3 Nisan 2024 Çarşamba

XX: “ESED REJİMİ IŞİD’İN GELİŞİNİ KEYİFLE İZLEDİ; ABD GELENE KADAR IŞİD’İ VURMADI”

 

“ESED REJİMİ IŞİD’İN GELİŞİNİ KEYİFLE İZLEDİ; ABD GELENE KADAR IŞİD’İ VURMADI”

Rakkalı bir aile

Şanlıurfa, 23.3.2024

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

 

2014 sonunda Şanlıurfa’ya sığınan Rakkalı bir aileyle 23 Şubat’ta röportaj yaptım. Aşağıdaki ilk röportaj hanımla, ikincisi 2013 başında ordudan firar eden ailenin reisiyle…

Devrimle birlikte Rakka’da neler yaşandı?

Bildiğiniz gibi devrim Deraa’da başladı, sonra Suriye’nin birçok şehrine yayıldı. Rakka uzakta kaldığından yaşananları sadece duyuyorduk. Diğer şehirlerdeki aile fertlerimiz, kardeşlerimiz ve ordudaki gençler için korkuyorduk. Bu gençlerden biri de Deraa’da askerlik yapan eşimdi. Çatışmalarda birçok genç ölüyordu. 2013’te bir fecir vakti bomba ve kurşun sesleriyle uyandık. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Rakka şehir merkezinde rejimin ordusuyla çatışmaya başladı.

Bu, 2012’de değil miydi?

Kırsalda 2012’deydi; ama benim yaşadığım Rakka şehir merkezinde çatışmalar 2013 Mart’ında başladı. Ben o sırada kızıma hamileydim. Çatışmaların üçüncü günü uçaklar bombardımana başladı. Hava bombardımanı sesini ilk defa duyuyor, korkuyorduk. Binaların bodrum katlarına sığındık. O gün hiçbir şey yiyip içemediğimi hatırlıyorum. Her uçak sesi duyduğumuzda üzerimize iniyor sanıyorduk. Ertesi gün Rakka’dan ayrılıp ata toprağımız olan Halep’in bir köyüne gittik ve yirmi gün kaldık. Bu süreçte Rakka’da bombardıman devam etti ve birçok insan öldü. Ama sonra yersiz yurtsuz yaşamaktan yorulup evimize dönmeye karar verdik, insanların ekseriyeti gibi. Ve kaderlerimize boyun eğdik, savaşla birlikte yaşamaya başladık. Ama her uçak gelişinde istisnasız herkes öleceğini hissediyordu. Her seferinde Allah’ın seçtiği bir aileye isabet ediyordu. Sonra okullar da dahil her yer kapandı, sadece serbest işler devam etti. Bu süreçte eşim ordudan firar edip Rakka’ya gelmişti. Firari asker olarak aranıyordu. 2013 yılı sonuna kadar böyle geçti. 2014 başında IŞİD Rakka’ya girdi.

IŞİD Rakka’ya nasıl girdi, neler yaşandı? IŞİD’li günler nasıldı, anlatır mısınız?

ÖSO ile IŞİD arasındaki çatışmalar sonucunda ÖSO geri çekilirken IŞİD şehri ele geçirdi. Şehre artık “İslam Devleti”nin hükmettiği ilan edildi. Durum başta normaldi, sükûnet geldi; ama bir süre sonra işler kötüleşmeye başladı. Şöyle ki IŞİD peçeyi zorunlu tuttu, kadınlar sokağa çıkmaktan korktu. Büyük sıkıntılar yaşandı. İnsanların kafasını kesmeye başladıklarında korku katlandı. Bu, tepemizden ölüm yağdıran savaş uçaklarından farklıydı. Uçaklar üstte, IŞİD ise yerdeydi. Yer de, gök de birer korku kaynağıydı.

Eşim öğretmendi. İş olmadığından sadece evlerde özel ders veriyordu. Ama IŞİD evde ders verirken gördüğü kişiye kısas cezası uygulayacağını duyurdu. Dolayısıyla eşim ekmek parası için mesela liseli bir kız öğrencinin evine ders vermeye korku içinde gidiyordu. Her şey ama her şey çok korkunçtu. Elhamdülillah bize bir şey olmadı; ama başkalarının başına gelenleri duyuyor, görüyorduk.

Bu arada rejim IŞİD’e karşı Rakka’yı bombalıyoruz diyordu ama sadece sivilleri bombalayıp öldürüyordu. Ölenler IŞİD’li değildi.

Peki, IŞİD’liler kimlerdi? Yabancılar mı, şehir halkı mı?

Önce yabancılar geldi, sonra özellikle Rakkalı gençlerin beynini yıkamaya başladılar. Bazı gençler onlara katıldı. Yani IŞİD’lilerin arasında hem dünyanın her yerinden göçenler hem de şehir halkından kimseler vardı.

IŞİD nasıl beyin yıkıyordu? Bu kadar basit mi beyin yıkamak?

Örgüte katılanların ekseriyeti zaten cahil cühela kimselerdi.

Fakirlik de bir diğer katılma sebebi değil miydi? 2014 Haziran’ında Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u ele geçirdikten sonra çok büyük paralara kavuştular ve bir ara Suriye’de savaşçılarına en fazla maaş veren örgüt IŞİD haline geldi.

Doğru, fakirlik yüzünden onlara katılan birçok genç oldu. İş gücün olmadığı bir ortamda başka ne yapabilirlerde ki. IŞİD iyi maaş veriyordu. Örgüt mensupları çok iyi yaşıyordu. Lokantalar, kıyafet mağazaları hep IŞİD’lilerindi. Sıradan insanlar bunlardan mahrumdu. Tanıdığım insanların çoğu örgüte ya para için katıldı ya da din için. Sahih din bu diyorlardı.

Türkiye’ye gelmeye ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

Biz aslında Suriye’den çıkmak istemedik. Ama yaşadığımız evin yanında IŞİD mensuplarının sıkça gelip gittiği bir cami vardı. Herkes bu caminin bombalanacağını söylüyor, ben de korkuyordum. Eşime bu evden çıkalım dedim. Ev zaten kiralıktı. Eşim önce karşı çıkıp uçakların ne zaman ve nereden geleceğini bilmiyoruz ki dedi. Sonra razı geldi. O evden taşındıktan iki hafta sonra bina bombalandı. Güya camiyi hedef almışlardı! Komşularımız öldü. Bizim daha alacak nefesimiz varmış. İşte o gün eşim Türkiye’ye gelmeye karar verdi, 2014 sonuydu. Önce o Türkiye’ye geldi, kırk gün sonra da ben iki çocuğumla geldim.

Akrabalarınızdan Rakka’da yaşayanlar var mı?

Kendi anne-babam Lazkiye’deler; ama eşimin ailesi, kız kardeşim, amcalarım ve dayılarım Rakka’dalar. Ben de yakın zamanda gidip yirmi gün kaldım.

Rakka’ya nasıl gidebildiniz?

Türk vatandaşlığım var. Irak üzerinden gittim. Önce Habur Sınır Kapısı’ndan Kuzey Irak’a, oradan da Semelka Sınır Kapısı’ndan Suriye’ye geçtim.

Rakka’da hayat nasıldı, neler gördünüz?

Maddi bakımdan akrabalarımızın hayatı iyi, paraları var. Ama şehrin %70-80’i yıkıldı. Altyapı çok kötü. Elektrik çok az, geceleri hiç yok. Mahallelerde kurulu büyük jeneratörlerden elektrik alıyorlar. Çamaşır makineleri elektrik azlığı yüzünden sadece soğuk suyla çalışıyor. Sular temiz değil. Doğru düzgün park bahçe yok. Yani insanlarda para olsa bile temel ihtiyaçları karşılanmıyor. Savaştan muzdarip bir şehir ne durumda olabilir ki?

Yeniden inşa başlamadı mı?

Yeniden imar ve inşa şahsi olarak yapılıyor. SDG yönetiminin yaptığı bir imar faaliyeti yok. Yabancı bir kuruluşun bu alana odaklandığını duydum ama çok yetersiz. Ailemin evinin de tamir edilmesi gerekiyor.

Yıkılan evinin enkazında yaşayan aileler var mı?

Var. Çünkü bazı ailelerde hiç erkek yok; sadece kadın ve çocuklar olduğundan ev kiralayacak durumda değiller. Mecburen enkazda yaşıyorlar.

Rakka’nın fotoğrafını çektiniz mi? Son durumu görmek isterim.

Hiç fotoğraf çekmedim. Güzel hiçbir şey yok ki neden çekeyim?

Lazkiye’deki ebeveyniniz ile Rakka’daki akrabalarınızın durumunu kıyaslar mısınız?

Lazkiye’de de elektrik çok az ama en azından devlet var. Mesela pasaporta ihtiyaç duyan Lazkiye’de alabiliyor; Rakka’daki alamaz, çünkü orada devlet yok. Lazkiye’de üniversite var, Rakka’da yok. Ama Lazkiye’de para yok. Rejim çok düşük maaş veriyor. Memur maaşı takriben 20 dolar. İnsanların bir kısmı yurtdışından gelen paralarla ayakta. Mesela Lazkiye’deki ailem, Dubai’deki kardeşlerimin gönderdiği parayla yaşıyor.

Rakka’da maaşlar nasıl?

Maaşlar geçinebilecek kadar iyi. İnsanların birçoğu STK’larda çalışıyor ve dolar bazında maaş alıyor. Bazılarının maaşı 500 dolar, bazılarının daha az. Bazıları Kürtlerle çalışıyor, bazılarıysa serbest iş yapıyor. Kimisi iyi kazanıyor, kimisi kazanmıyor.

Devlet yapısı hiç mi yok? SDG’nin Fırat’ın doğusunda bir yönetim kurmaya çalıştığını duyuyoruz.

Evet var, ama zayıf bir yapı. Dışarından destek geliyor; ama bu desteği alanlar Kürtler, halk değil. Sadece SDG ile birlikte çalışanlar yönetimin nimetlerinden faydalanabiliyor. En azından ben böyle duydum.

Rakka’nın eski sakinlerinin birçoğu ya diğer bölgelere ya da yurtdışına gitti herhalde, öyle değil mi?

Evet. Halihazırda bütün fertleri Suriye’de yaşayan herhangi bir aile kalmadı. Anne-baba kalsa bile çocukları gitti. Mesela eşimin ailesinden üç erkek Türkiye’de, geri kalanları Rakka’da. Kendi ailem beş ülkeye dağılmış halde. Ailemin bazısı Suriye’de kaldı, bir kız kardeşim Rakka’da, diğer kız kardeşim Umman’da, ben ve öbür kız kardeşim Türkiye’de, erkek kardeşlerim BAE’de yaşıyor.

Rejim bölgesinde kadın, çocuk ve yaşlıların yaşadığı, erkeklerin çok az olduğu söyleniyor. SDG bölgesinde durum nasıl?

Evet, rejim bölgesine genç erkek hakikaten çok az. SDG’nin hakimiyetinde olan bölgede rejim tarafındakine kıyasla daha çok genç erkek var.  Ama oradan da dışarıya büyük bir göç yaşanıyor.

SDG bölgesindeki gençler zorunlu askerlik yüzünden göçüyor herhalde.

Zorunlu askerlik var, duyduğuma göre bir sene. Ama bazı insanlar rüşvet vererek askerlik görevinden kaçıyor, hepsi yurtdışına gitmiyor.

Biz aslında Suriye’den çıkmak istemedik demiştin. Türkiye’ye geldiğin için pişmanlık hissettin mi?

Hayır, hiç pişman değilim. Çünkü biz ölümden kaçıp Türkiye’ye sığındık. Ama bazen, özellikle bazı Türklerin Suriyelilerin varlığından rahatsızlıklarını duyduğumda, kendimi gurbette ve vatansız hissediyorum; burası benim vatanım değil diye düşünüyorum. Vatansız kalan insan kimliksiz ve kıymetsiz demekti. Beni en çok üzen şey işte bu oluyor.

***

Hanımınızla röportaj yaptım, şimdi sizi dinlemek isterim. Devrim ve savaş sırasında neler yaşadınız?

Ben askere gittiğimde devrim de, savaş da yoktu. Her şey askerdeyken başladı. Savaş bir dış düşmana karşı değildi. Halk zalim yönetici yüzünden birbiriyle savaştırıldı. Ben bu süreçten en az hasarla çıkmaya çalıştım.

Askerde göreviniz neydi?

Masa başında bilgisayar işiydi, idari işlerle meşguldüm. Suriye ordusunda rüşvet gayet normal bir şeydir. Ben de aktif savaşa katılıp masum insanları öldürmek zorunda kalmamak için aylık maaşımın tamamını amirime rüşvet olarak veriyordum. Askere gitmeden evvel devlette kadrolu öğretmendim ve maaşım devam ediyordu. Derken durumumuz çok kötü bir hal aldı. Allah bana bir yol açana kadar askerden kaçamadım; ama fırsatını bulduğum anda da firar ettim.

Askerde neler yaşadınız, nelere şahit oldunuz?

Elhamdülillah savaşa hiç katılmadım ama halka karşı kullanılan top ve silah seslerini hep duyuyordum ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ordudan firar ettikten sonra memleketim Rakka’da rejim uçaklarının sivilleri vurup öldürdüğüne bizzat şahit oldum.

Askerdeyken psikolojiniz nasıldı?

Çok kötüydü. Ordunun halkı öldürdüğünü biliyordum ve bundan çok rahatsızdım; ama kaçana kadar da bir şey yapamadım.

Nasıl firar ettiniz?

1,5 yıllık zorunlu askerlik görevimi tamamlasam da tezkeremi alamadım. Çünkü askerlik süresi dolsa bile kimse terhis edilmiyordu; bazıları 6-7 sene, bazıları daha fazla orduda kaldı. Görev süremi tamamladıktan sonra ordunun Rakka’dan çekilişini bekledim; ardından benden sorumlu olan subaydan ailemi görmek için izin almaya çalıştım. Evliydim ve 1,5 yaşında bir oğlum vardı. Subayı izin konusunda ikna ettim; 2013’te Rakka’ya gittim ve bir daha geri dönmedim.

Askerlik arkadaşlarınıza ne oldu?

Hiçbiriyle iletişimim yok. Kim öldü, kim firar etti bilmiyorum.

Firar eden bazı askerlerin aile bireylerinin tutuklandığını öğrendim.

Ben de işte bu yüzden ailemin başına bir şey gelmesin diye rejimin askerlerinin memleketimden ayrıldığından emin olana kadar kaçamadım. Eğer firar ettiğimde ordu şehrimde olsaydı ben de, ailem de öldürülürdük ya da en iyi ihtimalle hapsedilirdik. Başımız çok ağrırdı.

IŞİD Rakka’yı ele geçirince neler yaşandı?

IŞİD geldikten kısa süre sonra Rakka’dan ayrıldım. Ama başta çok garip bir şey oldu ve insanların çoğu bunu anlatmıyor. Rakka, ÖSO’nun kontrolü altındayken rejime ait uçaklar halkı sürekli bombalıyordu. Ama IŞİD geldiğinde sanki hiçbir şey olmamış, sanki savaş yokmuş gibiydi. Artık o korkutucu uçakları görmez olmuştuk ve psikolojik olarak rahatlamıştık. Esed rejimi IŞİD’in gelişini oturup keyifle izledi; ABD ve müttefikleri gelene kadar IŞİD’i vurmadı. Arka planda neler döndü bilmiyorum.

Aynı tespiti 2013-2014’te başkalarından da duymuştum…

Bu çok barizdi. Sanki üzerimizde bir kara bulut vardı ve IŞİD gelince o bulut kaybolmuş, psikolojik olarak çok rahatlamıştık. Çünkü daha evvel sürekli uçaklar gelip havadan gelişigüzel bombalıyor ve pek çok insanı öldürüyordu. Tanıdığımız birçok insan öldü; hepsi de hiçbir şeyle alakası olmayan sivillerdi. Ama IŞİD geldiğinde Beşşar Esed öylece kenarda bekledi.

Geçmişte görüştüğüm IŞİD dönemini yaşamış kişiler şunu söylemişti: ÖSO’nun ele geçirdiği yerleri rejim bombardımanla yıktı. IŞİD gelince yıkılan yerleri imar etmeye ve ekonomiyi canlandırıcı yatırımlar yapmaya başlayınca halk teveccüh gösterdi. Ne dersiniz, doğru mu?

Evet, bazı insanlar IŞİD’den çok umutlandı. Dediğim gibi ben IŞİD dönemini fazla yaşamadım, 2014 sonunda Türkiye’ye sığındım. Ama insanlar maddi olarak umutluydu; ticari hareketlilik yaşanmış, piyasada para artmaya başlamıştı. Ben de bu şekilde duydum.

Rakka’daki ailenizin durumu şu an nasıl?

Oradaki durum hala çok kötü. Hizmet yok, doğru düzgün su ve elektrik yok.

ABD’nin açtığı IŞİD’e karşı savaş nasıldı? Aileniz nasıl hayatta kaldı?

Savaş sırasında 2017’de Rakka’dan çıkıp başka yere sığındılar. ABD ve müttefiklerinin bombardımanı büyük bir felaketti. Ama şunu da belirtmem gerekir: Rusya ve Esed rejiminin silahları güdümlü değildi, gelişigüzeldi; bu yüzden istedikleri hedefi vurmada başarılı değillerdi. Fakat büyük bombalar kullanıp bütün bir bölgeyi mahvediyorlardı. ABD ve müttefiklerinin bombardımanı ise böyle değildi. Tam isabet alan füzeler kullanıyorlar; bu sayede kimi isterlerse sadece onu öldürüyorlardı. Bir binayı vurmak istediklerinde sadece o binayı vuruyorlardı ya da bazen sadece belli bir katı vuruyorlar, bina ayakta kalıyordu. Bu sayede biz biraz rahatladık. Akrabalarımdan 13 yaşındaki Muhammed Hammud isimli çocuk Amerikan müttefiklerinin füze saldırısında öldü. Babası kasaptı ve çocuk, bisikletiyle evlere siparişleri götürüyordu. Füze sokaktaki bir arabayı hedef almış; çocuk da oradan geçtiği için canından oldu. Böyle vakalar da vardı.

Bu durumda Amerikan yıkımı Rus yıkımından daha azdı diyebiliriz… Rus uçakları tam isabetle bombalayamıyor muydu?

Evet, Amerikan bombardımanı daha az yıkıma yol açıyordu. Rus bombardımanı çok daha fenaydı. Ama daha sonra Rusya modern Suhoy uçakları kullanmaya başlayınca füzeler daha fazla hedeflenen yere düşer oldu. Ama Esed’in silahları çok eskiydi, işe yaramıyordu. Varil bombaları kullanmaya ve meşhur Scud füzeleriyle vurmaya başladı. Bu füzenin yıkıcı etkisi çok büyüktü. Scudlar sadece bir-iki binayı yıkmıyor, tüm sokağı yerle bir ediyordu. Rakka şehrinde bu füzeyi defalarca kullandı. Bir keresinde “23 Şubat” isimli bir fırını vurdu. [23 Şubat 1966’da Baas içi kanlı bir darbeyle Hafız Esed ve Alevi subay arkadaşları yönetimi ele geçirmiştir.]

Rakka’yı hangi askerî güç en fazla yıktı? Savaşta neler yaşandı?

IŞİD’den temizlendikten sonra görmedim. Tam olarak hangi bölgelerde ne olduğunu bilmesem de çok büyük bir yıkım yaşandığı kesin. İnsanlar çok ketumlar, konuşmuyorlar. Uzaktan duyduklarımı size anlatayım; tabii işin aslını bilmiyorum. Müttefikler Rakka’da IŞİD’i vurmaya başladığında bütün yolları tutup sivillerin çıkmasına izin vermeyip canlı kalkan olarak kullandıklarını duyduk. İnsanlar Rakka’dan çıkıp canlarını kurtarabilmek için paralarını ve altınlarını vermeye zorlanmış. Bunu kabul etmeyen bazıları indirilip arabaları yakılmış ve hadi bakalım yola yaya devam edin denmiş. Bombalama çok şiddetli olmasına rağmen üstelik. Bazı ailelerin de bombardıman altında tamamen öldüğünü, hiçbir ferdinin hayatta kalmadığını duyduk.

Savaşa dair unutamadığınız şeyler neler?

Bombardımanlar ve savaş uçakları. Onlara yerden öylece bakıp hiçbir şey yapamıyorduk. Eğer biri karşımıza silahıyla çıksaydı elimizden geldiğince savaşırdık; ama havadaki uçağa karşı hiçbir gücümüz yoktu. Bundan daha iğrenci Beşşar Esed’in uçaklarıydı. Bu uçaklar çok eskiydi, yüksekten füze atamıyordu; 1. Dünya Savaşı’nda kullanılanlar gibi, hedeflediği yeri vurmak için önce aşağıya bize doğru yaklaşıyordu. Alçaktan uçtukları için uçakların sesi aşırı yüksekti. Bu sırada hepimiz şehadet getiriyorduk; çünkü neresi ve kim vurulacak bilmiyorduk. Uçak sesi geldikten kısa bir süre sonra patlama oluyordu. O zaman ölüm sırasının henüz bize gelmediğini anlıyorduk. Küçücük yaştaki oğlum bile çok korkuyor, rengi sapsarı oluyordu. Dayımın oğlu artık büyüdüğü halde hala uçakların sesinden korkuyor.

Neden Türkiye’ye geldiniz?

Rakka’da kiralık bir evde yaşıyorduk. IŞİD’liler boş bir ev bulduğunda onu hemen sahiplendiğinden boş evi olanlar korkup kiracı aramaya başladılar, hatta gelin bedava oturun diyorlardı. Ben o günlerde kira ödüyordum ama çalışmıyordum. Ordudan firar ettikten sonra maaşım da kesilmişti. Maddi durumum çok kötüydü, gelirim yoktu. Ne iş bulsam yaparak hayatta kalmaya çalışıyordum. Yine de Türkiye’ye gelmek istemiyorduk; bilmediğimiz bir ülkede ne yapacağız diye korkuyorduk. Savaşa rağmen burada kalacağız diyorduk. Sonra başka bir eve taşındık. Ama eski ev sahibine şimdilik bu evi kimseye kiraya verme, belki biz yeni evde rahat edemeyip geri döneriz dedim ve kirasını ödemeye de devam ettim. İki hafta sonra Esed’in uçakları eski evimizin hemen yanındaki camiyi vurmaya geldi. Camiye dört füze attılar ve bunlardan biri bizim binanın girişine isabet etti. Biz de tam birinci katta otuyorduk. Sokaktaki oynayan birkaç çocuğu da öldürdüler. Bunu görünce ağladım, dayanamadım ve Türkiye’ye gelmeye karar verdim.


26 Mart 2024 Salı

N.EL-HİLA: “GAZZELİ KADINLAR HEM GÜÇLÜ HEM DE ÇOK CESUR VE FEDAKÂRDIRLAR”


“GAZZELİ KADINLAR HEM GÜÇLÜ HEM DE ÇOK CESUR VE FEDAKÂRDIRLAR”

Nur el-Hila (İstanbul’da hadis alanında doktorasını tamamlayıp çalışmaya başlayan Gazzeli bir hanım)

İstanbul, 1.3.2024

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


7 Ekim’den bu yana Filistin tarihinde görülmemiş bir savaş ve yıkım yaşanıyor. Bütün aileniz ve sevdikleriniz Gazze’de. Siz de Türkiye’den izliyorsunuz. Savaşı sahada bizzat yaşamak ayrı bir zorluktur, uzaktan takip etmek ayrı bir zorluk. Türkiye’deki Gazzeli bir öğrenci dayanamayıp kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Siz ne hissediyorsunuz?

Okullarımız, üniversitelerimiz, Gazze’nin güzel yerleri hep bombalandı gitti. Bazen videolara, fotoğraflara bakıp ben rüya mı görüyorum diye düşünüyorum. Çok üzülüyor, ailem için endişeleniyorum. Üzülmemek mümkün mü? Medyada Gazze’dekilerden “hasbünallah”, “elhamdülillah” sözlerini sürekli duyduğunuz için bizim üzülmememizi bekliyorsunuz. Oysa biz de insanız. Üzülüyoruz diye bize “Siz Gazze’dekiler gibi güçlü değilsiniz” diyorlar. Biz taş mıyız, duygusuz muyuz? Peygamber Efendimiz de oğulları vefat edince ağladı. İnsan çocuğu ve aile bireyleri ölünce tabii ki üzülür; ama Allah sabrını da verir. Üzüntü peygamberlerin hayatında da vardır. Yakup Aleyhisselam da oğlu Yusuf’u kaybettiğinde kahırdan gözleri kör oldu. Savaşı uzaktan takip etmek, yardım ve dua yollamaktan başka bir şey yapamamak çok zor.

Gelelim asıl konumuza. Savaş altında Gazzeli kadınlar ne yaşarlar?

Kadın bizde zaten her şeyi yapar. Ekmeği bile kendimiz yaparız, nadiren fırından alırız. Sadece çalışıp da vakti olmayan kadınlar ekmek satın alır. Şu an savaş altında her şeyi sıfırdan yapıyorlar. Kadınlar çocuklarının karnını nasıl doyuracakları, çamaşırlarını nasıl yıkayacakları derdindeler. Çadırlarda yemek pişirmek için malzeme ve yakacak bulmak bile zor. Yeterli su da yok. Gazzeli aileler kalabalıktır, ortalama altı-sekiz kişiliktir. Kadınlar herkesin çamaşırını elleriyle yıkamak zorundalar. Çadır içinde yatıp kalkmak başlı başına çok zor. Biz mahremiyete çok önem veririz. Ama artık kadınlar yemeği bile dışarıda pişirmek zorundalar. Dahası, otuz aile kadın-erkek tek bir tuvalet kullanıyor. Yani 200 küsur kişiye bir tuvalet düşüyor. Bu, çok büyük bir sıkıntı.

Kadının Gazze’de artık bir özelliği kalmadı, erkek gibi her şeyi yapmak zorundalar. Çocuklarını kurtarmaya da gidiyorlar. Bir kadın çocukları için bir şeyler almaya gitmişti, bu sırada yolu kestiler. Kadın bir tarafta, çocuklar diğer tarafta kaldı. Kadın “çocuklarımı asla bırakmam, vuracaklarsa beni vursunlar” diyerek karşı tarafa geçmeye çalıştı… Bir gece çadırların bulunduğu alana insanlar uyurken tanklar girdi. Anne gözlerini açtığında yanı başında bir tank vardı, hemen yanında da kızı. Tank beni ezsin, kızımı ezmesin diye çocuğunu oradan uzaklaştırdı. Ebeveynler çocukları yaşasın diye böyle fedakarlıklar yapıyorlar. Yine ölürsek birlikte ölelim diye bir arada yaşayanlar da çok.

Gazze’de kadınlar sadece güçlü değildir, aynı zamanda çok cesurdur. Eşi şehit olan kadınlar çocuklarına sonuna kadar sahip çıkarlar. Gazze’deki kadınlar çok fedakârdırlar.

Ayakta kalan evlere diğer bölgelerden birçok Gazzeli sığındı. Aslında onlar ev sahibinden bir şey beklemiyorlar. Ama Gazze’de evine misafir gelen kişi, parası yoksa bile borç alıp mutlaka ikram edecek bir şeyler pişirir. Çünkü yemek yapamayan kendisini çok mahcup hisseder.

Yine Gazzeli kadınların en önem verdiği şey eğitim ve hafızlıktır. Çocukları şu an okula gidemese bile Kur’an ezberletmeye devam ediyorlar. Bu şartlar altında bile eğitimi bırakmıyorlar. Hamileler çok fazla Kur’an okurlar ki çocuklarının kulakları daha en baştan alışsın.

2021’de oğlu ile birlikte şehit düşen meşhur mühendisin eşi dedi ki “Mahallemizden herkes çıkıp gitti, sadece biz kaldık. Çıkmak istemedik, burada sabit kalma şerefine nail olmak istedik.” Evlerinden ayrılmadılar. Kızı her gün üç cüz okuyor. “Biz Kur’an-ı Kerim’i hıfzedersek Allah da bizi korur” diyor. [Arapça korumak kelimesi hıfzetmek kelimesiyle aynı kökten gelir.] Böyle kadınlar var Gazze’de.

Allah’ın çok sevgili kulları var ve Allah onların hürmetine Gazze’yi koruyor. Ama herkes birbirinin aynısı da değil. İyi insanlar da var, kötüler de. İsrail’e hizmet edenler hala mevcut, ama sayıları fazla değil.

Savaş altında doğum yapmak zorunda kalan on binlerce kadın var. Onlar ne yaşıyor?

Birçok kadın doktorsuz doğum yapıyor; çünkü hastaneye götürmek için araç yok, bir yerden bir yere gitmek de güvenli değil. Mesela evde doğum yapan bir hanım bebeğin göbeğini kestiremedi. Mecburen yeni doğmuş bebeğini kucağına alıp bir araba bulup hastaneye götürdüler ki göbeği kesilebilsin. Başka bir kadın doğum yaptı ve ardından evi yıkıldı; götürüldüğü okulda bir sınıfta yirmi kişiyle birlikte kalıyor. Özel ilgilenilmesi gereken insanlar bile mecburen lavabo sırası bekliyor. Bir arkadaşım doğum yaparken stresten ve yaşadığı kötü şartlar yüzünden bebeği öldü. Kuzenimin kuzeninin komşusu evinin bombalanması sonucu yanarak yaralandı. Hamileydi, doğum yaptı. Bebek iyiydi. Ama anne, bedeni hem yanıkları hem doğumu kaldıramadığı için vefat etti. Ölmeden evvel ablasına bana bir şey olursa bebeğime sen bakarsın diye emanet etti.

Kadınlar doğum yapıyor ve yiyebilecek yemek bulamadıklarında sütleri de olmuyor, bebeklerini doyuramıyorlar. Küçücük parça ete ve bir avuç pirince 100 dolar veriyorlar. Özel ihtiyaçları karşılamak da büyük sıkıntı. Sadece hamileler ve doğum yapanlar değil, bütün kadınlar için duş, gusül ve abdest almak hepsi birer sıkıntı. Teyemmüm fetvaları veriliyor artık. Düşünsenize otuz ailenin aynı lavaboyu kullandığı bir ortamda kadınlar nasıl duş alacak?

Gazze 2006’dan beri defalarca İsrail’in irili ufaklı saldırılarına sahne oldu, birkaç defa yıkıcı savaşlar yaşandı. Geçmiş savaşlar nasıldı?

Ben üç savaş yaşadım. En kötüsü 2014 yazında 52 gün süren savaştı. Savaş başladığında hava çok sıcaktı. Elektrik hiç yoktu. Kadınlar her şeyi düşünmek zorunda. Bozulur diye yiyecekleri toplu alamıyorlardı. Çocuk yemek istiyor, annenin parası yok. Ne yapacak? Çok zor günlerdi.

Savaş başlayınca mücahitlerin eşleri, evleri her an bombalanabileceğinden çocuklarını alıp annelerinin evine gidiyorlar. Savaş bitene kadar bu hanımlar eşlerinden hiçbir haber alamıyorlar. Çocuklar sürekli babam nerede diye soruyor. Kolay değildir direnmek.

Geçmişteki savaşlarda okula sığındınız mı?

Hayır; ama okullarda toplu yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum. 2014’teki savaşta arkadaşımın Kanada’da yaşayan teyzesi para göndermiş, biz o parayla satın aldıklarımızı okula sığınanlara dağıtmıştık. Okulda Han Yunus’un en zengin insanları kalıyordu. [İsrail’le] Sınır tarafında oturan zenginler… Onlar mülteci değildi; nesillerdir orada yaşayan gerçek Han Yunuslulardı. Arazileri ve mülkleri vardı. Yardım dağıtırken düştükleri hale çok üzülmüştüm.

Bu arada Gazzelilerin hepsi fakir değildir. Özellikle tarlası, arazisi olan yerliler zengindir. Bunların çocukları, baba parasıyla Türk üniversitelerinde okuyorlar. Ama savaşla birlikte şu an aileleri sıfıra düştü. Çocukları burada o kadar zor durumda ki ve özellikle harçlar konusunda bir kolaylık tanınmamasına o kadar kırgınlar ki…

(Röportajı 1 Mart'ta yapmıştım; ancak yayınlayabildim. Bu süreç içinde devlet üniversitelerinin tamamı Gazzeli öğrencilerden harçları kaldırmış. Vakıf üniversitelerinin de bir kısmı kaldırmış. Ama öncesinde gerçekten büyük sıkıntılar yaşanmış. Bu güncek bilgiyi veren Betül Özel Çiçek’e teşekkür ederim.)

Bu savaşta kadınların geçmişten farklı olarak yaşadığı sıkıntılar var mı?

Gazzelilerde tesettür ve haremlik-selamlık çok önemlidir. Enkaz altında kalan bir doktor hanım “Bana başörtü verin, böyle çıkartmayın” dedi. Çıkartmaya çalışan erkekler “Burada başörtü bulamayız; vakit de yok, tekrar bombalanabiliriz” dedikleri halde “Bu şekilde ölürüm de çıkmam” dedi. Adam gömleğini çıkartıp kadına başını örtmesi için verdi. Gazzeliler tesettüre böyle önem verir. Her an ölüm tehlikesi olduğu için savaşlarda hep namaz elbisesiyle yatıp kalkarız.

Ama İsrail askerleri bu sefer bazı kadınları esir alıp kıyafetlerini çıkartmaya zorladı. Serbest kalanlardan bazıları kimliklerini gizleyerek hapiste başlarına gelen çok kötü şeyleri anlatıyorlar. Muhtemelen çocukları ve eşleri şehit edildi veya hapiste, haber alamıyorlar. Bu kadınlar olabilecek en büyük acıları yaşadı.

Bütün bunlar dünya Müslümanlarının Gazzelileri yalnız bırakması yüzünden. 1969’da Mescid-i Aksa yakıldığında Yahudiler çok korktu; ama İslam dünyasından doğru düzgün tepki olmayınca rahatladılar. Tarih tekerrür ediyor.

Gazzelilere “Allah ayaklarınızı sabit kılsın” diye dua ediyorum. Aileme de sürekli bu duayı tavsiye ediyorum. Çünkü çok büyük bir imtihandalar. Dünyanın en dindar insanları Gazze’de. Biz dine bu kadar bağlıyız, neden bunları yaşıyoruz, Allah nerede diye düşünebilirler.

Aileniz ne durumda, görüşebiliyor musunuz?

Evimiz bombalanmasın diye çok dua ettim, ama bombalandı. Şu an ailem çadırda. Annem yaralı, hastanede tedavi görüyor. Beş ay içinde annemle sadece dört sefer sesli görüştüm. Son görüşmemde keşke konuşmasaydım dedim, çünkü sesi çok kötüydü ve o sesi duyunca ben de kötü oldum. Annem dedi ki “Evimiz gitti, önemli değil, direnenler sağ olsunlar da. Biz hiç kimseden hiçbir şey istemiyoruz, Allah bize yeter.”

Geçmiş savaşların travmaları daha henüz iyileşmemişti, öyle değil mi?

Bizde travmalar çok uzun sürmez. Yahudiler hep şaşırır, Gazzeliler savaş biter bitmez ertesi gün nasıl hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edebiliyorlar diye. Ama herkes dayanıklı değil. Mesela bütün ailesi şehit düşen bir hanım vardı; kendisi de yaralanmıştı. Tedaviden sonra çocuklarını sorduğunda önce gizlediler, sonra söylemek zorunda kaldılar. Herkesin şehit düştüğünü öğrenince çok üzülüp kahırdan öldü.

Biz hep ölümle iç içe yaşadığımızdan çocuklar da bu bilinçle yetişiyor. Annelerinin “Allah bize yeter” ve benzeri sözlerini sürekli duyarak büyüyorlar. Mesela sizde deprem bölgesindekiler için ölüm yeni bir şeydi. Ama bizimkiler için her zaman olan bir şey. Bizim ölümle ilişkimiz sizinkinden farklı.

Gazzeliler şu an savaş şartlarında direnmeye, ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ama savaş bitip de geri döndüklerinde ve yıkımı görüp kayıplarıyla baş başa kaldıklarında ciddi bir psikolojik çöküş yaşayacaklar gibi geliyor bana. Ne dersiniz?

Şu an herkesin şehidi veya yaralısı var. Herkesin zihinleri çok meşgul. Çadırlarda hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Savaş bittiğinde daha büyük bir zorluk onları bekliyor olacak…

Geçmişte 1948 ve 1967’deki savaşlarda ve göçlerde büyükleriniz neler çekmiş, size neler anlattılar?

Kudüslü olan annemin babası kırk yaşında şehit düşmüş; annem yetim büyümüş ve bunun acısını hep yaşamış. Dört kız, iki erkek kardeşlermiş. Çok muhafazakâr bir aile olup kimse onları dışarıda görmezmiş. Annem hep kardeşlerine annelik yapmış. Çünkü en büyük ablası Ramallah’a üniversite okumaya gittiğinde anneannem ona eşlik etmiş.

1948’de herkes evlerinden çıkmak zorunda kalmış. Kıyamet günü gibiymiş. Herkes kendi derdine düşmüş.

Bir tanıdığım Gazze’nin köyünde yaşayan akrabasını anlatmıştı. Kadın 1948’de Siyonist çetelerden can havliyle kaçarken bebeğini evinde unutmuş. Yıllar sonra [muhtemelen 1967 Savaşı’ndan sonra aradaki sınırlar kalkınca] terk ettikleri evi görmeye gitmiş, içinde Yahudiler yaşıyormuş. Eve yerleşen Yahudi aile bu unutulan Filistinli bebeği evlat edinmiş ve büyüdüğünde orduda asker yapmış. Kadın oğlunu bir kerecik olsun görebilmek için yalvarmış; ama evlat edinen aile önce kabul etmemiş, sonra “Görebilirsin ama geçmişte neler olduğunu anlatırsan seni öldürürüz” demiş. Kadın oğlunu görmüş ama ona hiçbir şey diyememiş. O mülteci anneler neler yaşadılar neler... Aslen Filistinli olan ama bir Yahudi olarak yetiştirilen oğlu, İsrail ordusunda Filistinlilere kim bilir neler yaptı…

Babam da 1948’de can havliyle topraklarından kaçan bir tanıdığından bahsederdi. 1967 işgalinden sonra Gazzelilerin İsrail’de çalışmasına izin verilmiş. O adam da yıllar evvel terk etmek zorunda kaldığı kendi portakal bahçesine tarım işçisi olarak yollanmış. Bahçesinin kendisine ait olduğunu görünce hüngür hüngür ağlamış.

Böyle çok hikayeler var.

1948 Nekbe’sini anlatan Felaketi Gördüm kitabında unutamadığım çok acı bir hikâye vardı. Siyonist çetelerin köylerini bastığı bir hanım, can havliyle kundaktaki bebeğini kucaklayıp ailesiyle birlikte kaçmış. Kilometrelerce yürüdükten sonra bir de bakmış ki kucağındaki çocuğu değil, yastık. Kahrolmuş ama geri dönmesi mümkün değil. Yıllar sonra çocuğun yaşadığını ve Filistin’in bir başka yerinde olduğunu öğrenmiş… Sizin İsrail askerleriyle şahsi tecrübeniz var mı?

Biz çok küçükken babamı tutuklamaya geldiler; annem hamileydi. Askerlerin yaptığı bir şey yüzünden annem yere düşünce ya ölürse diye çok korktular. Askerler salonumuza sanki kendi evleriymiş gibi oturdular. İçlerinden biri anneme yapılanı telafi etmek istercesine kaskını çıkarıp başıma takınca fırlatıp attım. Onlardan nefret ediyordum çünkü. Annem o an “eyvah, kızım gitti, öldürecekler” diye düşünüp çok korkmuş. Asker gülmüş… Normalde onlar kadınları da, çocukları da öldürmekten hiç çekinmezler. Zaten biz onların nazarında insan değiliz.


21 Mart 2024 Perşembe

Z.T.KOR İLE AKSA TUFANI HAKKINDA RÖPORTAJ

 

ZAHİDE TUBA KOR İLE AKSA TUFANI HAKKINDA RÖPORTAJ

Röportajı yapan: Ala İslam Çelik

Davet Mektebi dergisi, Ocak-Şubat 2024, sayı 105, sf. 24-38

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz. 

 

HAMAS’ı Aksa Tufanı operasyonuna gerçekleştirmeye iten sebepler nelerdir?

Birçok sebebi var. Birincisi, İsrail 1967’de işgal ettiği Gazze’den 2005’te askerlerini ve yerleşimcileri geri çekse de havadan, karadan ve denizden kuşatarak bir açık hava hapishanesine dönüştürdü. 2006 Ocak’ında HAMAS’ın Filistin seçimlerini %60 oyla kazanıp tek başına iktidar olmasının ardından bir cezalandırma aracı olarak başlayan abluka ve ambargo 17 yıldır devam ediyordu. Gazzelilerin hayat şartları yıllar geçtikçe daha da kötüleştiği halde dünyanın umurunda bile değildi. Oyunun kuralları değişmeden abluka ve ambargonun kırılabilme ihtimali yoktu.

İkincisi, 7 Ekim yaşanmasaydı şu an biz İsrail-Suud barışını ve doğmakta olan yeni bölgesel düzeni, yeni yatırımları, boru hatlarını ve ticaret yollarını vs. konuşuyor olacaktık. 2020’den bu yana “İbrahim Anlaşmaları”yla -Filistinliler pahasına- kurulan bölgesel düzenin tesisinde son aşama Suud’la anlaşma olacaktı. Filistin meselesi adeta tarihin çöp sepetine atılmak üzereydi. HAMAS, Aksa Tufanı’yla bizi yok sayarak yeni bir düzen kuramazsınız, yüzyıldır Ortadoğu’nun en temel meselesi Filistin’dir dedi.

Üçüncüsü, İsrail bugün tarihinin en aşırı sağ hükümetiyle yönetiliyor. Öyle ki 1990’larda ABD ve İsrail tarafından Yahudi terör örgütü ilan edilen ekolün siyasi uzantıları hükümette maliye ve iç güvenlik gibi kritik bakanlıkları elinde tutuyor. İktidardaki dinî Siyonist ekol, Suud’la barışa vardıktan sonra Batı Şeria ve Kudüs üzerindeki emellerini hayata geçirmeyi planlıyordu. Yani Batı Şeria’yı ilhak ve MS 70’te Romalılar eliyle Kudüs’te yıkılan tapınaklarını (Mescid-i Aksa ve Kubbetu’s-Sahra üzerinde) yeniden inşa etmeyi… Son bir yılda Batı Şeria’da Yahudi yerleşimcilerin İsrail ordusuyla el ele verip düzenlediği saldırılar sonucunda Filistinliler yirmiye yakın köyü boşaltmak zorunda kalmıştı. İşte HAMAS, işgale ve Batı Şeria ile Kudüs’ün Yahudileştirilmesi planına da karşı koymak istedi.

Bu arada İsrail hükümeti, 2021 ve önceki tecrübelerine binaen, Gazze’de direnişi bertaraf etmeden Batı Şeria ve Kudüs üzerindeki emellerini gerçekleştirmeyeceğinin farkındaydı. Bu nedenle 2023’ün sonlarına doğru Gazze’ye saldırma planı zaten yapıyordu. Hatta 7 Ekim günü Gazze çevresindeki İsrail kışlalarından elde edilen belgelerde müstakbel savaş planları da bulundu. HAMAS, bir bakıma İsrail’e savaş hazırlıklarını tamamlamadan ön alıcı bir savaş açtı. 7 Ekim günü Gazze konusunda uzman askerî kadroyu ya esir aldı ya da öldürdü ve İsrail’in planlarını altüst etti.

Dördüncüsü, yüzlerce İsrailliyi esir alıp bunları İsrail hapishanelerindeki 5000 Filistinli mahkûmu kurtarmak ve başka kazanımlar elde etmek için kullanmayı hedefliyordu.

Aksa Tufanı operasyonu bölgesel gelişmeler bağlamında önemli bir kırılma noktası oluşturur mu?

Evet, bölge tarihi yazılırken 7 Ekim’in bir kırılma noktası olarak zikredileceği kanaatindeyim. Hem de 1948 ve 1967 Arap-İsrail Savaşları, 1979 İran İslam Devrimi, 11 Eylül saldırıları ölçeğinde bir kırılma noktası…

Bölgede kırılma noktası oluşturan bu operasyon küresel gelişmeleri etkiler mi?

Hâlihazırda etkilemiş durumda. 7 Ekim’in ana kaybedeni ABD’dir. 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan ve Irak maceralarıyla bir bataklığa saplandı ve bu süreçte Çin ile Rusya yükselişe geçti. Daha oğul Bush’un son döneminde başlayan, Obama döneminde hız kazanan ABD’nin Ortadoğu’dan çekilip Rusya’ya karşı NATO sınırlarına ve Çin’e karşı da Asya-Pasifiğe odaklanma hayali, Trump ve Biden döneminde “İbrahim Anlaşmaları” bağlamında gerçekleşmek üzereyken 7 Ekim’de acı bir şekilde sona erdi. ABD, savaş gemilerini Asya Pasifik yerine İsrail’in bekası için Doğu Akdeniz’e demirlemek zorunda kaldı. Envanterinde ne kadar silah ve savaş araç gereci varsa İsrail’e yolladı. Buna mukabil, İsrail’in kendisini bile koruyamadığı görüldü ki ABD’nin bölgeden çekildiği bir ortamda müttefiki Arap rejimlerini nasıl savunabilsin. 7 Ekim, ABD’yi Rusya ve Çin’e odaklanmaktan alıkoydu, Ortadoğu’ya geri dönmeye zorladı. Bunun ilk sonucunu Ukrayna’da görüyoruz. Ukrayna, Rusya’ya karşı Batı cephesini korumanın jeopolitik olarak en kritik noktasıydı. İsrail’in bekasının söz konusu olduğu bir ortamda ABD ve AB’nin Ukrayna’ya odaklanma ve silah yığma imkânı kalmadı. Bu kış Ukrayna’da dengeler Rusya lehine değişebilir.

Bir de 2008’den bu yana iktisadi ve askerî alanda Amerikan hegemonyası zayıflasa da “evrensel” değerler sistemi ve kültürel hegemonyası hala ayaktaydı. Dünyanın gözü önünde Gazze’de yaşanan soykırım ve bunda ABD’nin dahli, Amerikan yumuşak gücünün temeli olan değerler sistemini ve normları Batı’da ve kendi ülkesinde dahi sorgulatıyor. Yani ABD, İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız desteğin bedelini, kendi meşruiyet zeminini kaybederek ödeyebilir. Bütün bunlar rakip güçler Çin ve Rusya’ya yarayacaktır.

HAMAS’ın operasyon öncesi hedefleri nelerdi ve gelinen nokta itibariyle hedeflerini gerçekleştirdi mi?

HAMAS’ın ana hedefi, İsrail’i en gafil olduğu anda avlamak ve yenilmezlik mitini yıkmaktı. Bunu, 7 Ekim’de İsrail’e tarihi boyunca hiç tatmadığı büyük bir şok ve kayıp yaşatarak kesin olarak başardı. İsrail’in zannedildiği gibi kadir-i mutlak bir güç olmadığını, zafiyetlerle malul olduğunu dünyaya gösterdi. 1948’den bu yana İsrail’in güvenlik ve dış politikasının temeli, aşırı güç kullanarak düşmanlarını caydırmaktı. Bu şekilde hem Filistinlilere ve Araplara bana bulaşırsanız akıbetiniz feci olur mesajı vererek kendisine yönelik saldırıları asgaride tutuyor hem de aşırı güç kullanımıyla kendi halkına özgüven ve özsaygınlık kazandırıp dünya Yahudileri için en güvenli vatan olduğu hissini perçinliyordu. Ayrıca mesela 1967’de altı günde işgali altındaki toprakları üç kat genişleterek ordusu ve istihbaratıyla kimsenin alt edemeyeceği yenilmez bir güç olduğu kanaatini bölge halklarının ve rejimlerinin zihinlerine yerleştirmişti. İsrail’in Ortadoğu’ya verdiği en büyük zarar, ardı ardına yaşattığı mağlubiyetlerle halkların özgüvenini ve özsaygınlığını yitirtmesi ve bizden adam olmaz fikrini yerleştirmesiydi. İşte 7 Ekim bunu da bozdu.

Yine HAMAS, İsrail’in -tıpkı dünyadaki diğer güçler gibi- ancak içeriden çökertilebileceğinin farkında. Biz savaşın sadece fiziki çatışma boyutuna bakıyoruz; oysa direnişin etkili bir şekilde yürüttüğü bir de psikolojik savaş var. Yayınladığı videolar, yaptığı açıklamalar ve esir takasında izlediği yöntemle hedefi, 7 Ekim’den evvel karpuz gibi ortadan bölünmüş haldeki İsrail toplumunu ve siyasetini daha da parçalayıp birbirine düşürmekti. Bunu da başardı. İsrail siyaseti, toplumu, ordusu ve istihbaratının bu şoktan toparlanabilmesi ve iyice derinleşen iç ihtilafları atlatabilmesi hiç kolay olmayacak.

Diğer bir hedefi de İsrail’in gerçek yüzünü bütün dünyaya göstermek ve bu şekilde halklara kendi yönetimlerine politikalarını değiştirtmek için baskı yaptırmaktı. Bu hedefinde de başarılı sayılır. Biden yönetimi, hem içeriden hem de dışarıdan yükselen tepkiler karşısında artık İsrail’e ilk günlerdeki gibi kayıtsız şartsız destek veremiyor. İmaj İsrail için her şeydir; on yıllar içinde ince ince dokuduğu bir imaj vardır. İşgal politikalarını hem kendi halkının hem de dünya kamuoyunun dikkatini celp etmeyecek şekilde hukuki, siyasi, iktisadi, kültürel vb. kılıflar altında yürütmekteydi. Ama 7 Ekim’den sonra kaba kuvveti soykırıma varacak şekilde kullanmak suretiyle özenle oluşturduğu imajını kendisi yıktı.

Yine HAMAS, İsrail-Suud barışını erteletti ve Ortadoğu’da Filistinliler yok sayılarak yeni bir düzen kurulamayacağını dosta, düşmana göstermiş oldu. Bir müddet sonra İsrail’in Filistin tarafıyla masaya oturmak zorunda kalacağı kanaatindeyim. Son sözde barış masası 2014’te kurulmuştu.

Son olarak kadın, çocuk ve yaşlı esirleri sadece Filistinli mahkûmlarla takas bağlamında serbest bıraktı. Büyük dış baskılara rağmen geri kalanları, özellikle askerleri, tüm Filistinli mahkûmların salınması karşılığında serbest bırakmamaya kararlı. İsrail ordusu tüm çabalarına rağmen şimdiye kadar tek bir esiri dahi kurtaramadı; her esir kurtarma operasyonu bir fiyaskoya dönüştü ve esirlerin ölümüne yol açtı. 

Ama başaramadığı şeyler de var: Birincisi, Arap ve İslam dünyasından -gerek halklar gerekse yönetimler nezdinde- İsrail’e karşı çok daha etkili bir tepki ve -tıpkı 2021’de olduğu gibi- Batı Şeria, Kudüs ve İsrail içindeki Filistinlilerin Gazze’ye destek olmak için topyekûn ayaklanmasını bekliyordu. Ama dış devletler Gazze’nin başına gelen feci akıbete duçar olmak veya kazanımlarını yitirmek istemediği için, işgal altındaki Filistinliler de İsrail güvenlik güçlerinin çok sıkı takibatına uğradığı için direnişe beklediği ölçüde destek ver(e)medi. İkincisi, İsrail’i Batı Şeria ve Kudüs’le ilgili politikalarında -2021’de olduğu gibi- caydırmaya ve geri adım attırmaya niyetlenmişti; ama bunu da başarabilmiş değil. İsrail ordusu 7 Ekim’den bu yana Batı Şeria ve Kudüs’te hemen her şehre, mahalleye ve mülteci kampına baskınlar düzenleyip 5000 Filistinliyi daha tutukladı, yüzlercesini öldürdü ve yaraladı. Keza yüzlerce evi yıktı veya yıkım için tahliye emrini adreslere yolladı. İçeride ve dışarıda tepki çekmemek için yıllardır planladığı ama hayata geçiremediği projeleri başlatma kararı aldı. Filistinlilerin Mescid-i Aksa’da kalabalık bir cemaatle Cuma namazı kılmasını 7 Ekim’den bu yana engelliyor. İntikam için hapishanelerdeki Filistinli mahkûmların hayatını tam bir kâbusa çevirdi, işkencelerle öldürdüğü mahkûmlar oldu. Yahudi yerleşimcileri kendilerini koruması (ve Filistinlilere saldırması) için daha fazla silahlandırıyor. Üçüncüsü, kimsenin beklemediği ölçüde başarılı bir direniş sergilese de, Gazze’deki akıl almaz yıkımı ve soykırımı engelleyebilmiş değil. İsrail’in karada ilerleyişini sekteye uğratsa ve birçok noktadan geri çekilmeye zorlasa da hava üstünlüğü hala İsrail ordusunda.

Bu operasyonun sonucunda HAMAS’ın istediği gibi bir Filistin devleti kurulur mu?

HAMAS 2017’de iki devletli çözümü kabul etmek zorunda kalmıştı. Ama bunun gerçekleşebilir bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. Çünkü 1990’lardaki barış sürecinde iki devletli çözüm dense de Filistinlilere sunulan şey sadece özerk bir yönetimdi, o kadar. Altına imza konan yazılı metinlerde hiçbir zaman devlet kelimesi geçmedi. İsrail sözde barış süreci yürürken Batı Şeria’nın toprak bütünlüğünü bozup muhtemel bir devlet oluşumunu engelleyecek şekilde Yahudi yerleşimlerini her yere yaydı. Şu an Filistin Devlet Başkanı dediğimiz Mahmud Abbas yönetiminin tam veya kısmi kontrolündeki alanlar Batı Şeria’nın sadece %40’ı, kalanı İsrail’in işgali altında. Gazze ile Batı Şeria coğrafi bakımdan tamamen birbirinden kopuk olmakla kalmayıp Batı Şeria içinde Filistin yönetiminin kontrolündeki alanlar -araları Yahudi yerleşimler, otoyollar ağı, askerî alanlar, atış alanları, duvarlar, kontrol noktaları, doğal rezerv alanlarıyla vs. dolu- irili ufaklı toplamda 220 adacıktan müteşekkil. İsrail’in Filistin devletinin toprak bütünlüğüne, yerin altında ve hava sahasında egemenliğine, kendi su kaynaklarını kullanmasına, ordusunun olmasına, Doğu Kudüs’ü başkent edinmesine, kendi para birimine ve bağımsız bir ekonomiye sahip olmasına vs. kesinlikle karşı çıktığını da hatırlatayım. Sizce böyle bir devlet olabilir mi? Aksa Tufanı’yla aldığı darbeden sonra İsrail’in barış masasına oturmak ve bazı tavizler vermek zorunda kalacağı kesin, tıpkı 1973 Savaşı’ndan birkaç yıl sonra buna mecbur kaldığı gibi. Ama gerçek bir çözüme varmak için İsrail’in on yıllardır benimsediği politikalardan ve ayak oyunlarından vazgeçmesi, bunun için de kendisine zihnî bir format atması gerekir. İşte bunu çok zor görüyorum. Yani barış masası illaki gelecektir, ama çıkacak sonuçtan ümitvar değilim.

Öte yandan savaştan sonraki ilk hedef, barış masasına oturmak ve bir Filistin devleti kurmak değil, Gazze’nin HAMAS’sız nasıl yönetileceği ve savaşta yok edilemeyen direnişin masada nasıl bertaraf edileceği olacak gibi görünüyor. Hem enkaza dönen Gazze’nin yeniden inşa edilebilmesi için dış finansmana ve inşaat malzemelerine ihtiyaç var hem de Gazzelilerin ekmek-su-ilaç gibi en temel ihtiyaçlarına erişebilmesi dış yardımların ulaşması gerekiyor. İşte yaraların sarılma sürecinde dış güçler HAMAS’sız bir Gazze önşartını dayatabilir. Bunda da başarılı olacaklarını zannetmiyorum ama silahlar sustuğunda masada çetin bir siyasi mücadele devam edecektir.

Arap devletlerinin İsrail’in yaptığı soykırımlarla ilgili tutumunu nasıl değerlendirebiliriz?

Aksa Tufanı, Arap devletleri ya her alanda derin iç krizlerle boğuşurken ya da İsrail’le barışmış veya barışmak üzereyken gerçekleşti. Dolayısıyla ya elleri çok zayıf ya İsrail’le planladıkları yeni projelerin ve bölge vizyonunun baltalanmasının huzursuzluğu içindeler ya da Gazze’de yaşananların kendilerini etkilemesinden korkuyorlar. Fas, Mısır, Ürdün, Yemen gibi ülkelerde kitlesel gösteriler yapıldı, yapılıyor. Ama mesela Suudi Arabistan ve BAE’de Gazze’deki soykırım konusunda bir karartma var. Bahreyn ve Umman İsrail’le normalleşme bağlamında attıkları bazı adımlardan vazgeçip anlaşmaları iptal etti. Şimdiye kadar en cesurca adımı, Yemen’deki Husiler, İsrail ve bağlantılı gemilerin Babu’l-Mendeb Boğazı’ndan geçişini engelleyerek yaptı. Bu, kanaatimce 1973 Savaşı’nda Suudi Kralı Faysal öncülüğünde uygulanan petrol ambargosundan bu yana dünya ticaretini etkileyen en önemli silah oldu.

Kritik olan, komşuların tutumu. İsrail’in Gazzelileri Mısır’a, Batı Şerialıları Ürdün’e gönderme planı 1967’den beri vardı; Aksa Tufanı’ndan sonra para karşılığında bunu hayata geçirmek için rejimlere büyük baskı yaptı. Mısır da, Ürdün de buna direniyor. Tabii ki Filistin topraklarının Yahudileşmesini engelleme gibi bir şuurla değil; Filistinlileri kendi bekalarına yönelik bir tehdit gördükleri için… İsrail’in kuzeyde Lübnan’a (Hizbullah’a ve bu ülkede yerleşik HAMAS unsurlarına) yönelik bir cephe açma ihtimali en baştan beri vardı; bu, Batı tarafından şimdiye kadar engellenmeye çalışıldı. Çünkü Lübnan, yasama-yürütme-yargı erkleri çalışmayan, ekonomisi tamamen çökmüş, parası adeta pul olmuş, eğitim ve sağlık sistemi büyük darbe almış, doğru düzgün elektriği bile olmayan, halkın %70’inin fakirlik sınırı altında yaşadığı bir ülke olup İsrail saldırısına uğradığı takdirde tamamen çökme ihtimali var. Suriye zaten savaştan belini doğrultabilmiş değil, sefalet diz boyu. Savaş uzadıkça komşu Mısır ve Ürdün ekonomisi de çok ağır bir darbe alacak. Lübnan’a savaş ihtimali de ortadan kalkmış değil.

Burada asıl mesele, HAMAS’ın Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olması ve 2013’ten bu yana bölgedeki bazı rejimlerin Müslüman Kardeşleri bir iç tehdit olarak görüp bu hareketle bağlantılı bütün yapılanmaları terör örgütü kapsamına alıp gayrimeşrulaştırması. Bu rejimler, kamuoyu önünde İsrail’in soykırımını kınasa da, kapalı kapılar ardında HAMAS’ı yok etmesi için Netanyahu yönetimini teşvik ediyor. Çünkü Gazze’de Filistin direnişinin başarısı, kendi ülkelerinde rejimden rahatsızlık duyan kitleleri on iki yıl sonra sokağa dökülme noktasında yeniden cesaretlendirebilir.

Bu arada Arap rejimlerinin birçoğu İsrail ve Amerikan desteği sayesinde ayaktalar. Koltuğunu İsrail’e borçlu olanların soykırıma karşı dik ve kararlı bir duruş sergilemesi beklenemez. Geçmişteki dört Arap-İsrail savaşının şahidi eski Arap liderler kuşağı çoktan öldü veya iyice yaşlandı. Özellikle Körfez’deki genç liderler kuşağı, İsrail’in değil, İran’ın baş tehdit olduğu bir dünyaya gözlerini açtılar. Onların tehdit algılamasında baş sırada İran, Türkiye ve kendi halkları var ve Filistin diye bir davaları yok.

İran ve Türkiye’nin Aksa Tufanı operasyonu ile ilgili duruşlarını nasıl değerlendirebiliriz?

İran da, Türkiye de yıllardır Filistin davasını savunan ve kullanan önemli bölge ülkeleri. Özellikle 7 Ekim’den sonra İran’ın Lübnan, Suriye ve Irak’taki müttefiklerini Gazze’ye destek için harekete geçirir mi diye bir endişe duyuldu. ABD’nin Doğu Akdeniz’e derhal donanma yollamasının ana nedeni savaşın başka cephelere yayılmasını caydırmaktı; çünkü İsrail aynı anda birkaç cephede savaşabilecek durumda değildi. Öte yandan İran, geçtiğimiz on yılda Ortadoğu’daki düzeni ABD’yle uzlaşma içinde kurmuş aktördür. Bunca yıllık emekle ve kan dökerek elde ettiği büyük kazanımlarını Gazze için feda etmek istemiyor. Ama bunca yıldır “direniş cephesi” adı altında Filistin’i kullanıp da en zor zamanında Gazzelileri yüzüstü de bırakamazdı. Dolayısıyla Gazze’ye kara harekâtını kırmızı çizgisi ilan etse de İsrail harekâta giriştiğinde vekil güçlerini sahaya sürüp topyekun bir savaşa girmek yerine Suriye ve Irak cephelerinde Amerikan üslerinin vurulması, Lübnan’dan İsrail’e angajman kuralları dahilinde saldırılar düzenlenmesi ve Yemen’de Husilerin Babu’l-Mendeb Boğazı’nı tutması gibi daha az riskli yöntemleri tercih etti. Bu bakımdan Gazze’deki direnişi de hayal kırıklığına uğrattı.

Türkiye en baştan beri savaşın bölgeye yayılmasını engellemek, bir an evvel tarafları ateşkese vardırmak ve insani yardım girişini sağlamak için uğraşıyor. Aslında arabuluculuk adımları çok doğru ve önemli. Ama muhatap İsrail olunca bu çabalar nafile kaçıyor. Perde arkasından önemli adımlar atılıyordur, ama sahada somut adımlara dönüşemediğinden Gazzelileri biz de hayal kırıklığına uğratmış durumdayız. Bu arada yılladır Diriliş Ertuğrul gibi dizilerle Filistinlileri de, Ortadoğu halklarını da çok büyük bir beklenti içine soktuk. Bizi hakikaten bir kurtarıcı olarak görüyorlardı. Zannedersem artık acı bir şekilde bir yanılsamadan uyandılar.

Kaybedeceği çok şey olan devletler ve aktörler, arkasında tam bir Amerikan desteği olan İsrail gibi bir soykırımcı yapıyla savaşa girmeye cesaret edemezler. 

HAMAS’a operasyon öncesi askeri lojistik desteğini sağlayanlar kimler olabilir?

Büyük ölçüde kendi çabasıyla bu silahları ürettiği söyleniyor. Beni en şaşırtan, mesela geçtiğimiz yıllarda Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın batırdığı İngiliz savaş gemisini Gazze sularının derinliklerinde bulan dalgıçlar, batıktaki bombaları tek tek çıkartıp bunlardan roketler üretip 2021’deki savaşta İsrail’e fırlatmışlardı. Soba borusundan bile roket üretecek bir kafa yapısına sahipler. Gazzeliler icatçı bir toplumdur; İsrail’in 17 yıldır uyguladığı ablukalar da bu özelliklerini perçinledi. Tabii yeraltındaki tüneller aracılığıyla İran gibi ülkelerden gelen silahlar veya teknik ekipman vardır, ama bunlar sınırlı. İran’ın mali ve lojistik desteği HAMAS’tan ziyade İslami Cihad örgütüne. Bu arada HAMAS’a destek sağlayan İsrailliler de var olmalı ki 7 Ekim’de İsrail yönetimi ve güvenlik birimleri, şoka uğrayıp kendi içlerindeki “düşmanla işbirliği yapan hainleri” bulabilmek için epey uğraştı. Hatta harekâtın hemen başlamama nedenlerinden biri önce kendi içlerinde temizlik yapmaktı. Sonuç ne oldu bilmiyorum.

HAMAS, operasyonu İran, Katar, Türkiye veya herhangi başka bir devletin istekleri doğrultusunda mı gerçekleştirdi?

Direnişe destek veren bu ülkelerden herhangi biri, 7 Ekim operasyonundan haberdar olsaydı engellemeye çalışırdı. Çünkü Aksa Tufanı, sadece İsrail-Körfez ülkeleri değil, bütün bölge çapında eski düşmanlarla ilişkileri düzeltme, milli menfaat ve iktisadi fayda doğrultusunda yeni bir düzene geçme çabaları iyice ilerlemişken yaşandı. Mesela 7 Ekim olmasaydı Netanyahu Türkiye’yi ziyaret edecekti; Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı ittifak zayıflatılmaktaydı. İran, Suud’la bile barışmıştı, müttefiki Esed yeniden meşru aktöre dönmekteydi. Eğer böyle bir operasyonu isteseydi, sonrasında savaşa müdahil olup Gazze’deki müttefiklerini bu denli hayal kırıklığına uğratmazdı. Katar yıllardır Gazze’nin hamisi ve ana finansörüydü; ekonomisi çok kötü olan bölgede memur maaşlarını ödüyor, inşaat ve yatırımları yapıyordu. Bunca yıldır yaptığı bütün yatırımları İsrail savaşta yerle bir etti. Hatta hava bombardımanına Katar’ın inşa ettiği, Gazze’nin orta ve üst sınıfının yaşadığı lüks Rimel Mahallesini yerle bir ederek başladı. İsrail, savaş sonrası Gazze’nin geleceğinde hami güç olarak -HAMAS’ın güçlenmesinin baş sorumlularından gördüğü- Katar’a bir daha rol vermemeye kararlı; onun baş rakibi BAE ve Suudi Arabistan’ı yeni hami güçler olarak devreye sokma niyetinde. Katar Gazze’deki kazanımlarının ve yatırımlarının bir çırpıda yok olmasını istemezdi herhalde.

HAMAS’ın Gazze içindeki siyasi kanadının operasyondan son anda haberi oldu; Katar gibi ülkelerde yaşayan sürgündeki siyasi liderler ise tıpkı bizler gibi 7 Ekim sabahına şok içinde uyandı. HAMAS’ın siyasi kanadı bile habersizken bölgesel güçlerin parmağı bu işin içinde nasıl olsun? Öte yandan ABD’yle mücadele bağlamında Rusya veya Çin’in dolaylı desteği veya teşviki bana daha mümkün görünüyor.

Operasyon tarihi olarak neden 7 Ekim seçildi?

İsraillilerin en gafil olduğu anı kolladılar. 15 Eylül’de Yahudi bayramları sezonu başlamıştı; ardı ardına bayramlar yaşanıyordu. İsrailliler bir haftadır devam eden Sukkot Bayramı’nın son günü 6 Ekim’i 7 Ekim’e bağlayan gece boyunca içmişlerdi ve sarhoştular. 7 Ekim sabahı, yani Yahudiler açısından kutsal Şabat (Cumartesi) günü operasyon başladı. Bayramlar sezonu olduğu için de askerî-güvenlik birimlerindekilerin bir kısmı izindeydi. Bu arada İsrail, Batı Şeria ve Kudüs’ü kaşıdığı için patlamayı oradan bekliyordu ve ordusunun büyük kısmını o cephelere sevk etmişti. Bir de 6 Ekim, aynı zamanda 50 yıl evvel İsrail’in Mısır-Suriye ortak saldırısıyla şoka uğradığı 1973 Savaşı’nın da başlangıç tarihi. Bir sembolik anlamı ve benzerlikleri de var.

ABD uluslararası kamuoyunda tepki görmesine rağmen neden ısrarla İsrail’i desteklemeye devam ediyor? İsrail bu desteği nasıl elde ediyor?

İsrail’i kuran ve bugüne kadar ayakta kalmasını sağlayan zaten -İngiltere ile birlikte- ABD’dir. Yani Protestan aklı, parası ve gücüyle ayaktadır. İsrail, ABD’nin şımarık çocuğudur, bölgesel hedeflerine ulaşmak için kullandığı bir araçtır. ABD ile İsrail arasında simbiyotik bir ilişki biçimi vardır. İsrail, ABD için sadece bir dış politika değil, aynı zamanda bir iç politika meselesidir. İsrail lobisi, Amerikan iç siyasetinde önemli bir güçtür ve her iki partinin de ana sponsorlarındandır. Dolayısıyla hiçbir Amerikalı siyasetçi kolay kolay onları göz ardı edemez ve hilafına hareket edemez; bunu yapmaya kalkışanlar, aleyhte büyük bir medya kampanyasıyla sindirilir, pişman edilir. Geçmişte New York’ta İsrail’in BM büyükelçiliği görevini yürüten Binyamin Netanyahu şöyle demişti: “ABD hükümeti İsrail siyasetine karşı çıkacak olursa Amerikan kamuoyunu kendi hükümetine karşı nasıl manipüle edeceğimi biliyorum.”

Amerikan kamuoyunda tepki gösterenler daha ziyade Demokrat Parti tabanı; yani Biden’ın seçmen kitlesi sokaklarda. Kahir ekseriyeti Cumhuriyetçileri destekleyen Evanjelik Hristiyanlar ise Yahudilerden daha fazla İsrailci olup kayıtsız şartsız Netanyahu’ya destek veriyorlar… 2021’deki savaşın 11 gün sürmesi ve Netanyahu’nun çok istemesine rağmen kara operasyonuna girişememe nedeni, Amerikan Başkanı Biden’ın yeşil ışık yakmamasıydı. Hem Netanyahu’nun seçim sürecinde Biden’a karşı Trump’a açık ve tam destek vermesinin yol açtığı şahsi husumet hem de Demokrat seçmenin sokaklarda Filistin yanlısı eylemleri bunda etkili olmuştu. Ama Biden yönetimi, 7 Ekim’i İsrail için bir beka, yani varoluş meselesi olarak görüp İsrail ordusuna Gazzelilerin soykırımında tam destek verdi. Bu arada biz ABD’nin İsrail’e Gazze’yi yerle bir etmesinde nasıl bu denli destek çıktığına şaşırıyoruz; oysa Amerikan ordusu aynısını başta Irak olmak üzere işgal ettiği coğrafyalarda yaptı.

Filistin yıllardır büyük bir saldırı altında. Dünya çapında halklar nezdinde kitleler halinde çok büyük tepkiler alan İsrail daha önce böyle bir durumla karşılaşmış mıydı? Bu tepkiler İsrail’i zor durumda bırakacak şekilde çok daha geniş kitlelere yayılır mı?

2021 savaşında dünyanın her yerinde aynısı yaşanmıştı. Amerikan ve İngiliz tarihinin en büyük Filistin’e destek gösterileri yapılmış ve savaş bittikten sonra bile kitleler eylemlerine devam etmişti. O dönem Avrupa yönetimleri bu gösterileri yasaklamaya kalkışmamıştı; çünkü Kudüs’te İsrail’in haftalardır yaptığı kışkırtmalar ve saldırılar sonucunda Gazze devreye girmişti.

Gerek 2021’de gerekse hâlihazırda bu kitleselliğin temel nedeni, sosyal medyanın İsrail’in propaganda tekelini kıracak şekilde geleneksel medyaya alternatif bir mecra olarak yükselişi ve Filistinlilerin bu mecrayı maharetle kullanması. 24 saat canlı yayın yapan el-Cezire etkisi de yaşananları dünya gündemine taşımakta önemli bir faktör. İsrail’in dehşet verici katliam görüntüleri sürdükçe dünya çapında eylemler daha da yayılacaktır. 

Bu arada hem 2021’de hem de bugün İngilizce yayın yapan İsrail medya organlarında en temel tartışma konularından biri, yıllarca özenle kurdukları propaganda tekelinin kırılmasından duydukları rahatsızlık ve bunu nasıl telafi edip dünya kamuoyunu ikna edecekleri. Yine İsrail aleyhtarı diasporadaki Yahudilerle kopan güven bağını nasıl tesis edeceklerini de tartışıyorlar.

İsrail yaklaşık 3 aydır çok yoğun bir saldırı altında. Tarihten gelen çok ağır travması olan bir millet olduklarını biliyoruz. Bu saldırılar sonrası kendi halkı nasıl etkilenmiştir? Bu durumun İsrail iç siyasetinde ne gibi etkileri olacaktır?

Çok derinden etkilendiler. Bu travmayı kısa sürede atlatabilecekleri kanaatinde değilim. İlk kez kendi evlerinde vuruldular; geçmişte İsrail bütün savaşlarını düşmanlarının topraklarında vermişti. Yenilmezlik miti yerle bir oldu; ordularının ve hükümetlerinin kendilerini koruyamadığını gördüler. Dahası, tanıklar konuştukça yalan propagandalar açığa çıkıyor, 7 Ekim’de kendi ordularınca havadan bombalandıkları ve yakıldıkları gerçeğini öğreniyorlar. İsrail toplumunda güven problemi başladı. Ayrıca hem hükümet içinde hem de askerî ve sivil kurumlar arasında güvensizlik had safhada. Güven, güvenliğin önşartıdır; güven olmadan güvenlik sağlanamaz. Gerek Gazze çevresindeki gerekse kuzeydeki İsrailliler çoktan evlerini terk edip Tel Aviv’de vs. otellere sığındılar; ilk kez yerinden oluşu tadıyorlar. Keza Gazze’de çok fazla İsrail askeri öldü, yaralandı veya sakat kaldı; bunların sayısını resmen açıklayamıyorlar bile. İsrail işgücünün önemli bir kısmı yedek asker olarak silahaltına alındı; bu da İsrail ekonomisini, üretim çarklarını olumsuz etkiliyor. Bütün bunların İsrail siyasetine yansımaları olacaktır. Netanyahu’nun sürekli yalan söylediğini, adeta bir yalan makinesi olduğunu artık fark ediyorlar. 7 Ekim’de siyasi hayatı biten ve savaşı uzatarak uzatmalara oynayan Netanyahu ateş kesildikten sonra hapse girecek. Hatta kendisine yönelik bir suikast da olabilir. Ama Netanyahu sonrası da İsrail siyasetinin kısa sürede rayına girebileceği kanaatinde değilim. Çünkü 2018’den beri siyasi kriz içindeler ve 3,5 yılda 5 genel seçim yapmalarının nedeni, sadece Netanyahu yandaşlığı ve karşıtlığı üzerinden keskin kutuplaşma değil, aynı zamanda yapısal problemler ve demografik değişimdi. Bu arada 7 Ekim’den sonra beka kaygısı iç ihtilafların üzerini kısa süreliğine örtse de, toplumda laikler ile aşırı sağcılar arasındaki kutuplaşma daha da derinleşiyor. İsrail’in artık güvenli bir vatan olmadığını düşünen ve “canının kıymetini bilen” İsrailliler ülkeyi terke çoktan başladı. Savaş sürdükçe bu eğilim devam edecektir.

Son olarak şunu da eklemek isterim: İsrail hükümetinin 7 Ekim’den sonraki ana hedefi, tıpkı 2006’dan bu yana olduğu gibi, HAMAS’ı ve altyapısını yok etmekti. Ama Gazze’nin önemli bir kısmını yerle bir ettiği halde direniş hala ayakta. Üstelik İsrail ordusunun tam kontrolümüze aldık dediği bölgelerden İsrail’in içine roket atışları devam ediyor. HAMAS’ın önemli komutanlarından hiçbirini öldürebilmiş değil. Asıl önemlisi, her askerî operasyonun bir siyasi planı ve çıkış senaryosu olmalıdır. Ama Netanyahu hükümetinin üzerinde uzlaşılmış böyle bir planı ve senaryosu hala yok. Gazze ile ilgili seçeneklerin tamamı kötü. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte İsrail hükümeti kötünün iyisi bir senaryoya razı gelirken hem iç kamuoyunun öfkesini çekecek hem de koalisyon hükümetinin dağılmasıyla iç siyasi krizler derinleşecektir. Çünkü 7 Ekim’le birlikte İsrail, hem Filistin içinde hem de bölgede oyun kurma veya dayatma gücünü yitirdi.