi’nin 2006 Savaşı’nda verdiği şehitlerin resimlerini de görmek mümkün. Güney Lübnan caddelerinde dikkatimizi çeken bir başka şey de tanklar. Bunlar 2000 senesinde tankını topunu bırakıp apar topar ülkeyi terk eden İsrail’e ait; şimdilerde Hizbullah’ın gücünün ve zaferinin birer sembolü olarak caddelerin kenarlarında sergileniyor (Foto 13-b). İsrail 2006 Savaşı’ndan sonra geri çekilirken bu kez geçmişten ders alarak tası tarağı toplamış, sergilenecek malzeme bırakmamış. Yol kenarlarında sergilenen bir başka şey de İsrail’e doğrultulmuş Hizbullah’a ait füzelerin maketleri (Foto 13-b). Bütün bunlar hem direnişin gücünün hem de İsrail’e karşı psikolojik savaşın birer parçası âdeta. Güney Lübnan’ın sınıra yakın bölgelerinde ise barışı sağlamak üzere gelen Lübnan ordusu ile UNIFIL askerlerini ve tanklarını görmek mümkün.


Güney Lübnan’ı baştanbaşa gezdik. Tıpkı Güney Beyrut’ta olduğu gibi burada da 2006’daki savaşın yaraları epeyce sarılmış. Savaşın izlerini taşıyan bina sayısı tahminimizden çok daha az. Bugüne kadar defalarca İsrail saldırılarına maruz kalan bölgede yeniden yapılan binaların önemli bir kısmının, dört duvar üstüne çatı yerine, estetik kaygılarla inşa edilmeleri ise dikkat çekici… İsrail saldırılarının en büyük zararı verdiği, taş üstünde taş bırakmadığı söylenen en güneydeki Bint Cübeyl’i gezdik. Binaların çoğu ya yeniden inşa edilmiş ya da inşaatlar hâlen devam ediyor; arada kurşun izleri olan, camları kırık, içi boş veya yıkık, yanık binaları görmesek şehrin İsrail’in ağır bombardımanıyla yerle bir olduğuna inanmayacağız. Bölgede inşaatlar için Hizbullah’a, İran’a ve Katar’a teşekkür yazan afişlerle karşılaşıyoruz. Bir de şehirde Nasrallah’ın resminin altındaki “Vefa şehri… Vefalı olmaya devam edeceğiz Seyyidimiz” ifadesi, bütün saldırılara rağmen halkın direnişe bağlılığının bir göstergesi olarak okunabilir. Zaten bu şehir, gösterdiği direnişle işgalci İsrail’in 18 senelik işgalinin ardından, 2000’de geri çekilmesinde etkili olmuş ve “direnişin başkenti” unvanını almıştı. Yolların kimi yerlerindeki çukurlar da İsrail bombalarından arta kalan izlerden.


Güney Lübnan’da sınıra yakın bir bölgede bulunan ve görünüşte işbirlikçi Güney Lübnan Ordusu’na bağlı olan, gözaltındakilere işkenceleriyle meşhur Khiam Gözaltı Merkezi’ndeyiz. Kapısında, işgalci İsrail’in 24 Mayıs 2000’de Lübnan’dan çekilmesine atıfla “25 Mayıs: Direniş ve Özgürlük Bayramı” yazıyor. İçeri girer girmez yerde füze parçaları görüyoruz; üzerlerinde “ABD’nin Lübnan halkına hediyesi”, “ABD yapımı”, “İsrail yenildi, direniş kazandı”, “Yeni Ortadoğu dizisi: Yapımcı İsrail, yönetmen ABD, yazan Lübnan’daki İsrail uşakları” yazıyor. Yakındaki bir panoda gözaltında hayatını kaybeden şehitlerin resimleri ve isimleri sıralanmış. Nasrallah’ın “Bugünler, Siyonist düşmanın hapishanelerinden esirlerimizi çıkarmanın direnişten başka imkânı olmadığını ispatlamıştır.” sözü de büyükçe bir panoya yazılmış. Hizbullah’ın müze hâline getirdiği gözaltı merkezini İsrail, işgal boyunca Güney Lübnan’da işlediği suçların izlerini silebilmek için 2006’da bombalayarak yerle bir etmiş (Foto 12-b). Bahçede sergilenen füzeler, füzeatarlar, ve askerî araçların da bir kısmı İsrail bombalarından nasibini almış (Foto 12-c). Khiam Gözaltı Merkezi’nin enkaza dönmüş hâli, bugün büyük ölçüde yeniden inşa edilmiş Güney Lübnan’ın 2006 Savaşı’ndan sonra ne hâle gelmiş olduğuna dair ipuçları veriyor; yani bu hâliyle de “Temmuz Savaşı müzesi” işlevini görüyor.


Lübnan-İsrail-Suriye sınırını (işgal altındaki Golan Tepeleri’nin batı tarafını) ve Şebaa Çiftlikleri’nin mevkiini görmek için Khiam Gözaltı Merkezi’nde tamamen enkaza dönmemiş tek binanın üstüne çıktık. Üç ülke sınırının birleştiği noktada eş-Şeyh (Hermon) Dağı yükseliyor. Bu dağın Lübnan eteklerinden, yani et-Taym Vadisi’nden önemli iki su kaynağı (Hasbani ve Vazzani nehirleri) İsrail’in kuzeyine akıyor. Yani bölgenin askerî-stratejik önemine bir de su gibi hayati bir mesele ekleniyor. Buradan, daha önce yolda giderken gördüğümüz hâkim bir tepenin üzerindeki Osmanlı Kalesi’nin kalıntıları da dikkatimizi çekiyor.


Yolda yeşillik bir tepede durup arabadan iniyoruz. Bu bölgedeki Gandhuriye köyünde 2006’daki savaşta çok şiddetli çatışmalar yaşanmış; köyü savunan 13 Hizbullah savaşçısından 11’i şehit düşmüş. Aşağımız Vadiu’l-Hicr. İsrail birlikleri bu vadiye helikopterle çıkarma yapmış; ancak Hizbullah onları pusuda yakalamış ve İsrail’in 40 Merkava ve Micra tankı burada Hizbullah savaşçıları tarafından imha edilmiş. Eğer İsrail burayı geçseydi Beyrut’a kadar ilerleyecekti diyorlar ve gururla ekliyorlar: “İsrail’in burada 40 tankını kaybetmesi üzerine Türkiye, İsrail ile yaptığı tank modernizasyon anlaşmasını iptal etti.”


Uzun süre Lübnan-İsrail (işgali altındaki Filistin) sını-rı boyunca ilerledik. Dikenli teller, kameralar, gözetleme yerleri… Kâh büyük siteler, kâh tek veya yan yana birkaç bina hâlinde Yahudi yerleşimlerinin Lübnan sınırına bu kadar yakın olduğunu görmek şaşırtıcı (Foto 12-a). Sınırda bir yerde duruyoruz, Lübnanlıların karşı tarafı görmeleri için özel bir yer yapılmış; buradan UNIFIL’e bağlı Endonezya askerleri eşliğinde işgal altındaki Filistin topraklarını izliyoruz. Yanı başımızda büyük bir Nasrallah posteri; İsrail’e meydan okurcasına üzerinde “Biz sürpriziz” yazıyor. Aslında yeni bir savaş ihtimaline karşı tetikte bekleyen Güney Lübnan, her hâliyle İsrail’e meydan okuyor.


Kuzeye yolculuk


Lübnan’da son günümüz. Beyrut’tan Trablus’a giderken Lübnan’ın karlı dağlarına da uğruyoruz. Bir yanda pek çok medeniyete ev sahipliği yapan Lübnan’ın tarihî eserleri, diğer yanda ülkenin batısı boyunca uzanan Akdeniz’in eşsiz güzelliği (Foto 9-c), diğer yanda zirveleri karlarla kaplı Lübnan Dağları (Foto 14-b)... Lübnan’ın niye çok fazla turist çektiğini anlamamak mümkün değil. Dağın zirvesinde teleferiğe binme ve kayak yapma imkânı da var. Cebel-i Lübnan’ın orta ve kuzey kısmı Hristiyan bölgeleri; yol boyunca gördüğümüz haçlardan, kiliselerden ve devasa İsa heykelinden de anlaşılıyor zaten (Foto 14-c). Dağın bir tepesinde Maruni patrikliğin merkezini uzaktan da olsa görüyoruz. Buradan Trablus’a doğru ilerliyoruz.


İç savaş sırasında diğer bölgelere nazaran çok daha az hasar gördüğünden olsa gerek Trablus’ta binalar daha eski. Bazı binaların duvarlarındaki hilal ve yıldızlar dikkat çeken bir başka unsur. Şehre girdiğimiz andan itiba-ren ise caddelerde bu kez Sünni siyasetçilerin seçim afişleri karşılıyor bizi ve tabii Refik Hariri’nin fotoğrafları. Birisinde Hariri’ye “Kalbimiz çarptıkça senin yolun devam edecek” yazıyor.


Trablus’ta Memlükler ve Osmanlı’dan kalma pek çok eser var, özellikle de camiler ve medreseler dikkat çeki-yor. Emir Seyfeddin Taynal Camii’ne (Foto 5-b) uğruyoruz. Memlüklerden kalma görülmeye değer, çok değerli bir cami. İnşası miladi 1325/hicri 726’da Melik Nasır döneminde tamamlanmış. İmam Türkiye’den geldiğimizi duyunca büyük bir memnuniyetle camiyi anlatmaya başlıyor. Çift merdivenli minaresinden çıkanların birbirini görmediğini gururla anlatırken, Edirne’deki Selimiye Camii’nin de bu şekilde üç merdiveni olduğunu söylediğimizde inanamıyor. Caminin minberi Selahaddin-i Eyyubi’den imiş (Foto 5-d) ve bunun bir benzeri sadece Kudüs’te Mescid-i Aksa’da varmış. Caminin içinde iki tarafta sıralanmış granit kolonlar ise Mısır topraklarından getirilen Romalıların eseriymiş. Caminin yan tarafını genişleterek medrese hâline getiren Osmanlı’yı büyük bir saygıyla anıyor imam. Bahçedeki tarihî eserleri ise vakit darlığından soramıyoruz. Cami, bahçesindeki hurma ağaçları ve yeşil kubbesi ile uzaktan Medine’deki Mescid-i Nebevi’yi hatırlatıyor.


Tarihin en eski dönemlerinden beri önemli bir doğal liman, gemi inşa alanı ve ticaret merkezi konumundaki Trablus’un her yeri uzun uzun gezilmeye değer. Dahası Sünnilerin çoğunlukta olduğu bu bölge Lübnan’ın en Osmanlı’sı. Trablus’un tarihî dokusunun kaybolmaması için şehrin ileri gelen aileleri tarafından özel bir itina gösterilmiş. Lübnan tarihine ilişkin Muhammed Ali Dunnâvî ile görüşmek üzere gittiğimiz Trablus’u hak ettiği kadar görme fırsatımız olamadı maalesef. Ama gördüğümüz kadarı bile bölgenin ne kadar “bizden” olduğunu ortaya koymaya yetiyor.

1 Haziran 2010 Salı

ORTADOĞU'NUN AYNASI LÜBNAN




NOT: Her hakkı mahfuzdur. Sadece kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.


ORTADOĞU'NUN AYNASI LÜBNAN
Yazar: Zahide Tuba Kor
ISBN: 978-975-00610-8-0
Birinci Basım Aralık 2009
İkinci Basım: Haziran 2011
Yayın Hazırlık: İHH Araştırma ve Yayınlar Birimi
Büyük Karaman Cad. Taylasan Sk.
No: 3 Fatih-İstanbul
Tel: 0212 631 21 21
Faks: 0212 621 70 51
Kapak: Salih Pulcu
Sayfa Düzeni: Ayşenur Gönen




Kitabın PDF'ine ulaşmak için TIKLAYINIZ

NOT: Lütfen kaynak göstermeden kitaptan alıntı yapmayınız. 


ÖNSÖZ

Uzun seneler Ortadoğu’ya ilgisiz kalan Türkiye’de özellikle Lübnan üzerine yapılan çalışmaların ve telif eserlerin sayısının çok az olması ciddi bir eksiklikti. Bu eksiklikten hareketle, İHH İnsani Yardım Vakfı Yayınları’nın “İslam Coğrafyası Serisi”nden 2006 senesinde çıkan Lübnan: İç Savaşların Gölgesinde kitabını sadece güncellemekle kalmadım, içeriğini mümkün olan en kapsamlı şekilde zenginleştirdim. Kitabın yenilenmesi çerçevesinde, 13-16 Mart 2009 tarihlerinde İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı’nın organizasyonunda Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirdim. Dolu dolu geçen dört günlük ziyaret sırasında edindiğim Lübnan’a dair intibalarıma “Gezi Notları” bölümünde yer verdim. Lübnanlı siyasetçiler ve akademisyenlerin yanı sıra Filistinli uzmanlarla yaptığım röportajların bir kısmını ekler bölümüne, bir kısmını ise dipnotlara ekledim. Ortadoğu’nun Aynası Lübnan, Lübnan’ı her yönüyle tanıtan kapsamlı ilk Türkçe çalışma mahiyetinde. Kitabın 400 sene Osmanlı hâkimiyeti altında birlikte yaşadığımız bu topraklara ilişkin bilgi açığını kapatması ve yeni çalışmalara vesile olması en büyük temennim.
Lübnan ziyaretimde katkısı olan İHH İnsani Yardım Vakfı ve yöneticilerine, bilhassa Lübnan ile bütün bağlantıları kuran ve ziyaretler sırasında tercümanlık yapan İHH’dan Hasan Aynacı’ya, bana refakat ederek yorucu bir gezide yükümü hafifleten sevgili kardeşim Mehmet Zahid Kor’a; ayrıca röportajlar için gerekli randevuları alan ve zamanlarını ayırarak Lübnan’ı gezdiren Kalkınma İçin İnsani Yardım Vakfı İşletme Müdürü Talal Hüseyin Mustafa’ya, el-Wayy Kurumu Başkanı İmad İbrahim Said’e ve Hizbullah’ın Sayda bölgesi sosyal işler sorumlusu Nasır Harb’a müteşekkirim.
Ayrıca, kapak tasarımını yapan Anlayış dergisi Görsel Yönetmeni Salih Pulcu’ya; farklı haritaları bir araya getirmek suretiyle kitabın çerçevesine uygun bir Lübnan haritasını hazırlamamda teknik destek veren ve kitabın sayfa tasarımını yapan Anlayış dergisi görsel ekibinden Ayşenur Gönen’e; yayın aşamasında emeği geçen İHH Araştırma Komisyonu’ndan Ümmühan Özkan’a; kişi isimlerini ve yer adlarını Arapça orijinallerinden Türkçeye aktarırken istişarelerde bulunduğum İslam Araştırmaları Merkezi’nden Dr. Suat Mertoğlu ve Dr. Salime Leyla Gürkan’a; 2005 ve 2006 senelerinde Lübnan’daki faaliyetleri sırasında çektikleri fotoğraflarını paylaşan İHH mensupları ile Nehru’l-Bârid Mülteci Kampı fotoğraflarını veren Şâhid İnsan Hakları Kurumu İşletme Müdürü Mahmud el-Hanefî’ye teşekkürlerimi sunarım.

Zahide Tuba Kor
Ekim 2009, İstanbul


İÇİNDEKİLER

Giriş 1

GENEL BİLGİLER
Coğrafi Konum 7
Nüfus Yapısı 8
    Lübnan’a Ait Nüfus Verileri 9
    Mezheplerin Coğrafi Dağılımı 10
Sosyoekonomik Durum 11
    Sosyoekonomik Göstergeler 11
    İktisadi Faaliyetler 12
    İktisadi Yapının Toplumsal Hayata Etkisi 15
Kültürel Hayat 16
    Dil 16
    Kültür 17
    Eğitim Sistemi 19

TARİHÎ SÜREÇ
Osmanlı Öncesi Dönem 25
Osmanlı Dönemi 28
Fransız Mandası Dönemi 34
Bağımsızlık Sonrası Dönem 38

LÜBNAN İÇ SAVAŞI (1975-90)
İç Savaşın Sebepleri 47
İç Savaşın Safhaları 50
    İç Savaşın İlk Safhası (1975-76) 50
    İç Savaşın İkinci Safhası (1977-82) 53
    İç Savaşın Üçüncü Safhası (1982-90) 55
Taif Anlaşması ve İç Savaşın Sona Ermesi 64
İç Savaşın Etkileri 65

SİYASİ HAYAT
Lübnan’da Siyasi Hayat 71
    Siyasi Oluşumlar 75
    Cumhurbaşkanlığı Seçimleri 82
Son Dönemde Yaşanan Siyasi Gelişmeler 85
    2006 Hizbullah-İsrail Savaşı (Temmuz Savaşı) 88
    Hizbullah-İsrail Savaşı’nın Ardından Lübnan’da Yaşanan Siyasi Gelişmeler 92
    2009 Genel Seçimleri 96

İNSAN HAKLARI İHLALLERİ
Genel Durum 105
İç Savaş Sonrası İnsan Hakları İhlalleri 106
İsrail İşgali Altındaki Topraklarda Yaşanan İnsan Hakları İhlalleri 110
Bazı Temel Haklar ve Hürriyetler 114
Filistinli Mültecilerin Temel Hak ve Hürriyetleri 117

ULUSLARARASI POLİTİKADAKİ YERİ
Genel Durum 129
Suriye ile İlişkiler 130
İsrail ile İlişkiler 133
Lübnan’da BM Varlığı 136
Türkiye ile İlişkiler 138
İslam Dünyası ile İlişkiler 141
ABD ile İlişkiler 144
AB ile İlişkiler 147
Sonuç 151

EKLER

EK I: Biyografiler 157

EK II: Gezi Notları 165

EK III: Röportajlar 179
Selim el-Hoss: “ABD-İsrail ile İran-Suriye çatışması Lübnan’a yansıyor” 183
Muhammed Sammak: “Problemlerin temel kaynağı siyasi, mezhep ihtilafı değil” 189
Muhammed Raad: “İç ihtilafların çözümü için önşart, direnişin desteklenmesi ve ABD’den uzak durulmasıdır” 194
İbrahim Ömer el-Mısrî: “Suriye’nin en büyük hatası, Lübnan’ı istihbaratına bırakmasıydı” 200
Muhammed Nureddin: “Lübnan’ın istikrarı iç değil, dış dinamiklerden kaynaklanır” 206
Timur Göksel: “Lübnan bir iç savaş daha kaldıramaz” 210
Emel I‘tânî, Vâil Saad, Mu‘in Menna‘: “Lübnan devleti mültecileri güvenlik meselesi olarak görüyor” 220
Mahmud el-Hanefî: “Nehru’l-Bârid Kampı’nın yıkılması ikinci Nakba’dır” 225
Abdurrahim Ebu Husayn: “Lübnan’da Osmanlı tarihi yazımı siyasallaşmıştır” 233

Kronoloji 239
Kaynakça 249
İndeks 257
Lübnan Fotoğrafları 263



GİRİŞ

“Lübnan” ismini, dağlarının zirvesini kaplayan karlara atfen Sami dillerinde “beyaz” manasına gelen veya bu manayı çağrıştıran “leban” kelimesinden almaktadır. Ancak isminin aksine, bu ülkenin iç çatışmalar ve dış müdahalelerle dolu son iki yüzyıllık tarihine karların beyazı değil, kanların kırmızısı damgasını vurmuştur.
400 yıllık Osmanlı hâkimiyetinin ardından 1920’de Fransa himayesinde kurulan Büyük Lübnan Devleti, 1943 yılında bağımsızlığını ilan etmiş; ardından ilk olarak 1958’de, daha sonra 1975-90 yılları arasında iç savaşlarla büyük bir yıkıma uğramıştır. İçerideki bitmek bilmez siyasi çekişmelerin yanı sıra bölgesel ve küresel güçlerin Ortadoğu’daki nüfuz mücadelelerini Lübnan üzerinden yürütmeleri nedeniyle iç ihtilaflar ve dış müdahaleler âdeta vaka-yı âdiyye hâline gelmiştir. Zira tarih boyunca “istenmeyen” dinî grupların sığınağı olmuş ve farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu küçücük coğrafya, birbirinden farklı idealleri, beklentileri ve çıkarları olan on sekiz etnik grubun ve dinî mezhebin mensuplarını barındırmaktadır. 19. yüzyıldan itibaren Avrupalılar, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de bölge ülkeleri arasında yaşanan nüfuz mücadeleleri nedeniyle dış güçlerin kozlarını paylaştığı bir alan hâline gelmesi, birliğe muhtaç bu topraklarda ayrılıkları daha da derinleştirmiş, düşmanlıkları arttırmıştır. Lübnanlı grupların, içerideki zayıflıkları nedeniyle dışarıdaki güçlere sırtlarını dayama ihtiyacı hissetmeleri de dış müdahalelerin dozunu arttırmıştır. Ortak “Lübnanlılık” kimliğine dayalı bir “ulus-devlet” olmaktan oldukça uzak, siyasi ve sosyoekonomik alanda paylaşımın adil olmadığı ülke, uyum ve işbirliğinden ziyade çatışma ve kaos dinamiklerini bağrında taşımaktadır. Bu hâliyle her an patlamaya hazır bir bomba gibidir.
Akdeniz’in doğusunda yer alan Lübnan, bölgenin önemli bir ticaret, turizm ve finans merkeziydi; hatta “Ortadoğu’nun İsviçre’si” olarak adlandırılmaktaydı. Arap dünyasında basın-yayın faaliyetlerinin öncüsü ve ilmî merkezlerden biriydi. Ancak sonu gelmez çatışmalar ve iç savaş, Lübnan’ın bu yönünü gölgede bırakmış; 1980’lerin sonlarına doğru uluslararası ilişkiler literatürüne yeni bir kavram girmiştir: “Lübnanlaşma”. Etnik ve dinî çatışmaların beraberinde getirdiği kaosu; siyasi, iktisadi ve toplumsal parçalanmışlığı ifade eden bu kavram, bugün benzer süreçlerle yüz yüze kalan ülkeler için de kullanılmaktadır.
Lübnan’da yaşanan hiçbir ciddi dönüşüm, küresel ve bölgesel gelişmelerden bağımsız değerlendirilemez. Nitekim Lübnan, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’dan koparak Fransız mandası hâline gelmiş, II. Dünya Savaşı sırasında bağımsızlığını kazanmış, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle on beş sene süren iç savaşa nokta konmuş ve “Taif sistemi” olarak da isimlendirilebilecek yeni bir döneme girmiştir. 11 Eylül (2001) saldırılarının ardından ABD Başkanı George W. Bush’un “teröre karşı küresel savaş” ilanıyla yaşanan küresel dönüşümden, Suriye’nin nüfuz alanı olan Lübnan da payına düşeni 2004 Eylül’ünden itibaren almaya başlamış ve hâlihazırda çökmüş bulunan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin en önemli ayaklarından birisi hâline gelmiştir.
2005-2008 döneminde suikastlar, Suriye’nin askerî birliklerini geri çekmesi, İsrail ile savaş, bir Filistin mülteci kampının ağır tahribatına yol açan çatışmalar, siyasi krizler ve Batı Beyrut’ta kısa ancak kanlı bir iç çatışmaya sahne olan Lübnan, iç savaştan bu yana en sıkıntılı günlerini yaşamıştır. Ülke, Batı’nın ve “ılımlı Arap” ülkelerinin desteklediği 14 Mart ittifakı ile Suriye ve İran’ın destek verdiği 8 Mart ittifakı arasında kutuplaşmıştır. Lübnan’da son bir buçuk senedir rahatlama söz konusudur. Ancak bu rahatlama geçicidir; çünkü Arap-İsrail çatışmasından ABD-İran/ABD-Suriye rekabetine, Sünni-Şii geriliminden Filistin meselesine kadar tüm bölgesel problemlerden etkilenen ve onları etkileyen, kısaca “Ortadoğu’nun bir aynası” olan Lübnan’ın kaderi, yine bölgede söz sahibi olmak isteyen dış güçlerin pazarlık masalarında şekillenecektir. Tıpkı Lübnan tarihi boyunca olduğu gibi…
Bu kitap, bitmek bilmez iç ihtilaflar ve dış müdahaleler sebebiyle maddi-manevi oldukça ağır bedeller ödeyen Lübnan’ı coğrafyası, nüfus yapısı, sosyoekonomik durumu, kültürel hayatı, tarihi, iç savaşları, siyasi hayatı, insan hakları ihlalleri ve uluslararası politikadaki yeri ile birlikte bir bütün olarak konu almaktadır. Ayrıca gezi notları ve fotoğraflar ile Lübnan’a içeriden bir bakış sunarken; bu ülkedeki siyasetçilerden akademisyenlere, gazetecilerden araştırmacılara kadar çeşitli isimlerle yapılan önemli röportajlara yer vererek bizzat Lübnanlıların kendi görüşlerini de yansıtmaktadır. Bu hâliyle kitap, “Ortadoğu’nun aynası” olan Lübnan’ı her yönüyle tanıtmayı amaçlamaktadır.
William Quandt’ın, ABD Başkanı Ronald Reagan’ın ilk döneminde (1981-84) Lübnan politikasındaki başarısızlığını ele aldığı, “Reagan’s Lebanon Policy: Trial and Error” başlıklı makalesinin ilk satırları oldukça dikkat çekicidir: “Lübnan hırslı bir öğretmendir. Onun karmaşık gerçekliğini görmezden gelmeye çalışanlar -ister İsrailli büyük teorisyenler ve Washington’daki yeterli bilgi sahibi olmayan iyimserler olsun, isterse Lübnanlı hırslı politikacılar-, ekseriyetle ağır bir bedel ödemek zorunda kalırlar…” Hakikaten farklılıklarıyla ve kendine mahsus özellikleriyle dikkat çeken Lübnan, kendi gerçekliğini dikkate almayan yerli ve yabancı bütün güçleri hep hayal kırıklığına uğratmış; kendisini kana bulayanlara zamanı geldiğinde bunun bedelini ödetmiştir. Ne Lübnan’ın karmaşık iç yapısını ne de Ortadoğu’daki gelişmeleri ve güç dengelerini göz ardı edenler, bu ülkeye dair isabetli analizler yapıp ürettikleri politikalarında hedeflerine ulaşabilirler.



RÖPORTAJLAR


Ziyaretimiz sırasında Lübnanlı siyasetçiler ve akademisyenlerin yanı sıra Filistinli uzmanlarla görüştük. Ancak görüştüğümüz bütün Lübnanlı şahısların Sünniler ve Şiiler olduğunu belirtmekte fayda var; zira Dürzi liderlerden Kemal Canbulat ve Hristiyan iki bakan ile olan randevularımız, 14 Mart günü öğleden sonra Beyrut’ta 14 Martçıların kutlama törenleri olduğu için, saatlerin ayarlanamaması nedeniyle maalesef gerçekleşemedi. Lübnan’da görüştüğümüz isimler şunlardı:

- Eski Başbakan Selim el-Hoss,
- Daha önce adalet ve eğitim bakanlığı yapan Devlet Bakanı Halid Khabbani,
- 8 Mart grubu liderlerinden ve Hizbullah’ın meclisteki grup başkanı Milletvekili Muhammed Raad,
- Eski Başbakan Refik Hariri’nin danışmanlarından, Hristiyan-Müslüman Diyalog Komitesi ile İslam Zirvesi Genel Sekreteri Muhammed Sammak,
- Cemaat-i İslami Genel Sekreteri İbrahim Ömer el-Mısrî,
- Barış gücü UNIFIL’in eski sözcüsü ve Beyrut Amerikan Üniversitesi Öğretim Üyesi Timur Göksel,
- Lübnan Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Muham-med Nureddin,
- Ez-Zeytune Merkezi’nde araştırmacı olarak görev yapan Mu‘in M. Menna‘, Emel M. I‘tani ve Vail A. Sa‘d,
- Şâhid İnsan Hakları Kurumu’nun işletme müdürü Mahmud el-Hanefi,
- Sâbit Geri Dönüş Hakkı için Filistinli Örgütü’nden Ali Huveydi,
- Hizbullah’ın Güney Lübnan yetkililerinden Kâzım Harb,
- Lübnan eski Milletvekili ve Beytu’z-Zekât Başkanı Muhammed Ali Dunnâvî.

Lübnanlı siyasetçi ve akademisyenlerle Lübnan İç Savaşı’nı ve etkilerini; mevcut siyasi hayatı belirleyen Taif sistemini ve mezhepçi siyasi yapıyı; dış güçlerin müdahalelerini; Refik Hariri dönemini; 2005’ten bu yana yaşanan siyasi gerilimleri ve 8 Mart ile 14 Mart grupları arasındaki kutuplaşmayı; Suriye-Lübnan ilişkilerinin geçmişini ve bugününü; 2006’da Hizbullah ile İsrail arasında cereyan eden savaşı, Hizbullah’ın direnişine bakışlarını, silahsızlanma tartışmalarını ve Mayıs 2008’de Beyrut’ta yaşanan kanlı olayları; Haziran 2009’daki genel seçimlerin önümüzdeki siyasi sürece muhtemel etkilerini; Türkiye’nin Ortadoğu’ya ve Lübnan’a yönelik politikalarına ilişkin görüşlerini ve Lübnan sokaklarındaki Türkiye imajını vb. konuştuk. 1979’dan bu yana Lübnan’da yaşayan Timur Göksel, iç savaştan bugüne Lübnan siyasetine ve toplumuna dair değerlendirmelerini dışarıdan bir gözlemci olarak aktardı ve görev yaptığı BM barış gücü UNIFIL’i anlattı. Filistinli uzmanlara ise Lübnan devletinin geçmişten bugüne mültecilere yönelik politikalarını, Filistinlilerin temel problemlerini ve çözülememe sebeplerini, iç savaştan ve İsrail işgalinden nasıl etkilendiklerini, Lübnanlıların mültecilere bakışını, Nehru’l-Bârid Kampı’nda yaşananları sorduk.

Ayrıca bir sempozyum için İstanbul’a gelen Beyrut Amerikan Üniversitesi, Tarih&Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Abdurrahim Ebu Husayn ile de Lübnan tarihi ve Lübnanlıların Osmanlı’ya bakışı üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.




"LÜBNAN, ORTADOĞU'NUN BİR AYNASI"
Z. Tuba Kor ile söyleşi
Anlayış Dergisi, Sayı: 82, Mart 2010
Konuşan: Fatmanur Altun

 
Türk kamuoyu Lübnan’ı tanımıyor. Zihinlerde medyanın da desteğiyle oluşan, bombaların patladığı, yakılmış-yıkılmış binaların yer aldığı, karmakarışık bir Lübnan imajı var. Siz bu imajları aşan bir çalışma ortaya koydunuz. Lübnan’a olan ilginiz nereden doğdu ve neden böyle bir çalışma kaleme aldınız?
Yüksek lisansta Ortadoğu’nun klasik konularının dışına çıkma isteğimle bağlantılı olarak hazırladığım Lübnan İç Savaşı’na dair iki ödevle başladı Lübnan maceram. Araştırdıkça Lübnan beni kendisine çekti. Çünkü klasik ulus-devlet mantığıyla anlaşılamayacak, oldukça karmaşık ve farklı bir yapı, bir tezatlar ülkesi... Ardından İHH İnsani Yardım Vakfı’nın “İslam coğrafyası” serisi için yazdığım Lübnan: İç Savaşların Gölgesinde kitabı Mart 2006’da yayınlandı. 2008’de üçüncü baskı için güncelleme talebi geldiğinde, kitabı yeniden yazmayı tercih ettim. Çünkü bu süreçte Lübnan’a ilişkin kapsamlı bir Türkçe kitaba ihtiyaç olduğunu değişik vesilelerle defalarca müşahede ettim. Gerek dış politikada gerekse akademik camiada yıllarca ihmal edilmiş olmasının da etkisiyle Lübnan’a dair hatırı sayılır bir literatür oluşmamıştı, her ne kadar son birkaç senedir bu ülkeyi konu alan önemli bazı yayınlar yapılmış olsa da.
Ortadoğu’nun Aynası Lübnan’da bu ülkeyi coğrafyası, nüfus yapısı, sosyo-ekonomik durumu, kültürel hayatı, tarihi, siyasi hayatı, iç savaşları, insan hakları ihlalleri ve uluslararası politikadaki yeri ile birlikte bir bütün olarak ele aldım. Kitap çalışması bağlamında Mart 2009’da Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirmiştim. Hem Lübnanlı siyasetçiler ve akademisyenler ile Filistinli uzmanlarla yaptığım röportajlara hem gezi notları ile fotoğraflara yer vererek, okuyucuya içeriden bir bakış da sunmuş oldum.

Kitabınızın başlığı Ortadoğu’nun Aynası Lübnan. Lübnan neden Ortadoğu’nun aynası? Bu temsil kabiliyeti nereden geliyor?
Lübnanlıların bizzat kendileri ülkelerini “Ortadoğu’nun aynası” olarak nitelendiriyorlar. Aslında Lübnan’ın beni kendisine çeken özelliklerinden biri de buydu. Lübnan’daki her iç karışıklığın, bölgede bir karşılığı vardır mutlaka. Mesela son 5-6 yıldır Lübnan’da yaşanan bütün krizler ve çatışmalar, aslında Arap-İsrail çatışmasından ABD-İran/ABD-Suriye rekabetine, Sünni-Şii geriliminden Filistin meselesine kadar tüm bölgesel problemlerin ve kutuplaşmaların birer izdüşümü. Çünkü 4 milyon nüfuslu Lübnan, 18 etnik grup ile dinî mezhebe ev sahipliği yapıyor. Bu parçalanmış yapıda herhangi bir grup salt kendi gücüyle rakipleri karşısında ayakta duramayacağı için bölgenin ve uluslararası sistemin hâkim güçlerine dayanmaya çalışıyorlar ki bu da dış güçlerin birbirleriyle Lübnan üzerinden kozlarını paylaşmalarına neden oluyor.
Milliyetçilik ideolojisinin özellikle Ortadoğu’da çok yıkıcı etkileri olduğu artık tartışma götürmeyen bir gerçek. Lübnan özelinde milliyetçiliğin etkisi kendisini nasıl gösterdi?
Lübnan’da kimlik-kültürel aidiyet tartışmalarının da kaynağı olan iki tür milliyetçilik akımı söz konusu: Sünnilerin başı çektiği klasik Arap milliyetçiliği ile Hıristiyan Marunilerin ortaya attığı Lübnan milliyetçiliği. İlk akım, Lübnan’ın Arap dünyasına aidiyeti konusunda ısrarcı olurken ve hatta başlangıçta Suriye’yle birleşmeyi savunurken; diğeri, tarihî olarak Fenikelilerin, kültürel olarak da Batı’nın bir devamı oldukları iddiasındaydılar. Bu iki akım, manda döneminden itibaren uzun seneler ülkedeki gerilim ve çatışmaların temel kaynağı oldu.
Lübnan’ın son yüzyıllık tarihi içerisinde kaderini belirleyen birkaç dönüm noktasını ifade etmemiz gerekse hangi başlıklar öne çıkar?
Lübnan’ın bütün dönüm noktaları, küresel ve bölgesel çapta yaşanan önemli gelişmelerle birebir örtüşüyor. Bu bağlamda I. Dünya Savaşı sonunda Fransız mandası hâline geldi, II. Dünya Savaşı sırasında bağımsızlığını kazandı, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle 15 sene süren iç savaşa nokta kondu. 11 Eylül sonrasının yeni dünya düzen(sizliği) de Lübnan’ı 2004-2005’ten itibaren sarsmaya başladı. Özellikle iç savaş sonrası döneme başbakan olarak damgasını vuran Refik Hariri’nin 2005’te suikasta kurban gitmesi Lübnan’ı çok derinden etkiledi.

Lübnan’ın içinde bulunduğu durumu, 11 Eylül sonrası ABD’nin bölgedeki faaliyetleri çerçevesinden nasıl okumak gerekiyor?
11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin uygulamaya koyduğu “teröre karşı küresel savaş” stratejisi ve “Büyük Ortadoğu Projesi”nin Lübnan ayağında, Suriye’nin askerî ve istihbarat gücünü tasfiye etmek, Suriye yanlısı siyasi iktidarı değiştirmek ve İsrail’i tehdit eden Hizbullah ile Filistinli direniş örgütlerini silahsızlandırmak öngörülüyordu. ABD (İsrail)-AB-“ılımlı” Arap ülkeleri ekseni ile İran-Suriye ekseni arasındaki bölgesel nüfuz mücadelesi, Lübnan’a 2005-2008 döneminde iç savaştan bu yana en sıkıntılı günlerini yaşattı: Suikastlar, Suriye’nin askerî birliklerini geri çekmesi, İsrail ile savaş, bir Filistin mülteci kampının ağır tahribatına yol açan çatışmalar, siyasi krizler, Batı Beyrut’ta kısa ancak kanlı bir iç çatışma… Sonuç ne oldu derseniz, aşağı yukarı başa dönüldü. Herhangi bir grubu, hele de Hizbullah’ı dışlayarak siyasi istikrarın sağlanamayacağı; askerlerini çekse de Suriye’nin denklemden çıkarılarak Lübnan’ın istikrara kavuşamayacağı bir kez daha görüldü.
Obama sonrası dönemde Lübnan için neler değişti?
Mayıs 2008’de Beyrut’taki çatışmaların ve cumhurbaşkanlığı krizinin çözülmesinin ardından Lübnan zaten sakinleşmişti. Kritik aşama 7 Haziran 2009’da yapılan genel seçimlerdi ki Hizbullah ve müttefiklerinin galip çıkmaması ve statükonun değişmemesi, Obama yönetimine rahat bir nefes aldırdı. Obama’nın, ABD’nin Suriye ve İran politikasını yumuşatması ve ardından Suudi Arabistan ile Suriye arasındaki buzların erimesi sayesinde Lübnan’da Kasım ayında bir milli mutabakat hükümeti kurulabildi. Şu anda Lübnan’da tansiyon düşmüş durumda; ama İran’a yönelik muhtemel bir saldırı, Lübnan’ı bir kez daha karıştıracaktır.
İsrail’in özellikle son dönemde tırmanışa geçen saldırgan tutumu ve Gazze saldırısı sonrası oluşan yeni dengelerde Lübnan’ın durumu ne şekilde beliriyor?
Öncelikle şunu belirteyim, geçmişte de bugün de İsrail’in Suriye ve İran ile mücadelesinde kuzey komşusu Lübnan hep bir fiilî veya potansiyel çatışma alanı olageldi. Son yıllarda bölgede İran lehine değişen dengeler ve Tahran’ın nükleer güç olma yolunda ilerlemesi, İsrail’i çok rahatsız ediyor. Nükleer çalışmalarını bahane ederek İsrail, İran’a karşı herhangi bir çılgınlığa girişmek isterse eğer, öncelikle yanı başındaki temel tehdidi yani Hizbullah’ı bir şekilde bertaraf etmesi gerekir ki önceki girişimleri hep fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Geçen sene Lübnan’da görüştüğüm Hizbullah yetkililerinin, İsrail’in yakın gelecekte yeni bir savaş açacağı beklentisinde olduklarını da bu vesileyle vurgulamak isterim.

Kitabınızda Lübnan’daki insan hakları ihlallerine ilişkin müstakil bir bölüm mevcut. Lübnan’ın insan hakları çerçevesinden resmini nasıl görüyorsunuz?
İşgalin, savaşın ve iç çatışmanın vurduğu bütün coğrafyalar aslında insan hakları ihlalleriyle maluldür. Bu kaçınılmaz bir akıbet. 15 sene iç savaş yaşayan, 29 sene Suriye’nin ordusu ve istihbaratıyla perde arkasından ülkeyi yönettiği/yönetmeye çalıştığı, 18 sene bilfiil İsrail işgaline uğrayan Lübnan’da insan hakları ihlallerinin boyutunu varın siz düşünün... 2005’ten bu yana yaşanan istikrarsızlığa paralel olarak ülkede ihlaller yeniden arttı. Ama bugün Lübnan’da ihlallerin en ağırını, ülkenin istikrarına ve güvenliğine yönelik bir tehdit olarak görülen ve bu nedenle hayat alanları iyice daraltılmış olan Filistinli mülteciler yaşıyorlar. Onların içler acısı haline kitapta genişçe yer ayırdım.

Bunca yıldır iç savaşların gölgesinde yaşayan Lübnan’dan ne gibi dersler çıkarılabilir?
Lübnanlılar 15 sene birbirleriyle savaştı; yüz binlerce kişi öldü, yaralandı ve ülke yerle bir oldu. Lübnan tecrübesi, ihtilafların -ne kadar derin olursa olsun- sahada silahla, kan dökerek çözülemeyeceğine; er geç masada müzakere edilmek zorunda kalınacağına dair bütün dünyaya bir ders mahiyetinde. Ayrıca Lübnan’ın yakın tarihi, dış güçlerden alınan destekle yola çıkanların, çatışanların er geç hayal kırıklığına uğrayacaklarına dair pek çok örnekle dolu. Yine de şunu eklemek isterim; Osmanlı tecrübesine rağmen Türkiye’nin her alanına sinmiş “tek tipleştirme” politikalarından ve “tekçi” anlayıştan sonra Lübnan’da çok-kültürlü hayatı incelemek gerçekten hoş.

HAMAS'IN İKTİDAR TECRÜBESİ

SİYONİZM DÜŞÜNDEN İŞGAL GERÇEĞİNE FİLİSTİN (İHH İnsani Yardım Vakfı Yayınları, 2009, 6. baskı) adlı kitapta Zahide Tuba Kor tarafından kaleme alınan bir bölümdür (s...).



NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.





Gazze’den çekilmenin Filistin ve İsrail iç siyasetine etkisi

İsrail’in kuruluşundan itibaren Araplarla yaptığı tüm savaşlara aktif olarak katılan ve pek çok katliama imza atan, siyasete girmesinin ardından tüm barış girişimlerine en sert tepkileri gösteren ve başbakanlığı döneminde Filistinlilere karşı tavizsiz mücadelesiyle hafızalarda yer eden Şaron’un Gazze’den tek taraflı olarak çeklime kararı, gerek İsrail’de gerekse Filistin’de iç siyasi dengeleri altüst etti.

Gazze’den çekilmeye karşı olanların gerek meclis içinde gerekse sokaklarda başkaldırdığı bir ortamda, 21 Kasım’da İsrail meclisi kendisini feshetme ve erken genel seçim kararı aldı. Aynı gün Şaron, partisinden istifa edeceğini ve yeni bir parti kuracağını ilan etti. Aralık’ta 32 yıllık partisinden ayrılarak Kadima (İleri)’yı kurdu. Ocak ayında ise geçirdiği beyin kanamasının ardından komaya giren Şaron’un son siyasi oyunu yarım kaldı. Mart ayında yapılan seçimleri, ABD’nin tam desteğini alan ve “kendi kaderlerini ancak kendilerinin tayin edebileceği” söylemiyle “kalıcı sınırları tek taraflı belirleme”yi vaat eden Kadima kazandı. Seçimleri bir nevi referanduma da dönüştüren Şaron’un vârisi Olmert’in bu tek taraflı çekilme propagandası, Kudüs de dahil olmak üzere Batı Şeria’nın en az %42’sinin ilhakını içeriyordu. Şaron’un eski partisi Likud ise tarihinin en ağır yenilgisini alarak beşinci sırada seçimleri tamamlıyordu.

Filistin’de ise yepyeni bir süreç başlıyor, el-Fetih’in siyasi alandaki hakimiyeti çatırdıyordu. Aslında bu süreç 2005 yılı başlarına kadar götürülebilir. Zira Mahmud Abbas’ın başkan seçilmesinin ardından İsrail’e karşı geçici ateşkesi kabul ederken HAMAS siyasallaşacağının sinyallerini vermişti. Ve HAMAS, önce 2005 yılı boyunca dört aşamada yapılan ülkenin ilk belediye seçimlerinde el-Fetih’in kalelerini bir bir aldı; ardından da Değişim ve Reform Listesi adı altında girdiği 25 Ocak 2006’daki genel seçimlerde hiç beklenmedik bir çıkış yaparak 132 sandalyeli mecliste %60’ın üzerinde bir oy oranıyla 74 milletvekilliği çıkardı. 1960’lı yıllardan beri Filistinlilerin temsilciliğini üstlenen ve 1994’te Filistin Özerk Yönetimi’nin kurulmasından itibaren tek başına ülkeyi yöneten el-Fetih ise ancak 45 sandalye alarak büyük bir şok yaşadı. Diğer küçük partiler ve bağımsız adaylar 13 sandalye kazandı.

Seçimlere katılmasına müsaade edilirken aslında kendisine ana muhalefet rolü biçilen HAMAS’ın tek başına iktidar olacak ölçüde Filistin halkından destek almasının sebepleri nelerdi? 1987’de patlak veren Birinci İntifada’dan bu yana işgale karşı silahlı direnişin temel aktörü olan HAMAS, eğitim, sağlık ve sosyal faaliyetler, şehit ve gazi ailelerine yönelik yardımlar ve diğer hayır faaliyetleri ile toplumsal tabanını genişletmiş ve halkın güvenini kazanmıştı. 12 yıldır ülkeyi yöneten el-Fetih’in halka vaat ettiği bağımsızlığı ve güvenliği sağlayamaması, üstelik adının artık yolsuzluk ve adam kayırma ile özdeşleşmesi sebebiyle güven kaybetmesi, efsanevi lideri Arafat’ın Kasım 2004’te vefatının ardından yerine güçlü bir ismin geçememesi ve tabii İsrail’in geri çekilmesinin ardından Gazze’de sergilenen yönetim zafiyeti HAMAS’ın önünü açtı. Örgütün iç ve dış ilişkileri geliştirme, idari ve hukuki reform, yolsuzlukla mücadele ve İslami bir siyasi çizgi takip etme gibi iç siyaset odaklı vaatleri de halkın beklentileriyle örtüştü. Seçimlerden sadece dört ay evvel İsrail’in HAMAS’ın kalesi olan Gazze’den çekilmek zorunda kalmasının örgütün başarılı direniş hanesine yüklenmesi de bu denli yüksek oy almasında etkili oldu. Seçimleri erteleme ve HAMAS’ı seçimlere sokmama girişimleri ile ABD, AB ve İsrail’in HAMAS’ın yer alacağı bir Filistin hükümetini tanımayacaklarını daha baştan ilan etmeleri halkın örgüte olan teveccühünü arttırdı. Zira her ne kadar el-Fetih uluslararası alanda Filistinlilerin “meşru temsilcisi” olarak muhatap alınıyor ve destekleniyor olsa da, Filistinli seçmenler, yakından tanıdıkları, kendi içlerinden çıkan ve kendi dertleriyle hemhâl olan HAMAS adaylarını, bugüne kadar halkın menfaatlerini pek de göz etmeyen “meşru temsilcileri”ne tercih ettiler.

Ne var ki HAMAS’ın ve ona oy veren kitlenin iktidar sevinci pek de uzun sürmedi. Zira sadece Filistin’in değil bütün Arap ve İslam dünyasının gelmiş geçmiş bu en dürüst ve adil seçiminin sonuçlarını içine sindiremeyen, HAMAS iktidarıyla çıkarları zedelenen ve hesapları altüst olan iç ve dış odakların (özellikle İsrail, ABD ile el-Fetih içinden bir grubun) el ele vermesiyle ya HAMAS’ı “ılımlılaştırmak” ya da hükümetten düşürmek üzere düğmeye basıldı. Örgütün şiddetten vazgeçmesi, İsrail’i tanıması ve mevcut anlaşma ile (Yol Haritası gibi) yükümlülükleri kabul etmesi, kısaca “el-Fetihleşmesi” istendi; aksi takdirde uluslararası diplomatik ve ekonomik tecritle tehdit edildi. İsrail’in saldırı ve katliamlarının yanı sıra iç çatışmalarla geçen bu süreçte HAMAS’ın, önüne konan her iki seçeneğe de direnmesi ve kolaylıkla harcanabilir olmadığını ispatlaması, bir yandan örgütün dışlanarak el-Fetih’le yeni bir barış sürecinin başlatılmasına, öte yandan ateşkes için dolaylı da olsa muhatap alınmasına yol açtı. Özellikle İsrail’in 2008 yılı sonunda başlattığı ve yeni katliamlara imza attığı Gazze saldırısında örgütün gösterdiği direniş, HAMAS’sız bir çözümün mümkün olamayacağını bir kez daha ispatladı tüm dünyaya. Bu bakımdan barış süreçlerinin ele alındığı bu bölümde bir parantez açarak HAMAS’ın üç yıllık iktidar tecrübesini değerlendirmek gerekir.

 
HAMAS’ın iktidar tecrübesi

HAMAS’ı iktidara gelirken oldukça zorlu bir süreç bekliyordu. Dış güçler ile içerideki güç odaklarının, birbirlerinin oyunlarını tamamlayıcı mahiyetteki müdahaleleri, daha HAMAS hükümeti kurmadan evvel başladı. Hükümetin uluslararası kamuoyunda tanınması ve muhatap alınmasının yanı sıra Filistin ekonomisini ayakta tutan yıllık 2 milyar dolar civarındaki dış yardımların devamı, örgütün direnişi bırakıp İsrail’i tanıması şartına bağlandı Ortadoğu Dörtlüsü tarafından. İsrail, HAMAS mensubu bakan ve milletvekillerinin Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasındaki geçişini engelleme kararı aldı; Filistin yönetimine ait aylık 45 milyon doları bulan gümrük ve vergi gelirlerinin ödenmesini askıya aldı. Filistin’de ise bir önceki meclisin giderayak aldığı son kararla, İçişleri Bakanlığının görevleri budandı, sınır ve geçiş noktalarının denetimi ile güvenlik birimlerinin kontrolü Devlet Başkanı Mahmud Abbas’a devredildi. Kısaca yönetime geldiği anda (28 Mart 2006) kucağında 750 milyon dolar borçla boş bir hazine ve yetkileri elinden alınmış bakanlıklar bulan HAMAS hükümeti, devreye sokulan ekonomik ve diplomatik ambargolarla geri adım atmaya ve istifaya zorlandı.

HAMAS ambargoları başlangıçta sükunetle karşıladı. Zaten yıllardır hayatta kalma mücadelesi veren Filistinliler için bu tehditlerin hiçbirisi yeni değildi. İsrail, el-Fetih yönetimine karşı da gümrük vergileriyle yardımların dondurulması ve Batı Şeria ile Gazze arasındaki geçişlerin engellenmesi gibi taktikleri uyguluyor; hatta Yaser Arafat gibi bir sembol ismi dahi karargahında tecrit ediyordu. HAMAS’ın Batı’nın ambargolarını aşmada en büyük umudu, kendisine yardım sözü veren Arap ve İslam ülkeleriydi. Ancak Hamas’ın attığı her adım ABD ve İsrail’in “teröre karşı mücadele” kampanyasına takıldı. Toplanan paralar, ABD’nin “HAMAS’a kaynak aktaran bankalara teröre destek verdikleri gerekçesiyle yaptırım uygulanacağı” tehdidinin ardından hükümete ulaştırılamaz hale geldi. HAMAS yetkililerinin bu sorunu çözmek üzere gittikleri ülkelerde verilen paraları bizzat sınırdan geçirme girişimleri ise çoğu zaman Mısır polisine takıldı. Yine HAMAS’ın, mevcut güvenlik güçlerinin Abbas’a bağlı olduğu ve sık sık hükümete karşı başkaldırdıkları bir ortamda, içeride asayişi sağlamak üzere İçişleri Bakanlığı bünyesinde kendi özel güvenlik birimini kurması gerilimi daha da tırmandırdı.

Bu kadarla da kalmadı. Henüz üçüncü ayını dolduran HAMAS hükümeti, bir de beş ay boyunca İsrail’in 400’ü aşkın Filistinliyi şehit edip yaklaşık 1.000’ini de yaraladığı saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. İsrail’in Haziran ayında HAMAS’ın yeni güvenlik şefini suikastla öldürmesi ve Beyt Lahiya plajında piknik yapan bir aile başta olmak üzere ardı ardına sivillere yönelik katliamları, bütün dünyanın tepkisini çekerken, HAMAS da 16 aydır sürdürdüğü tek taraflı ateşkesi 10 Haziran’da bozmuştu. 25 Haziran’da Filistinli üç ayrı direniş grubunun beraberce, İsrail’in bütün askeri doktrinlerine ve güvenlik tedbirlerine adeta meydan okuyan bir yöntemle (Mısır’dan Gazze’ye kargo sevkıyatında kullanılan Kerem Şalom geçiş noktasına yeraltından bir tünelle sızarak) düzenlediği şok baskın ve iki İsrail askerini öldürüp birini kaçırmalarının ardından İsrail üç gün sonra HAMAS’a savaş ilan etti. Kaçırılan bir askerine karşılık, bakanların üçte biri ile milletvekillerinin dörtte birini tutuklayarak hükümetin elini kolunu bağlamaya ve Filistin meclisini işlevsiz hale getirmeye çalıştı. Yine İsrail Filistin bankalarına ve döviz bürolarına baskınlar düzenleyerek “terör eylemlerine finansman sağladıkları” iddiasıyla milyonlarca dolara el koydu. Ambargo altında inleyen halka insani yardım ulaştıran kuruluşlara baskınlar düzenledi, bazı kuruluşları kapattırdı.

Bu süreçte ekonomik ve diplomatik ambargolarla HAMAS’ı tedip etmeye çalışan ABD, “ılımlı cephe”ye dahil ettiği HAMAS muhaliflerini ve el-Fetih’e bağlı güvenlik birimlerini güçlendirmek üzere milyonlarca dolarlık nakdi ve askeri yardım yapmayı ihmal etmedi.

Bu süreçte HAMAS yönetimini sadece Batılı güçlerin ambargoları ve İsrail saldırıları zorlamadı. Sık sık el-Fetih mensuplarının tahrikleriyle ve Filistin lideri Abbas’ın referandum kartından erken seçime kadar çeşitli tehdit ve şantajlarıyla da mücadele etti. Yönetimin ve güvenlik birimlerinin her alanına tam manasıyla hakim olan el-Fetih mensupları, verilen emirleri yerine getirmezlerken maaşların ödenememesini bahane ederek Haziran 2006’dan itibaren sık sık sokaklara döküldüler, grevler yaptılar, hükümet binaları ile meclisi bastılar, hatta Başbakan İsmail Heniyye dahil HAMAS yetkililerine yönelik saldırılarda bulundular. HAMAS’ın oluşturduğu güvenlik birimlerinin müdahalesiyle gerilim daha da tırmandı ve özellikle sonbahardan itibaren çatışmalar çığırından çıktı

Bütün bu çatışmalar yaşanırken taraflar arasındaki tansiyonu düşürmek için çeşitli girişimler öne çıktı. Bunların en önemlilerinden biri, seçimlerden sonra HAMAS ile el-Fetih arasında ilk ciddi çatışmaların yaşanmasının akabinde 10 Mayıs 2006’da ilan edilen Mahkumlar Planı’ydı. İsrail hapishanelerinde tutuklu bulunan HAMAS, el-Fetih, İslami Cihad, FKÖ ve FDKC örgütlerine bağlı liderlerin, Filistin mücadelesinin hedef ve ilkelerini ortaya koymak üzere hazırladıkları 18 maddelik bu plan özetle şunları içeriyordu:
• 1967 sınırları içinde başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulması,
• Mültecilerin geri dönüş hakkının tanınması,
• Ulusal birlik hükümeti kurulması,
• Her türlü silahlı çatışmaya son verilmesi,
• FKÖ’ye biat edilmesi,
• Güvenlik güçlerinin yeniden organize edilmesi ve siyaset yapmalarının yasaklanması,
• İsrail’e yönelik direnişin sadece 1967 sınırları dahilindeki Filistin topraklarında sürdürülmesi,
• Bütün Filistinli mahkumların serbest bırakılması.

Uzun müzakerelerin ve Abbas’ın referandum tehdidinin ardından HAMAS da 24 Haziran’da plan üzerinde uzlaştı; diplomatik müzakerelerde Abbas’ın önderliğini kabul etti. Filistin’i mevcut uluslararası tecritten kurtarması ümit edilen ulusal birlik hükümetinin kurulması hususunda ise aylarca süren pazarlık netice vermedi. İplerin tamamen kopmasının ardından Filistin lideri Mahmud Abbas, HAMAS’ın karşısına bir kez daha referandum ile erken seçim kartlarını çıkardı. Yukarıda bunlar yaşanırken taban da kaynıyor, silahlar konuşuyordu. Bu süreçte her iki gruba bağlı üst düzey yetkililerin evlerine ateş açılmasından kaçırılmalarına ve hatta öldürülmelerine kadar intikamı körükleyen her türlü şiddet yaşandı. Yüzlerce Filistinlinin hayatını kaybettiği çatışmalarda defalarca ilan edilen ateşkes, tarafların silahlı güçleri üzerinde tam denetime sahip olmamasının da etkisiyle, her seferinde kısa sürede bozuldu.

Bütün bu gelişmeler yaşanırken çatışmaları sona erdirmek ve siyasi krize bir çözüm bulmak amacıyla Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın evsahipliğinde Mekke’de bir araya gelen HAMAS ve el-Fetih’ten yetkililer, 9 Şubat 2007’de ulusal birlik hükümeti kurulması konusunda anlaşma imzaladılar. Daha önce defalarca ulusal birlik hükümeti kurabilmek için bir araya gelen ancak bunu bir türlü başaramayan taraflar açısından Mekke Anlaşması hiç şüphesiz oldukça önemliydi. Yine HAMAS’ın sürgündeki siyasi lideri Halid Meşal’in geçmiş hükümetlerin İsrail’le yaptığı anlaşmalara “bağlı” değil “saygılı” olacaklarını bildirmesi ve Başbakan İsmail Heniyye’nin, hükümetin temel amacının 1967’de işgal edilen topraklar üzerinde Filistin devletini kurmak olduğunu söylemesi HAMAS hareketindeki değişimin bir işaretiydi.

Ancak daha Mekke Uzlaşması’nın mürekkebi kurumadan Filistin sokaklarında çatışmalar yeniden alevlendi, tabandaki mevcut gerilim dindirilemedi. Yeni hükümet 18 Mart’ta meclisten güvenoyu alsa da ABD’nin marifetiyle tecrit kalkmadı, Arap ülkeleri de sözlerini tutmadı. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın, güvenlik biriminin başına, 90’lı yıllardan bu yana Gazze’de HAMAS’a ve diğer direniş gruplarına yönelik sürek avının baş aktörü konumundaki Muhammed Dahlan’ı getirmesi bile başlı başına “ulusal birliğin” yürümeyeceğinin bir emaresiydi. Dolayısıyla bu uzlaşma, ne uluslararası tecridi kırmada ne de iç savaş tehlikesini bertaraf etmede etkili olabildi. Haziran ayında taraflar arasındaki şiddet had safhaya çıktı. Ve sonunda hiç beklenmedik bir şekilde 15 Haziran 2007’de HAMAS güçleri Gazze’yi tamamen kontrolleri altına aldı. Buna karşı Mahmud Abbas ulusal birlik hükümetini görevden alarak olağanüstü hal ilan etti. Batı Şeria’da Maliye Bakanı Selam Feyyad ve Gazze’de İsmail Heniyye başbakanlığında iki ayrı hükümet kuruldu. Yani Filistin fiilen ikiye bölünmüş oldu. HAMAS’ın el-Fetih’i Gazze’den temizlemesinin ardından bu kez Batı Şeria’da HAMAS’a yönelik tutuklamalar ve saldırılar yaşandı. Yüzlerce Filistinlinin hayatını kaybettiği iç çatışmalar sırasında tarafların birbirlerine reva gördükleri gayriinsani şiddet ve yağma, Filistin davasına duyulan saygıyı zedeleyecek boyutlardaydı.

Aslında Filistin’de daha önce defalarca farklı gruplar arasında çeşitli nedenlerle silahlı mücadele yaşanmış, iç savaş senaryoları gündeme gelmişti. Özellikle 1990’lar boyunca devam eden barış sürecinde İsrail’e karşı mücadele yöntemini değiştirerek diplomasiyi benimseyen el-Fetih’e biçilen misyonların başında “Filistinli grupların silahsızlandırılması” ve direnişin tasfiyesi geliyordu. Bu süreçte özellikle HAMAS ve el-Fetih, İsrail’in de kışkırtmalarıyla, defalarca karşı karşıya gelse de her defasında sağduyu galip çıkmış ve Filistin direnişinin amacından sapmasına izin verilmemişti. Bu son süreci diğerlerinden farklı kılan ise dış güçlerin doğrudan müdahalesiydi. Amerikan dergisi Vanity Fair’de ortaya konduğu üzere, Bush yönetimi HAMAS’ın seçim zaferinin ardından örgütü iktidardan uzaklaştırmak için gizli bir plan hazırlamış ve bu konuda Abbas, Dahlan ve çeşitli Arap ülkeleri ile işbirliği yapmıştı. Bir Filistin iç savaşının kışkırtıldığı süreçte Dahlan liderliğinde bir grup, ABD’den tedarik ettiği yeni silahlarla HAMAS liderliğindeki hükümeti yıkmak için harekete geçmişti. Ancak HAMAS’ın hiç beklenmedik bir hamleyle Gazze Şeridi’nde kontrolü tamamen ele geçirmesi üzerine Dahlan grubu Mısır’a, oradan da Batı Şeria’ya kaçmak zorunda kalmıştı.

Filistin’in iki parçaya ayrılmasından sonra, Batı Şeria’ya yönelik uluslararası ambargolar 15 aydan sonra ilk defa ve derhal kaldırıldı. İsrail dondurduğu gümrük ve vergi gelirlerini Mahmud Abbas yönetimine aktardı ve Filistinli birkaç yüz tutukluyu serbest bıraktı. ABD, HAMAS’a karşı mücadelede Abbas ve Feyyad yönetiminin elini güçlendirmek ve güvenlik güçlerine destek vermek için 80 milyon dolar hibe ve askeri teçhizat yollama kararı alırken, barış görüşmelerini yeniden başlatmak üzere harekete geçti. Annapolis’te barış sürecinin yeniden başlatılmasının ardından ise Abbas liderliğindeki Filistin yönetimine kaynak aktarmak üzere uluslararası yardım konferansları düzenlendi.

Bu süreçte Gazze’ye yönelik ambargolar ise tüm sınır kapılarının kapatılmasıyla iyice ağırlaştı; öyle ki artık dayanacak hali kalmayan Gazzeliler Ocak 2008’de sınırdaki duvarı yıkarak temel ihtiyaçlarını alabilmek üzere Mısır tarafına geçeceklerdi. Bu süreçte Filistin lideri Mahmud Abbas, HAMAS hükümetinin daha önce yaptığı tüm atamaları iptal etti ve örgütle tüm bağları kopardı; HAMAS’ın diyalog çağrılarını reddetti; üstelik seçim kanununda değişikliklere giderek, FKÖ’nün Filistin halkını temsil etme hakkını kabul etmeyen partilerin seçimlere girmesi yasaklandı. Yine Batı Şeria’da bine yakın muhalifi tutuklama, siyasi sindirme, sosyal yardım kuruluşlarının kapısına kilit vurma gibi icraatlara imza attı. Eylül 2007’ye gelindiğinde İsrail, Gazze Şeridi’ni “düşman bölge” ilan etti. Ancak Amerikan yönetiminin Ortadoğu’da barış sürecini yeniden canlandırmaya dönük girişimleri İsrail’in Gazze’ye daha “mütevazı” saldırılar düzenlemesine neden oldu. 2008 ortalarına doğru gelinirken, Kasım 2008’de yapılacak Amerikan başkanlık seçimlerine kadar bölge çapında tansiyonu düşürme çabaları bağlamında, HAMAS ile İsrail arasında Mısır’ın arabuluculuğunda yürütülen dolaylı ateşkes görüşmeleri sonuçlandı.

19 Haziran 2008’de ilan edilen ateşkes uyarınca, Gazze’den roket atışları sona erecek, İsrail de sınırları açarak ablukayı kaldıracak ve askeri saldırılarını durduracaktı. Ancak İsrail, ablukayı kaldırmadığı gibi saldırılarını sürdürerek çoğunluğu Kasım ayında olmak üzere kırktan fazla Filistinliyi katletti. İsrail’in anlaşma şartlarına uymadığı bir ortamda 19 Aralık’ta sona eren ateşkesi uzatma girişimleri doğal olarak başarısız kaldı. Henüz bir hafta geçmişti ki HAMAS’ın fırlattığı roketleri bahane eden İsrail hükümeti, Mart ayında yapılacak genel seçimler arifesinde ve yeni Amerikan başkanı henüz koltuğuna oturmadan Gazze’ye son kırk yılın en büyük saldırısını başlattı 27 Aralık’ta. Hedef belliydi, daha önce ekonomik ve diplomatik tecritle yıldırılamayan HAMAS yönetimini bu kez askerî güç kullanarak devirmekti (tabii bir de daha ılımlı görünen yeni Amerikan başkanını, henüz koltuğa oturmadan belirli politikalara zorlamak; barış sürecine karşı çıkan ve HAMAS’a karşı çok sert politikalar vaat eden Likud Partisi’ne oyları kaptırtmamaktı). Ancak bu gerçekleşmedi. Gazze halkının HAMAS’a ve direnişe yürekten bağlı olduğu bir ortamda, oynanan son kartın da işe yaramamasıyla artık anlaşıldı ki, HAMAS Filistin’in bir gerçeği ve HAMAS’sız bir çözüm bölgede mümkün değil.

MÜZAKERELERDEN TEK TARAFLI ADIMA: GAZZE'DEN ÇEKİLME

SİYONİZM DÜŞÜNDEN İŞGAL GERÇEĞİNE FİLİSTİN (İHH İnsani Yardım Vakfı Yayınları, 2009, 6. baskı) adlı kitapta Zahide Tuba Kor tarafından kaleme alınan bir bölümdür (s...).


NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.


 
Müzakereden Tek Taraflı Adıma: Gazze’den Çekilme

Ariel Şaron, 2003 yılı sonunda Filistin tarafının Yol Haritası doğrultusunda “terörist örgütleri” kökünden temizlememesi, İntifada’ya son vermemesi ve barış görüşmelerinin başlamaması durumunda “tek taraflı hareket”e geçeceği yönünde bir ültimatom verdi. “Şaron Planı” diye de adlandırılan bu ültimatomun temel noktaları şunlardı:
• İsrail Gazze’deki bütün yerleşimler ile Batı Şeria’nın kuzeyindeki dört yerleşimden çekilecek,
• Sınırda devriye gezmek üzere Gazze’yi Mısır’dan ayıran Filedelfi yolundaki geçici kontrolünü sürdürecek,
• Gazze’nin Dahanieh bölgesindeki liman ve havaalanı kapalı kalacak,
• Erez’deki İsrail ile Filistin ortak sanayi bölgesi işlemeye devam edecek, yalnız sınır geçişi İsrail tarafına taşınacak,
• Nihai sınır, Filistinliler Yol Haritası’ndaki yükümlülüklerini yerine getirdiklerinde (terörü kontrol altına aldıklarında) müzakere edilecek.

Başkanlığını yaptığı Likud Partisi herhangi bir toprak parçasından geri çekilmeye ideolojik olarak karşı çıkarken, Şaron aradığı desteği Nisan 2004’te gittiği ABD’de buldu. Başkan Bush, Şaron’a tevdi ettiği mektupla, İsrail-Filistin barışı için tek planın Yol Haritası olduğunu vurgulanmakla birlikte “tek taraflı hareket” etme planına tam destek verdi; uluslararası kamuoyunun tepkisini çeken “güvenlik duvarı”nı geçici bir tedbir olarak kabul etti; gelecekte muhtemel bir barış için müzakere edilecek temel konularda İsrail’in görüşlerini benimsedi. Buna göre, mülteciler meselesi ancak mültecilerin Filistin topraklarına yerleştirilmesi ile çözülebilecek; Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleri “demografik realite” olarak görülerek İsrail 1949 Ateşkes Hattı’na çekilmeyecekti. Böylece Bush’tan aldığı tam destekle Şaron, artık büyük bir maddi ve manevi yük haline gelen Gazze’den çekilmek için masaya oturmak ve Filistin tarafına herhangi bir taviz vermek zorunda kalmayacak, üstelik İntifada sırasında kendi aleyhine yükselen uluslararası tepkileri bertaraf ederek Bush’un “barış adamı” iltifatına layık olduğunu “ispat” edecekti.

Plan Ocak 2005’te İsrail parlamentosunda 39’a karşı 51 oyla kabul edildi ve ardından 20 Şubat’ta bakanlar kurulundan geçti. Ağustos-Eylül 2005’te hayata geçirilen plan uyarınca Gazze’deki 8.000 Yahudi’nin yaşadığı 21 yerleşim biriminin tamamı tahliye edilerek ve buldozerlerle dümdüz edilerek bölgenin kontrolü Filistinlilere devredildi. Batı Şeria’da ise 600 Yahudi’nin yaşadığı 4 yerleşim birimi boşaltıldı.

1967’de işgal edilen Gazze’de yerleşimler, bugün “güvercin” olarak nitelendirilen Rabin-Peres ikilisinin çabalarıyla, 1974’te muhtemel Mısır saldırılarına karşı ön uyarı karakolları olarak Yahudilere açılmıştı. 365 kilometrekarelik küçücük bir bölge olan Gazze’de, yaklaşık 8.000 yerleşimci toprakların %33’ünü elinde tutarken, kalan kısımda çoğunluğu mülteci 1,4 milyon Filistinli işgal altında hayatlarını sürdürmek durumunda kalmıştı. Peki, uluslararası basında büyük yankı uyandıran Gazze’den çekilme, gerçekte ne anlam ifade ediyordu? İsrail’i çekilmeye sevk eden sebepler nelerdi?

Gazze’den çekilme aslında sembolik bir adımdan öteye gitmiyordu; zira yüzölçümü itibariyle ileride kurulacak Filistin devletine vaat edilen toprakların sadece %6’sına, tarihi Filistin topraklarının ise sadece %1’ine tekabül ediyordu. Bu küçücük ama nüfusu oldukça yoğun bölgede kalmaya devam etmek İsrail için büyük bir yüktü. Zira her yıl 150 milyon dolar sarf etmek ve 20 bin askerini görevlendirmek zorunda kalıyordu. Üstelik İsrail’i Gazze topraklarında tutan iki temel sebep, yani “Büyük İsrail doktrini” ile “milli güvenlik stratejisi”, özellikle İkinci İntifada ile değişen tehdit algılamalarına paralel olarak değişime uğramıştı. Büyük İsrail doktrini, Filistinli nüfusunun hızla arttığı, buna karşın İntifada’nın neden olduğu güvenlik endişesiyle Yahudi göçünün durduğu bir ortamda, “İsrail devletinin Yahudi karakterinin muhafazası” kaygısıyla yer değiştirdi. Zira nüfus projeksiyonlarında 2010-15 döneminde “Büyük İsrail” topraklarında Filistinli-Arap nüfusun Yahudi nüfusunu aşacağına dair tahminler yapılıyordu. Böyle bir ortamda “vaat edilmiş topraklar miti” eski önemini kaybetti ve Filistinli nüfusunun çok yoğun olduğu topraklardan “taviz” verilmesinin önü açıldı. İkinci hususa gelince, 1967’de işgal edilen Gazze toprakları, Mısır’dan gelecek herhangi bir tehdide karşı İsrail’e stratejik derinlik sağlama bağlamında önemliydi. Oysa Mısır ile barışın ardından artık klasik savaşların yerini gerilla savaşları almış; özellikle İkinci İntifada sırasında intihar eylemleri ve Kassam füzeleriyle İsrail kendi evinde vurulur hale gelmişti. 1994’ten itibaren etrafı çitlerle ve duvarlarla çevrilen Gazze’de direnişçilerin temel hedefi, içerideki Yahudi yerleşim birimleri ile onları koruyan İsrail askerleri olmuştu. Dolayısıyla Filistin direnişi karşısında bu toprakları elde tutmanın anlamı değişmiş ve maliyeti iyice artmıştı.

Gazze’den çekilme göz boyamadan ibaretti. İsrail alışılageldiği üzere, yine işgal politikasını pazarlamakta ve meşrulaştırmakta oldukça mahirdi. Gözyaşları ve direnişle tam bir trajedi havasında 8.000 yerleşimciyi çekerken -ki onları da Batı Şeria’ya yerleştirdi- uluslararası kamuoyunda sanki tüm yerleşimleri tahliye ediyormuş gibi bir imaj oluşturdu. Oysa Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te 500 bine yakın yerleşimci bulunuyordu. İntifada boyunca uyguladığı politikalarla büyük tepki çeken ve giderek yalnızlaşan İsrail, Gazze’den çekilerek uluslararası kamuoyunda “barışçı”, “uzlaşmacı” ve hatta “mağdur” imajı yaratmaya çalıştı. Geri adım atıyor gibi görünerek İslam ve Arap ülkelerinin İsrail’i tanımalarının önünü açmak, bu ülkelerdeki “ılımlıları” yanına çekerek kendisine karşı yekvücut olunmasını engellemek ve uyguladığı gayrimeşru politikaların hesabını vermekten kurtulmak istiyordu. Nitekim bundan sonra Müslüman ülke liderleri İsrail’i kutlama ve hatta görüşme yarışına girdi; Pakistan ile İsrail kapalı kapılar ardında bir araya geldi.

Şaron, 2005’te bir Filistin devletinin kurulması ile sonuçlanması öngörülen Yol Haritası’nın ilanından sadece yedi ay sonra bu planı tek taraflı ortaya atarak süreci dondurmayı ve gündemden düşürmeyi tercih etti. Böylece Filistin devletinin kurulmasını, mültecilerin geri dönüşünü, Kudüs’ün statüsünü, Batı Şeria’daki yerleşim birimleri ile utanç duvarının müzakere edilmesini engelleyerek, Filistinlilerin Gazze’de kurulacak sembolik bir devletle yetinmelerini sağlamaya çalışıyordu. İsrail’in geri çekilmesiyle kontrol noktaları kalkacak ve bu sayede Filistinliler Gazze içinde hareket serbestisine kavuşacaklardı. Fakat sınırları kara, hava ve denizden tamamen İsrail’in denetiminde olan, Batı Şeria ve Doğu Kudüs ile coğrafi bütünlüğü bulunmayan böyle bir yapının, bağımsız ve yaşayabilir bir devletin nüvesi olması bir yana; bölgenin bir açık hava hapishanesine dönüşeceği ve İsrail’in askerlerini ve yerleşimcileri tahliye ettiği bir ortamda artık daha rahat saldırabileceği bir alan haline geleceği aşikardı. Nitekim tahliyeden çok kısa bir süre sonra İsrail’in güneyine füze atıldığı gerekçesiyle Şaron hükümeti, Gazze’ye saldırma konusunda orduya sınırsız yetki verecek ve ardından 25 Eylül’de havadan ve karadan saldırılar başlayacak; Hamas ve İslami Cihad üyelerine yönelik Batı Şeria’da da geniş çaplı bir tutuklama operasyonuna girişilecekti.

Bütün bunlara rağmen Gazze’den çekilme Filistin direnişinin çok büyük bir başarısıydı. Nitekim bu çekilme, uzun yıllardır devlet kurma özlemiyle yaşayan Filistin tarafında büyük bir sevinçle karşılandı; tam bağımsız bir Filistin devletine gidişin ilk adımı olarak görüldü. Bu süreçte özellikle bölgedeki en güçlü direniş örgütü olan HAMAS’ın yıldızı daha da parladı. 90’lı yıllardan itibaren el-Fetih’in müzakere masasında yapamadığını silahlı direnişin başardığı kanaati yaygınlaştı. Ve bu, Filistin’de siyasi denklemin değişmesinde ve ardından silahlı iç mücadelenin tırmanmasında önemli bir başlangıç oldu.